Eda Bildek

Editör, Yazar

Doğum
18 Ağustos, 1987
Eğitim
Çukurova Üniversitesi Radyo-Tv Yayıncılığı ve Öğreticiliği Bölümü
Burç

Yazar, editör. 18 Ağustos 1987, Adana / Seyhan doğumlu. İlköğrenimini Turgut Reis İlköğretim Okulu’nda, ortaokulu Şükran Çobanoğlu İlköğretim Okulu’nda, liseyi  Adana Kurtepe Anadolu İmam-Hatip Lisesinde okudu. Yükseköğrenimini Çukurova Üniversitesi Radyo-Tv Yayıncılığı ve Öğreticiliği Bölümü’nde yaptı…

Eda Bildek; bilgi-işlem sorumlusu olarak Fetih Temizlik Şirketi’nde (2010), “belletmen” olarak Hüdai Vakfı’nda (2003-06), sosyal aktivite sorumlusu olarak Moral Kültür Merkezi Kültür Dershanesinde (2007-08) çalıştı. 2008-11 tarihleri arasında ilköğretim ve lise düzeyi öğrencilerine özel dersler verdi. 2013 yılından itibaren de İstanbul’da Paradoks Yayınları’nda editör ve genel yayın yönetmeni olarak görev aldı.

Eda Bildek’in, “Temiz Hava Alabileceğim Bir Dünya Düşlüyorum” başlıklı ilk denemesi 2002 yılında, Adana Meteoroloji İl Müdürlüğü’nün yayın organı “Kültür Çalışması”nda yayımlandı. Daha sonra yazıları; “Akseshaber”, “Yığılcanın Sesi”, “İslam Medya” gazeteleri ile “Kentsel Life” dergisi ve çeşitli Internet sitelerinde yayımlandı. Geliri kimsesiz çocuklara aktarılan “Kırlangıç Ağıdı” (Konya 2014) usta-genç 78 yazardan yapılan deneme-öykü derleme çalışmasının projelendirilmesini yaptı ve yayına hazırladı. “Aşkın Peygamberi Hz. Muhammed” adlı romanını Barış Fm Radyo’da,aynı roman ile “Aşkın Mührü Kimya” tasavvufî romanını Nurstv’nin “Vakt-i Muhabbet Programı”nda seslendirdi.

Eda Bildek; Adana Meteoroloji İl Müdürlüğü  “Olağanüstü olayların insan yaşamı üzerine etkisi” adlı Deneme Yarışması 3. Lük, 2014 “1. Uluslararası Ankara Kültür Sanat Şöleni Başarı-Onur Ödülü, Kahramanmaraş İl Kültür Müdürlüğü Şiir Yarışması “Antoloji Ödülü”nün sahibidir.

Çukurova’nın sıcağında dünyaya gelmiş olsa da kendini bildi bileli yağmura, uçuşan sonbahar yapraklarına, gökyüzünün lacivert teninde gezinen sonbaharın puslu nefesine hayran oldu. İkindi vaktinin söylediklerine kulak kesildi, günlerden Cuma’ya, aylardan Nisan’a, renklerden yeşile müptela oldu. Mor rengin rüyasında imtihana tutuldu. Kimliklerin ardından seslenen insana dudak büktü her daim, insan olmaktan daha büyük bir gayeye; Allah’a kul olabilmekten daha büyük bir makama inanmadı. Peygamber soyunu taşımak yazgısıyla sorumluluğu daha da çoğaldı.

Çukurova’da doğmuş olsa da; köklerine sımsıkı bağlı olup Siirt Tillo’ya sevda duydu. Arap Azeri kökenini kalemine de yansıttı.

Katsayının gölgesinde Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrencisi oldu; Çukurova’nın kalbinde Baraja karşı Radyo TV yayıncılığı ve öğreticiliği okudu. Kalbi Edebiyata dönük olduğu için mutmain olmadı. Şimdilerde Anadolu üniversitesi Sosyoloji bölümü okumakta… Tefsir, Değerler Eğitimi, Fıkıh, Siyer, Pedagoji ve Divan Edebiyatı üzerine eğitim aldı. Osmanlıca, Arapça, İngilizce dilleri üzerine yoğunlaştı. Çeşitli haber sitelerinde kelam nakşedip, editör olarak yayınevlerinde kelimelerin dilini çözmekle meşgul ve yazmak tek rüyasıydı, şimdi o rüyanın içinde ölene kadar kelimelerin kalbinden süzmeye niyet ediyor kâinatı. Altı araştırma dönem romanı, 3 sosyal sorumluluk projesi, 1 deneme kitabı olmak üzere yayınlanmış 10 esere imza attı. 11. Kitabı olacak olan Hz. Yusuf üzerine çalışmasını peygamber serisinin 2. Cilti olarak yayına teslim etti. Şimdilerde Hayat Yayın Grubunun yazarı olarak; İnsanlığa Işık Saçanlar projesi olan Peygamberler Serisini yetişkinler için; Medeniyet Mimarlar serisi adı altında gençler için değerli İslam bilim adamlarını edebiyat dünyası için hazırlamakta. 7 yıldır profesyonel olarak 4 farklı yayınevine yaklaşık 4000 kitabın redaksiyon ve proje koordinatörlüğünü gerçekleştirdi. Hala çocuklar için yardım ve kitap kampanyası üzerine Haydi Tut Elimi Derneği ile çeşitli çalışmalar düzenlemektedir. Psikoloji alanında ‘Yüz-Mimik analizleri’ ve ‘Dokuz Mizaç Haritası (Eneagram)’ eğitimleri almaktadır.

Eda Bildik kendisini şöyle tanımlıyor:

"Ben kimlerden miyim? Onların toplumsallaştramadıklarından!.. Hiç'liğinin farkında. Aklı terkine aldı, yolda bıraktı. Sormayı, Sokrat'ı, Hallac'ı, Nesimi'yi, Arabi'yi sever. Mısri’de yanar… Yol sırrı yolculukta, şifası derdinde olanlardan biriyim. Nakşi olup İsmail Fakirullah Hazretlerinin torunlarından Ayşe Eda Fakirullah’ım!"

Organizasyon:

• Kırlangıç Ağıdı Ahde Vefa Gecesi (2015-Mayıs) (Uluslararası Biruni Üniversitesi Rektörü tarafından Onur ve Takdir ödülü takdim edildi.)

• Mutlu Çocuklar Mutlu Gülüşler (2017- Şanlıurfa Siverek Belediye Başkanı Hasan Karakış tarafından takdir ve sorumluluk ödülü aldı)

Katıldığı Tv Programları:

Nurs TV, Üsküdar TV (İstasyon), Akdeniz TV, Tv 5 Moral FM.

ESERLERİ:

Roman: Aşkın Peygamberi Hz. Muhammed (Siyer - roman, 2011), 1453 Fetih (Tarihî roman, 2012), Çöle İnen Rahmet (Siyer-roman, 2012 ), Aşkın Mührü Kimya (Tasavvufî roman, 2012), Mor Rüya Yedi Uyurlar (Dini-edebî-tarihî roman, 2013), Narçiçeği Yılın İlk Güneşi (2016),

Deneme: Allah'a Havale Ettim (2016),

Derleme: Kırlangıç Ağıdı (Kollektif Konya 2014), Sırat-ı Aşk  (Öykü, Kollektif, 2014), Yaşanmış Aşklar Üzerine (2014), Cennet Kadınları (Kollektif, 2014).  

Çocuk-Genç Edebiyatı: Evliya Çelebi (Roman), Mimar Sinan (Roman).

KAYNAKÇA: Lokman Koyuncuoğlu / Üç Güzel Kitap (Yenişafak, 2012), Arzu Konan / Aşkın Mührü Kimya (Yeniasya, 2012), Ziya Gündüz / Aşkın Peygamberi Hz. Muhammed (Vuslat Dergisi, 2011-2013), Ayşe Funda / Mor Rüya Yedi Uyurlar (Kadının Gazetesi), Mor Rüya Yedi Uyurlar - Allah’ın Sırdaşı (Bizim Aile), Uğur Canpolat / Kırlangıç Ağıdı (HaberTürk), Sırat-ı Aşk ( HaberTürk, Yenişafak), Uğur Dede / Aşkın Peygamberi Hz. Muhammed (Haber Gazetesi.com), Aşkın Peygamberi Hz Muhammed - 1453 Fetih (İslam Medya gazetesi), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2018).

AŞKIN İLE ZAKİR KIL BİZİ!

Dinle ey zakir!

Adımların çöle değince değişir kalbin kimyası…

Lisanın ötelere uzanır,

Boşalır gözlerinden özlem dolu sevda.

Sabahı bulur varlığın çölün kutlu anıyla

Dinle ey zakir!

Kalbin verd ile meşgul olunca,

Dünyanın yüzüyle yanan kalbini

Serinletir verd!

Dilinde Muhammed hâsıl olunca,

Bir çöl anından doğma,

Yeşeriverir kurumuş dudaklarında bir dua!

Bin bir fettah. Bin bir vedud. Bin bir nur,

Muhammed Mustafa adıyla!

 

Bir türlü kalbi terk etmemiş bir aşk yazısı bin bir kere tekrar edilince nasıl olurda hala yetersiz kalır anlaşılmaya? Yok, mümkün değil harflerle anlaşılır kılınması, aşk Muhammed’e duyulunca! Söz onu anlatmaya her yeltenişinde, onu tarif edememenin ezikliği ile kaldı yürekte… Yine de yürek kavrulurken aşkıyla, yokluğundan kıvranırken yeryüzü, yıldızlar onu işaret ederken, mümkün değil sözlerin onun için dile gelmemesi!

İki medeniyet arasında yitmenin öyküsü kadar görkemli, iki damar arasında yol kadar uzun değil bu metin! Her sevdalının yüzünden okunabilecek kadar sade. Bir büyük sesleniş! Sadece bu. Gün gelir Muhammedi bize hasret bırakan ölüm, İsraillin suru ile ezeli aşkı bize sununca gözlere sevgili değer! O vakit her şey tersine döner… Özlem yükünü yüklenen, taşıdığının, yükleyebileceğinden fazlası olmadığını idrak eder! Kalp dünyaya sürgünlüğün, özlem ateşinin, nefsi sınanmanın karşısındaki ödülün şahitliğiyle kaybeder kendini…

Oysa biz Muhammed’i idrak edememenin cehaletinden kaybediyoruz çoğu zaman! Rıza gösteremememizden, aşka teslim olmamamızdan kirleniyoruz an be an! Kılavuz o iken biz rehberi izlemekten alıkoyuyoruz varlığımızı. İşte bu yüzden kalp ile görmeyi unuttuk, unuttuk vefa ile sevmeyi, aşk derken Muhammed’i dillendirmeyi! Kalp vefakâr olsaydı hiç unutur muydu, sevgiliyi?

Yine de ey sevgili! Ey tek bir adı ile günahkâr kullara kurtuluş kapılarını aralayan,

Ey gözlerinden mehtaba renk, gülüşünden ışık saçan! Kalp, ömrünün üzerinden geçen ömürlerin her defasında varlığına değerek seni çoğaltınca dudaklar adına değiyor, kalp varlığına tutunuyor ne olur unutkan olan ama her defasında seni bulan bu aciz ümmetinin aşkına dokun!

Sussa olmadı kalp susmasa olmadı… Her uyanış da Muhammed, hani onun adı ile iştiyaklı gözyaşı! Ve nerde Muhammed denilince kalbi duracakmışçasına şiddetle atan âşık? Kalp Muhammed ile atmayı öğrenince dünyaya aldanmayı bıraktı.

İlkin üzerinden soyundu aldanış giysisini, yerine beyaz bir hırka giyindi…

Değdi ayakları çölün Muhammed’den yanan kalbine, hisseti sonsuzluğu ve bildi sonsuzluğun anahtarının aşk olduğunu! Unuttu menfaat aynalarına kaydettiği görüntüleri, utandı O’nsuz geçen günlerin biriktirdiği sefillikten! Ama yeni giysiler giymiş iken ve dil tövbe-i Nasuh ile başlamışken adımlamaya hayatı, umut etti kendinden! Hayır, umudu kendinden değildi, kalbinde adını zikrettiği sevgilidendi!

Yine de dinle zakir!

Yazgını adının manasından alan! Neydi zakir? Zikredici! Sen, onu anmak için var edildin! Bu sensin zakir, ama onu anmadığında muzdaripsin. Sende kalbinsin. Ama sen kimsin? Sen yeryüzünde var edilen tüm Muhammed âşıklarından birisin!

Gece biter… Gün ağarır! Zakirler değişir!

Ama bitmez, susmaz zakirin dudaklarında zikredilen aşk! Yaşar, ebede kadar kaydedilir mevlanın katında ve rahmet rahmet serinletir zakiri, günahlarından! Öyleyse ne güzel şey Muhammed diye zikre katılmak! Bil zakir! Zihninde olmayanın, dilinde karşılığı yok! Dilinde olmayanın kalbinde ateşi yok… Öyleyse dokun yüreğindeki Muhammed aşkına ve dökül onun adıyla ötelere! Dökül ki çoğalsın kalplerde Muhammed, arınsın varlıklarımız, nefsimiz soyunsun, dünyadan ve adımız zakir olmanın yazgısına yaraşsın!

Aşk adına, Allah adına!

Zeytin ve incir adına! “Sen olmasaydın dünyayı yaratmazdım.” denilen kutlu anın adına!

Toprağa düşen tohum adına, yeni doğan cennet kokulu bebek adına, Kur’an adına! Yaralı turnaya dokunan Rahman adının tecellisiyle titre zakir! Titre onun varlığıyla ve aç ellerini cenneti ala da Ahmed yeryüzünde Muhammed diye anılan sevgilinin hatırıyla! O’nu an ki O da seni ansın! O ki arayan için kalp de, kalp ki ebedi olan!

 

Hisset zakir ve zikret!

Muhammed: bir aynada iki görüntü; hem suret hem gerçek

Bir beden de iki yürek; bir edalı, bir gökçek…

Muhammed: kalp de renk; beyaz ve berrak…

Bir turnada iki kanat; merhamet ve şefkat…

Dudaklarda dua; sonsuz ve kurtarıcı…

Kalpler de selam, zakir için aşkın adı!

Es-Selam ey sevgili!

Aşkın ile zakir kıl bizi!

KAYIP

 

Hiçbir şeyin tek başına önemi yok;

Verebileceğim hiç bir şey yok daha!

Özgür kalabilmek için bir sana ihtiyacım var.

Nesnelerinde önemi yok, insanlarında…

Hepsi fazlalık gibi sanki

Eksikliğim bir tek sensin!

Kayıp bir kent gibiyim;

(Ya da içimde kayıp bir kent var.)

Ölümcül bir kayıp…

Nesneler, insanlar, sahip olduğum her şey;

Daha da yalnızlaştırıyor kayıp olan yanımı.

Duramam hissettiğim bu cehennemde!

Daha da büyürken alevler;

Üstelik gidecek yerimde yok.

Kayıp olan her şeyim sende kendini buluyor.

Sende var oluyorum…

Bir bilinmezlik içinde eriyen ruhum;

Yeniden sende ete kemiğe bürünüyor…

Sadece seni düşlerken kendimi buluyorum.

Boşluk beni ıstıraba dolduruyor,

Çoğalıyor eksiklerim…

Herkese yabancıyım, herkese fazla;

Ya da herkes bana fazla…

Ben bendim ama sen gittin;

Yetişemedim gidişine,

Tutunamadım giden yanına…

Tek değil kendimi kurtarmam;

Ama çok geç…

Kavgalıyım her şeyle; hatta kendimle!

Bir tek senle barışığım; bir tek seninle…

Şimdi düşünemiyorum;

Neden düşünmem gerektiğini bile…

Sadece yazıyorum ve eksilen yanlarımla

Bir tek seni sevmeyi başarıyorum…

                             …

KONUŞ BENİMLE...

Ben sustum

Sustum, ama içimde bir can feryat ediyor

Yükseliyor arşa kadar harflerim…

Yüreğim daralıyor,

Sen uzağıma düştün, ama uzağım olamadın

İçimde sana yakın sevda büyüyor…

Çare olamayınca hiçbir şey halimize,

Sustum…

Sustum, ama içim sözlerle çoğalıyor!

Bir kıyamettir kapımda bekliyor,

Asam yok ama dilimde aynı dua:

“ Rabbim gönlüme genişlik ver”,

“Dilimden şu bağı çöz ki anlasınlar”.

Acıma susmak da yetmiyor…

 

Ben sustum, sustum ama tüm azam çırpınıyor

Söz…

Söz ki beni tanımlıyor,

Sözlerim sana kaçıyor…

Susmak her zaman çare değilmiş,

Her susuş anlamlı gelmiyormuş insana

Yetmiyormuş olanı değiştirmeye,

Susunca açılmıyormuş kapanan kapılar,

Susmak her zaman olgunluk değilmiş…

Söz birikince susmak feryadın gölgesine siniyor,

“Gene de sen söyle “ demiyor mu Mevlâna?

Susma!

Gene de sen söyle sevgilim!

Acıyor zaten her bir yanım,

Harflerine muhtacım…

Çare olmasa da sözlerin,

Sesinle daha güçlüyüm ben!

Söz…

Bulmak ve yitirmek bazen,

Dağıtmak ve toplamak kimi zaman,

Söz aşk, söz savaş, söz acze,

Yine de söz kurtuluş, nefes, yarın

Söz işte…

Âşık her defasında söz arıyor,

Sevgilinin sözleriyle tamamlanıyor…

Ben sustum…

Sustum, ama sana çoğaldım,

Artık suskunluğun daraltıyor!

Ben senin güzelin değil miyim?

Söyle artık, niyaz edeyim!

Sustum, suskunluğum gözlerimden boşalıyor

O vakit sığındım söze:

“Yalvararak ve ürpererek yüksek olmayan bir sesle”

Sana seslendim ötelerden

Ne olur, ne olur  konuş benimle! 

MUALLA!

Mualla!

Hüznün rengi çökmüş gül yüzüne

Aynalara kederli bakan sen misin muallâ

Bak nasılda geçmiş zaman

Sevdalar yalan…

Hayat yalan…

Dostlar yalan…

Koca kalabalığın içinde

Bir tek sen misin muallâ yalnız kalan?

Rüzgâra savururdun saçlarını

Gülüşünü bulutlara

Bir yetime kahkahaydı bakışın

Şimdi neden bunca keder muallâ?

 

Gözlerin dalgın bir bahar rengi

Yeşil mi sana sevdalı sen mi yeşile

Ah… Mualla ah…

Dinlemedin ki beni

Sandın ki her yürek sen gibi yaşar sevgiyi!

Kızım muallâ!

Sende kabul et artık…

Keder yağdı ömrüne

Hayalleriniz vardı dostlarınızla

Hani hep birlikte olmak adına

Bir ömür dostluk türküsünü yazmak adına

Her biriniz dağıldınız ayrı bir mekâna

Kızım muallâ

Hayalleri sandığa sizde sarmaladınız

Bak nasılda sırıtıyor zaman

 

Düşlemek güzeldi bir vakit

Yoksa yaşamak karanlık be muallâ

Hayal kurmak yetmiyor,

Umut etmek, dilemek kâfi değil anla

Ne dostlar kaldı karanlığında

Ne aşklar ne de yangınlar

Ölürüm diyen ölmüyor anladın mı sonunda?

 

Zaman önünüzde dev bir canavar

Ah muallâ… Ah!

Seni en iyi ben anlarım

Sevdalandın mı birine

Ellerin titreyiverir birden

Gözlerin ağlamaklı bakar dünyaya

Bilirim sevdalısın birine

Bilirim yine olmayacak birine

Kızım muallâ

Sende hep olmayacak birine vurulursun be

İllâ itiraf mı istiyorsun

Aynaya bak ne kalmış senden geriye

Yüreğin yanar bilirim

Ama güçlü kızsındır be sen muallâ

İllâ itiraf mı istiyorsun

Aynaya bak ne kalmış senden geriye

Yüreğin yanar bilirim

Ama güçlü kızsındır be muallâ

Biz seninle nelerin üstesinden gelmedik ki

 

Bak solgunca bakıyor

Lise defterimin arasından bir gül resmi

Biraz olsun anlasana ümitsizliğimi

Koy ellerini yüreğine

Saçların savrulmasa da olur

Bırak bakışların umut olmasın bulutlara

Sen yinede dokun hayata

Ne o ağlıyor musun?

Bak yine bir veda,

Yine hıçkırıklar boğazında

Bilirim sevdalısın be muallâ

 

Hüznün rengi çökmüş gül çehrene

Aynalara kederli bakan sen misin?

Bak nasıl da geçmiş zaman

Nasılda derinden sarsarak

Ah… Mualla ah

Sıyrıl duygulardan aşk sana göre değil

Mualla;

Hüzünlere boyanmış sevdaların

Sana seslenen bir yabancı değil

Ruhunu sığdırdığın bedenin

Mualla duy sesimi

Sakın kötü bir şey getirme aklına

Bilirim sevdalısın bir yabana

Ama ne olur duy sesimi!

Aşk sana göre değil…

 

Gözlerin dalgın bir bahar rengi

Yeşil mi sana sevdalı sen mi yeşile muallâ!

Kızım muallâ!

Aşk sana göre değil…

Kim bilir daha kaç yangın bekler seni?

Bakma öyle uzaklara

Sana seslenen bir yabancı değil

Hayatını adına yükleyen kişi

Bilirim sevdalısın be muallâ

Ama aşk sana göre değil

SESSİZ GEMİ

Ayrılmak, biraz da ölmektir/ayrılık küçük bir ölümdür
          
          I/ İÇ SES BU BAHSİ KAPA

Aşkın onarılmaz yarasından geçiyordum. Ahlar ağacının feryatlarının arasından. Kan revan güllerin saldığı baş döndürücü kokuların arasından kıvrılıyordum adanın sonbahar yaprakları ile kaplanmış yollarına… Deniz kokusu, çimen kokusu, belli belirsiz acı çığlıklar atan vapur sesi ile karışarak dökülüyordu gönlümün kıyılarına…

Çıplak ayakların yapraklarda beliren gözyaşlarını öptüğü yerde kanıyordu mazi. Belli belirsiz, bir fısıltı gibi, sanki yerin yedi kat dibinden yükselen bir feryat gibi sarsıyor, çıldırtıyor, telaşa kapılan bir kalp gibi yerinden çıkacakmışçasına çarpıyordu yüreğime. Soluk soluk bir kıskançlık krizinin acı kokusu yakıyordu yüreğimin genzini.

Oysa ben bin dokuz yüz on altılı yılların, ince parmakları ile nazenin dokunuşlarla duygularını tuvalin beyazlığında resmetmek için önce beyazlığın kirletilmesi gereken o yegâne bezin nakkaşına dokunacaktım. Kim bilir yine hangi rengine takılıp,  hangi çizimini sermaye ve nakkaşın ruhunu bahane edip ruhumdan söz açacaktım ki Yahya’ya takıldım.

Yahya…

Soluksuz mısraların şairi…

Nakkaşın kalbinin fatihi…

Önce tıkanıp kaldım. Sonra irkildim yapraklar düşerken adanın koynuna, kalbimi bu hikâyeden başka hiçbir dekorla süsleyemediğim için yiterek ve eskiyerek Celile yerine bir kez de ben dokundum Yahya’ya!

Bilmiyordum acının ertesi bir vaktin, asırları aşıp da iki bin on dörtlü yılların alnından damlayıp gönlümü esir alacağını. Celile’yi yakan vedanın hesabını soracağımı. Yahya’yı çıldırtan ayrılığı mazur göreceğimi... Aşkı katleden tüm yanları ile saracağımı… Aşkın tüm naz makamının yaksa da yüreği ‘aşkın sıratı ateşle beslenir’ diyerek hoş göreceğimi… Sonra bu aşkın bana, ruhuma, alnıma, bahtıma kıvrıla kıvrıla giden aşkları yazdıracağını… Bilmiyordum içimde bir Celile taşıyacağımı… Adanın ayaz bir gecesiyle karşılaşıp da Yahya’nın asırlar önceki soluksuz nefeslerini ensemde hissedeceğimi… Nefesimi tutup da içime Yahya’yı çekeceğimi… Her çekişte âh ile kıskançlık ile felç olan Yahya’nın kaderine ineceğimi, git derken öldürdüğünün Celile değil de kendi varlığının olduğunu idrak edeceğimi ve bu bilinçle Yahya’ya soracağım hesaptan döneceğimi… Bilmiyordum…

Ama bildim elbet bilmediklerimi… Ada sonbaharı yaşarken, acı acı martılar İstanbul’un işlek caddelerinden süzülüp denizin üzerinden yükselerek Celile ile Yahya’nın bin dokuz yüz on altı yıllarındaki o soluksuz gecesine doğru kanatlanırken bildim. Güzel bir kadını taşımak şair yüklü bir adamın kalbine de ağır gelirdi. Kıskançlık kuyusuna bir şairde düşerdi. Hem de nasıl bir düşüş…

Yağmur ince ince düşerken yüzüme, tenime rüzgârın elleri bir dokunup bir geçerken, ağaçlar yapraklarını dökerken ben de gönlüme döküyordum Yahya’nın yüreğini, Celile’nin gidişini… Belki de gidemeyişini… Şimdi ben kelama meftun olan yanımın esaretini en kadim özgürlüğüm bilip taşırken alnımda, ellerim titreye titreye bir nakkaşa ve bir de içli şiirler yazan bir şaire mi kelam akıtıyordum.

Geceye süzülüyordum. Hafif üşüyerek, içim titreyerek. Yağmura imrendiğimden olsa gerek ağlayışlarımın eşiğinde aşka mütemadiyen eriyerek bir sevdaya dokunuyordum. İncitmeyi istemeyerek, aşklarının yarasını elmas bir kolye gibi avuçlayarak… Kanıyordum, yanıyordum, soluksuz kalıyordum. Kimselere söyleyemediklerimin yükünden olsa gerek bükülüyordum ve sonra daha da sokuluyordum bu iki yüreğin hatırasına. Onlarda gördüklerimi hiç anlatamayacakta olsam onları anlatacak olmanın ferahlığı gibi bir ferahlıkla dinginleşiyordum.

Bulanır gibi oluyor gök, içine kapanıyor. Bulutlar lacivertten siyaha doğru olan tonunu giyiniyor. Deniz hırçınlaşıyor. Bir fayton geçiyor önümden, yetişemiyorum giden yanına. Ürperiyorum. Uçuşan elbisemin içinde titrek bir gül gibi direniyorum soğuğa. O vakit tüm heybeti ile Yahya beliriyor gözlerimin önünde. Heyecana kapılıyorum. Isınır gibi oluyorum.

 

Gözleri bir gidişten kalma kısık ve karanlık… İçinden derin şiirler kanatlanıyor Celile kokuyor her mısra… Hep bizi feda ediyorsun, diyor mısraları. Mazi kanıyor. Sesini ilk kez duyuyorum, gözlerine ilk kez bakıyorum, bakışlarını sakınıyor. Belki de Celile’nin gözlerinden hayâ ediyor. Sana bakınıyordum diyorum utangaç ve istekli  ‘ Tabi bir hikâye uğruna, değil mi’ diye ilave ediyor. Duruluyorum, sonra çarpılıyorum. Yahya neden git der bir adam öteki yarısına diyorum, bu kez o burkuluyor. İçim acıyor, çok acıyor; Hikâyeden başka ne var ki kalbi anlayacak, diyorum da ışıldıyor.

Yok, olmadığınızı ispat etmek için ve benim de yok olmadığımı kendime ispat için, hikâyeden daha ciddi ne var ki diyorum? Ve hikâye çok çetin diyorum, aşk sıratta ve gönül çok kırılgan… Ben ki aşkın onarılmaz yangınlarında yolumu kaybettiğim vakitten bu yana adalara doğru sürüklenen incinmiş kâtibe, yolum sana çıkınca şiire dönüşüyorum. Şimdi anlıyor musun beni, sakındığın bakışlarındaki kadını en iyi ben anlıyorum. Şimdi inanıyor musun bana, ayrılığı yutkunamıyorum.

Ben ki hesap sormak için gelmiştim kapına, bir kez Celile için bin kez asırlardır ayrılıkla sınanan ve ellerini bırakan sevdiklerinin acısını taşıyan tüm kadınların adına. Ama bakınca gözlerine, düşünce hatırana bir kez de Celile’ye kızıyorum. Kadın yanımıza, bırakan elin peşinden savruluşumuza kızıyorum. Hissediyor musun şimdi beni, eyy Yahya, sevdiği dilbere emsalsiz şiirler yazan Yahya! Şüphe ve aşkta gidip gelen kalbine tutsak, kıskançlığına eğilen Yahya, bıraktığın Celile’yi kalbinden söküp atamadığına yeminle tanık oluyorum.

Yahya gözlerimden kaçırdığı bakışlarını adanın denizlerine çevirerek fısıldıyor, öyleyse şimdi de kendini feda et ve göster hikâyenin değer olduğunu diyor. Asıl peşinde olduğunun bende gördüğün kalbinin olduğunu kendine itiraf et diyor. Ürküyorum, kalbindekini affedersen beni de affedersin diyor, bu hikâyenin peşine düşüşünün kalbindeki sınanışın olduğunu gör diyor.

Nasıl diyorum, yaşa diyor inanılmaz bir kararlılıkla. İnanılmaz bir acımasızlıkla. İçimden yükseliyor kızgınlık… Celile isyanın içinde iken onun yanından çekip gittiği gibi şimdi de bana içimdeki acıyla yaşamamı söylüyor diye öfkeye kapılıyorum. O ısrar ediyor gözlerimde yanıp sönen kızgınlığa takılmadan, Celile’den aşina olmalı ki hoşuna gidiyor kızınca gözlerimde beliren yıldızların varlığı. İlk kez bakıyor yüzüme “Yaşa!” diyor. Süzülmelisin aşka, ölmek bize düşüyor diyor. Bu kez utanıyorum. Celile yaşasın diye ölmeyi tercih ettim mi demek istiyor bana diye yaklaşıyorum bir adım daha siluetine ve bin adım daha hikâyesine. O bir nehir gibi anlatıyor. Yargılanan da bizdik, kanayan da. Git diyen de bizdik gidemeyen de. Ayıplanan ve hor görülen… Mısraları büyütüp de vuslata erişemeyen de bizdik, terk etti diye ilan edilen de… Hep bizdik sevdaları yarım bırakan adamlar kervanının en kadim ismiydik; güçlü kadınları sevince belki ürktük. Şimdi kalbini görecek kadar ve gidene rağmen yaşayacak kadar güçlü olduğunu göster. Al artık rolünü üzerine, Celile gibi yutkun acını ve şuh kahkahalar at. Yargılanmayı âdeme bırak. Hadi al öykümü, yaz; git derken ölen yanımı yaz; terk ettiğimin asıl kendim olduğunu yaz! Bir de Celile’nin ömrüm boyunca sevdiğim tek kadın olduğunu yaz.

Bir kez de o kendini kurban ediyordu.

Bir kez daha feda oluyordu.

Gece ilerliyor, zaman geçmişe; o geceye akıyor. Yahya kıskançlıkla deliye dönüyor. Ben üzerimdeki bu güne dair kıyafetlerden 1916’lı yılların kıyafetlerine bürünüyorum. Saat sevdayı kıskançlık geçiyor.  Yahya deliye dönmüş şekilde adadan gidecek bir vapur arıyor. Sokaklar karanlık, hava soğuk ve sisli. Geçimsiz düşlere düşüyor, şüphe içini bin dirhem kemiriyor.

Her şey hiç geçmemiş gibi canlanıveriyor. Her şey yitik noktasından akıyor, canlanıyor. Bu güne dair her şeyi birer birer yok ediyorum. Bana bir tek Yahya ve Celile kalıyor. Sesi, sesi kıskançlık girdapların da Yahya’nın... Celile sevdiği adamın sokaklara düştüğünü bilmiyor; muhtemelen geceyi tuvaline nakşediyor.

İç ses bu bahsi kapa diyor, yanarsın! Gönlüm ille de yaz diyor; aklım unut! Ben ki gönlü akıldan üstün tutanım. Bu yüzden aklımı devirerek, iç sesime sus korkma diyerek; gönlümün elimden tutup o geceye yürüyorum.

 

İşte Yahya, gecenin ellerinde… Titreye, üşüye. Celile’nin peşinde bir şairin en deli tonuna bürünüyor.

 

 

 

 

 

 

II / Gönül gördüklerinden razı

                         …

O ki hep öznesi oldu ömrümün, eylemlerim ona yönelikti. Ben Yahya! Sağın ve solun çatıştığı noktada solun bünyesinde açan eşsiz resimler çizen ve dönemin en güzel kadınlarından Celile’ye mahkûm şair. Şairliğimi anlamak isteyen en çok o kadını bilmeli, bilmeli ki şiirlerimdeki gel sesini işitmeli. Bilmeli onun için kıvrandığımı, davamın içerisindekilerin hayıflanmalarına, davama karşıt olanların kabullenmediği aşkımı dillerine dolamalarına aşk uğruna katlandığımı idrak etmeli.

Sevmenin şefkatli elleri ile okşanırken yüreğim, kabul görmeyen aşkın sorgulamalarında adımın nasıl lime lime edildiğini anlamalı bana bakan yürekler. Ben ki gururlu olan yanımı sevdiğim kadının oğlu olan öğrencime dahi çiğnetecek kıvama gelecek kadar aşka tutulan adamın ta kendisi… Tutuluşuma isyan ederken dahi bu aşk için yandığıma ve bin duaya kapıldığıma bin kere tanık olmalı beni bilen yürekler.

Bilmeli, 1900 yıllarında dillere destan güzellikte bir kadın olup da Osmanlı’nın meşhur valilerinden Nazım Paşa’nın oğlu Hikmet Bey ile evlenen ve ona iki evlat veren yetenekli, güzel ve camiada göz kamaştıran Celile’ye yıllar sonra adımın eklendiğini… Evliliğinde şiddetli sorunlar yaşadığı günlerde öğrencim Nazıma ders vermek için evlerine doğru akan kaderimin bir süre sonra Celile ile kaynaşan ruhumla aşkın ateşine kapılıp da adımızın bir, ruhumuzun bir olduğu bir yazgıya dönüştüğünü anlamalı bize bakan yürekler. Celile benden önceki hayatındaki zincirlerini koparıp zaten sarsıntı da olan nikâhın gölgesinden azat olunca benimle kadere dönüşüyordu.

Tutkuyla, aşkla, kıskançlıklarla dolu aşk ile tarihin sayfalarına karışıyorduk. Celile oluyordu adım, şiirlere dönüşüyorduk. Ayaklanmalar arasında aşkı yaşıyorduk; bizi birbirimize bıraksalar elbet akacaktık sonsuzluğa yahut tahammül edebilseydim bir yanı şüphe diğer yanı teslimiyet olan bu aşkta vuslata erişebilirdik de tutamadım Celile’yi bahtımda. Sonsuzluğa akan iki nehir gibiydik usulca…

Usul usul Celile’nin şefkatli ruhunda doruklara yükselirken varlığım, Celile’nin uğruna eğiliyor, eziliyordum başkalarının önünde. Bu eğilişle kanıyor, aşk kalbime sığmıyor, doruklar kalbime tırnaklarını geçiriyordu. Uzun bir süre dedikodular öğrencilerimin diline kadar düşünce görev yaptığım okula uğramadım.  Görevden kaçılmazdı ya en sonunda ayaklarım geri geri de gitse düştü öğrencilerimin yoluna. Okulun koridorlarından süzülürken varlığım, ben de Celile kokusu ile heybetli bir aşk taşıyorken okula gitmediğim günlerin ertesinde şimdi yeniden adımlıyordum koridorları. Bir anda karşımda öğrencim Necip Fazıl belirdi. Yüzünde şahı mat edecek bir gülümsemenin tesiri ile araladı dudaklarını:

“Hocam, kibrit suyu içerek intihara kalkıştığınızı duyduk… Sınıfın bu durumdan duyduğu derin üzüntüyü size söylemek isterim…” deyiverdi de içimdeki aşk gururumu zedeleyip, varlığımı sarsıp, gözlerimden ateşler fışkırtarak beni ele geçirdi. Nasıl olurdu da deniz harp okulu öğrencisi olan bir bahriyeli için kabul görseydi bu alay?! Öğrencim Necip Fazıl “Bu aşk ilişkisini alaycı bir şekilde ima eden” sözleri nedeniyle “Kodes” adı verilen tahta dolabın içinde cezaya gönderilirken ben de içim burkula burkula da olsa aşkıma kaldığım yerden tutunmayı seçtim. Yine de gururumun isyanını işitmeden edemedim. Ah Celile senin yüzünden incindim.

Ben Yahya; bir aşk için bin kişi ile güreştim de kalbimdeki şüpheye yenildim. Ağır ağır ve aralıksız iniyordu aşkımıza darbeler. Günlerden bir gün elimi siyah pardösüsümün cebine bırakılan bir nota değdirdim. Ellerime aldığım notun kalbime indireceği darbeden habersiz kelamın çetinliğine değdim. Önce bir çırpıda sonra yavaş yavaş ve defalarca okudum da bir türlü sindiremedim. Sevdiğim kadının oğlu, talebem bana meydan okuyordu. Bunu kendime yediremedim.

“Hocam olarak girdiğiniz bu eve ikinci kez babam olarak giremeyeceksiniz!” diyordu da Nazım, aşkım içleniyor, takatim kesiliyor, sevdiğim kadın yüreğime oturuyordu. Uzunca bir müddet gidemiyordu ayaklarım o eve, talebem beni gönlüne sindiremiyordu. Annesinin yanında istemiyordu. İstenmiyordum. Sevdiğim kadın şen şakrak gülüşlerle evlilik hazırlıkları yaparak benle muştu hayalleri kurarken ona akan her zerremin hatrı uğruna ölüme bile koşacakken Nazım ile güreşmeye cesaret edemiyordum.

Celile’m… Güller kadar, ahular kadar, sular kadar güzel iken; yüreğime adını nakşetmişken ve ben hiç kuşkusuz ona ait iken onun evlilik için ısrarlarına yönelemiyordum. O İstanbul’un dillerine düşmüş adını umursamadan bana evet demişken ben onu deli gibi kıskanan ben onunla gönül nikâhı hak olan yanıma bir de ömür nikâhını hak kılmak için adım atmaya yönelemiyordum.

Ben Yahya!

Kimse kınamasın beni; ben ki bir başka göze bakmadım yemin ki…

Yahya tıkanıyordu. Sular seller gibi geçerken büyük aşkının hatıralarından bir öyküye sığamayacak kadar derin olan ömrünün Celile kısmından tıkandığı yerleri haykırırken, ben aşkın şüphe yanına takılıyordum. Elim göğsümde nefes alsam kurtulacaktım, alamadım… Gök karardı, gece ilerledi… Sahi biz o gecedeydik değil mi? Niye daha öncesine gitti Yahya! Belki de o geceden öncesini anmadan edemedi… İlk kez Yahya’nın git deyişine sitem etmeden bakıveriyorsam şayet bilin ki seven bir adama git demeyi yakıştırdığımdan değildi… Yeminle Yahya’nın Celile’yi sevdiğinden şüphe etmediğimdendi.

Ben Yahya! Celile’yi deli gibi kıskanan şairin ta kendisi! 1916 yılından 1919 yılına kadar bir kadına deli gibi âşık oldum.

Bu kadın yazın adada otururdu.

Ben de orada idim. Deli divane olmuştum.

Sonbahar ’da Nişantaşı’ndaki evini düzenlemek için İstanbul’a inerdi.

1916 Sonbaharında yine İstanbul’a iniyordu.

Ben müthiş muzdariptim.

Artık vapur giderken iskeleden mendil sallamalar, ağlamalar…

O gidinceye kadar Ada dopdolu idi.

Gider gitmez benim için boşalıverirdi.

Tam o günlerde Berlin Büyükelçisi Hakkı Paşa İstanbul’a dönecek lafı çıktı.

Hakkı Paşa, benimkinin uzaktan akrabası oluyordu ve İstanbul’a geldiğinde geceler düzenler, İstanbul’un bütün güzel kadınlarını çağırırdı.

Benimki de oralara gidecek diye içim burkuluyordu.

Hatta kendisine bu endişemi söylemiştim.

Gitmeyeceğine yemin etmişti.

Bir gece Ada Oteli’nde otururken, yandaki iki kişinin ‘Berlin Büyükelçisi bu gece davet veriyor… İstanbul’daki bütün güzel kadınlar davetli’ lafını ettiklerini duydum.

Müthiş bir acıyla yerimden kalktım.

İskeleye doğru gittim. Son vapur çoktan kalkmıştı.

Sert bir lodos esiyordu. Deniz karmakarışıktı, ancak ne olursa olsun, sandalla Maltepe’ye geçmeye karar verdim.

Sandalcılara gittim, yanaşmıyorlardı.

Çok para verince biri ikna oldu.

Açıldık, bir süre sonra lodos büsbütün arttı.

Denizde çalkalanıp duruyorduk. Sandalcı bana küfretmeye başlamıştı.

Ölmek üzereydik, ama ben sadece sevgilimin katıldığı geceyi düşünerek müthiş bir kıskançlık duyuyor ve bir an önce orada olmak istiyordum.

Sırılsıklam Maltepe’ye gelebildik.

Hemen bir kahvehaneye gidip, araba bulmaya çalıştım.

Yoktu…

Bunun üzerine Maltepe’den Bostancı’ya yürümeye karar verdim.

Tren yoluna çıkarak koşmaya başladım.

Maltepe-Bostancı arasının bu kadar uzun olduğunu o zamana kadar fark etmemiştim.

Ben Yahya, yeminle Celile’yi çok sevmiştim. Ona değecek gözleri içimde katletmiştim. Onsuz gecelerin zehri ile artarken kıskançlıklarım haşin bir adama dönüşmüş ama vallahi de onu çok sevmiştim.

Kan ter içinde Bostancı’ya geldim.

Vakit hayli geçti.

Karakola gittim. ‘Bana bir araba bulunuz hastam var’ dedim.

Aradılar taradılar birini buldular.

Yine bir sürü para verdim. Arabayla yola koyuldum. Kadıköy, oradan Üsküdar… Karşıya geçtim. Doğru Nişantaşı!.. Sevgilimin oturduğu apartmanın kapıcısı ahbabımdı. Penceresine vurarak onu uyandırdım. ‘Benimki evde mi’ diye sordum?

Adam hâlime bakıp şaşırdı: ‘Evde, bu akşam hiç çıkmadı!’ dedi, ‘Ne diyorsun?’ diye bağırdım. Bütün katettiğim mesafe sanki başıma yıkılmıştı. Eve kaçta geldiğini araştırttım.

Sözüne inanamıyordum. ‘Çık bir bak! Evde mi?’ diye adamı zorladım.

Adam apar topar çıktı. Bir münasebetle hizmetçisine sormuş uyuyor! Demiş… Geldi haber verdi. Sanki dünyalar benim oldu.

Apartmanın karşısında bir arabacı mekânı vardı. Orada sabaha kadar vakit geçirdim. Sabahleyin, doğru eve çıktım. Benim hâlim berbat. Toz toprak içinde olduğumu görünce şaşırdı ve hemen anladı. Sarmaş dolaş olduk.

Billahi de Gönül gördüklerinden razı…  Gönlüm Celile’ye seyyare… İçim bir hoş, Celile o sabahta çok güzeldi, diğer tüm sabahlar gibi… Ve ben bir tek onun gözlerinde iken şüpheden ırak, aşka meftun, kelama tutkundum.  Ve bilin ki kalbime onsuzluk en büyük vurgun!

Görüyordum ki Yahya’nın yüzünde aşkın şüphesinden teslimiyetine gidişler med-cezir misaliydi. İçinde bir volkan taşıyordu ve o volkanın lavları sızdıkça yüreğinden aklına, akıl onu olmaza sürüklüyordu. Yahya dedim, gecenin en karanlık noktasında, üstü başı kir içindeyken, yorgunluktan bitap düşmüşken Celile’ye inansaydın şayet düşmeseydin gecenin bir yarısı yollara daha dingin, uysal yaşanmaz mıydı bu sevda! Sustu, bu soruyu kendisine defalarca sormuş olacak ki tıkandı.

O vakit anladım aşkı sınayan kapılardan biri de şüpheydi, en çetiniydi. Teslim olacakken geri durduran, sevgiliyi yiyip bitiren şüphe… Sol elimi kalbimin üzerine koydum, sağ elimin şehadet parmağını göğün yedi kat üzerine yönelterek dedim ki “Ya Hay, şüphe ile sınama! Bana aşk kalsın. Yahya’nın düştüğü kuyuya düşürme, bana umut kalsın”… O vakit Celile’ye sarıldığı an dinginleşen Yahya’yı gördü gözlerim. İçimden dingin denizler aktı. Bu kez teslimiyetle dedim ki “Ya Rab, aşk ile sınanışta yolum şüpheye varacaksa da şüphemi yârin kollarında erit”… Başka da bir şey demeye dilim varmadı.

III. / Elveda Sevgilim elveda

Ayrılmak, biraz da ölmektir

                …

Öykünün bu kısmına uğramayı yeğlemezdim. Nazenin bir sevdanın tüm iniş çıkışlarını hıfz edip de yok oluşuna tanıklık etmeyi dilemezdim. İçimde büyüyen emsalsiz şiirlerin deva şairinde sevdiği kadına ‘git!’ diyişini işitmeyi hiç istemezdim. Git, gittt derken gitmeye dönüşen fısıltıları işitmeseydim Yahya’yı asla affedemezdim. Celile de işitmiş midir ki diye düşlerken Yahya’dan İbrahim’e akan kaderini görmeyi dilemezdim. Celile’yi hep Yahya ile aşka dönüştüren kaderin, ondan başkasına eş kılan tahtını içime sindiremezdim.

Celile hanım oysa ne kadar da güzelsiniz , Yahya’nın ellerinde şiire dönüşürken mi sadece güzelsiniz ve o sizi severken mi duru bir su çiçeğisiniz?! Bilseydiniz kaderinizin ayrılığa dönüşeceğini yine de sever miydiniz?! Hiç kuşku yok ki severdiniz, bu yüzden siz ve sizin gibi kadınlar göğsünde yarasını elmas bir kolye gibi taşırken gülümsemeyi ve yeniden yola koyulmayı, git diyişlere razı olarak aşkın selâsını içinde hıçkırıklara boğup iki kere kadın olmayı öğrenirler. Ben öğrenmeyi dilemezdim. Ben iki kere kadın olmak yerine sırtlanmayı tercih ederdim… Eder miydim ki?! Edemezdim!!! Etmiş olsaydım adanın yollarına düşüp de Yahya’yı o geceye bir kez de ben getirir miydim ve sana hiç dokunmayı ister miydim?

Ben Celile!

Şair Nazım’ın annesi, Oktay Rıfat’ın Teyzesi; yaşadığı dönemlerde ruhunu tuvalin beyaz deryasında raks ettiren, kadınlığının girdaplarından beslenen kadın, yani Şair Yahya’nın sevdalısı! İçim içime yetmiyorken, Nazımın babasının itelediği kadınlığımın tutsaklığını, beni gör diye çırpınırken eşimin beni görmeyişinin buhranlarını nakkaşlığımın içinde büyütüp tuvalime damıttığım fırça darbeleri bile yok etmeye yetmediği günlerde Yahya’nın şairane yüreği ile karanlığı güneşe dönen kadının ta kendisi oldum. Yahya karanlık günlerimin dostu, zincirlerimi kırdığım günlerin ertesinde en büyük aşkım!

Yahya ki kadınlığımı keşfettiren keşif; ruhumu şiirleştiren şair, ayaklarımı yerden kesen ve bana hayata meydan okutturacak kadar çılgın bir aşkı hissettiren sevdanın öteki yarısı… Ahh, ne çok isterdim onunla bir bütün olmayı lakin Yahya’nın içini kemiren şüphelerin ve evlilik korkusunun mağduru oldum. Severdi oysa beni, bir çiçeği okşar gibi itina ile okşardı yüreğimi.  Yağmurda ıslanır gibi ıslanırdı sevdamın göğünün altında. Hiç şikâyet etmezdi. Gözlerime bırakırdı gözlerini, bir başka kadına göz ucu ile bakmazdı. Adımı tarihe deli gibi kıskanılan kadın olarak yazdıracak kadar kıskanırdı beni.

Öyle ki o kıskançlıkların eşiğinde bizi yorar, bu yorgunlukları ertesinde suskunlaşır, içine kapanır benden kaçar sonra derin acılar çekerdi. O günlerde evimde büyük evlilik hazırlıkları yapıyor, Yahya ile kuracağım evliliğin her bir detayı için koşuşturuyordum. Zira Yahya benim aşk yanımdı. Hayalini kurduğum adamın ta kendisiydi. Günlerdir görmüyordum onu, içime şüphe girsin istemiyor ve sorgulamıyordum onu. Ama onu görmemek içimi kemiriyor, yokluğu dayanılmaz sancılar çektiriyordu bana.

Bir şaire mektuplar yazıyordum titrekçe… Sonra özlemle gönderiyordum. Yahya benimdi, sevdiğimdi, kaçsa da benimdi. Diyordum ki “Bugün Pazar belki gelirsin diye üç vapurunu pencerede bekledim…

Gelmedin mahzun oldum…

Verdiğin konferansa gelmedim, kalabalıktır memnun olmazsın diye, fakat hep aklım sende idi…

Çok çok göreceğim geldi…

Beni niye aramadın…

Sana gücendim canımın içi, pek göreceğim geldi… Ben o günden beri yani Salı gününden beri evdeyim, dikiş dikiyorum… Evimiz için çalışıyorum…

Yazdım ağladım, ağladım yazdım. Gönderdim yüreğimi zarfa koyup oysa Yahya kayıp gitti kalbimden bir yıldız gibi, o kayarken onu diledim de yine de bana gelmedi. O evlilik benim bahtıma onun katında saadete erişmedi.

Şimdi bu hikâyeyi tamda burada yeniden gözden geçirmeliyim belki de. Bekletilen tüm kadınlar adına. Yitip giden tüm adamlar adına. Korku ve şüphenin esareti olan tüm adamları bir kez daha aşkın tahtına oturtup gözyaşları dinmeyen kadınların adına bir kez daha tanımalıyım! Kalbim yerinden çıkacakmış gibi dur demeliyim, Celile adına Yahya’ya! Söylesene Yahya, söylesene özlemlerin şairi nedir senin aşka ettiğin? Nedir senin canımın içi diyen Celile’ye ettiğin?! Yahya kimden kaçıyorsun? Sen kaçınca aşkın diner mi sanıyorsun!?!Neden öykümün tamda özlem kısmında bu evlilik hiç gerçekleşmedi dedirtiyorsun! Yahya sen bana niye bu ayrılığı yazdırıyorsun?!

Bu kez bir mektup da Yahya yazıyor, kim bilir nasıl yazıyor. Saman rengi bir kâğıda aşkının olmazlarıyla harfleri düşürüyor, harfler kâğıda düşerken kalbinden aşk düşüyor. “Üzgünüm, beni affet seninle evlenemeyeceğim!” diyor Yahya! Mektup Celile’nin ince parmaklarının arasına dokunuyor. Sevdiği adamın kalbini okumak adına açarken aklıyla karşılaşıyor. Ahh akıl kaçıp gidesin diyor, yitesin diyor; Celile’nin gözlerinden Yahya akıyor…

Ne demek şimdi bu?!

Bu şu demek!

Yaşamayı tümden iptal etmek demek.

Tanımsızdır üstelik aşka akıl ermez.

Aşkı yüklenmenin sorumluluğu akıl gibi densize verilmez!

Gönlün taşıyacağını akıl yerle bir ederken;

Kalp akıldan davacı olmadan edemez.

Günaydın sevgilim, günaydın; bu aşk gitmekle bitmez!

Bin ayrılıkla sınan yazana ayrılığın felsefinden söz edilemez.

Şimdi önümde Celile’nin valizini toplayışı, Yahya’nın aklının yitirip de onun ardından koşuşu ama korkularına yenilip de ardından kal diyemeyişi… Celile, Yahya’nın onunla asla evlenmeyeceğini anlayınca duramaz onunla aynı şehirde. Toparlar dağınıklığını, dağıtır yüreğinin eteğinden gözyaşlarını Paris’e doğru uzaklaşır… İçine gömer sevdiği adamı, gömmeyip de ne yapsın; her güçlü kadın gibi sırtlanmayınca sevdiği adam tarafından, iner aşkın tahtından akıp gider yokluğa… Yahya’nın ellerinde Celile kokusu taşıyan bir mektup ve sevdiği kadının göğsünden aldığı bir çiçek… Yeter mi seven adama; yetmese de git derken hak etmiştir yetinmeyi!

 

Celile uzaklara, çok uzaklara gider… Yahya’nın aklı uzaklara çok uzaklara kaçar… Gecedir, anılar süzülür ikisinin arasından yokluğa. Aşk terbiye eder, aşk sınar, aşk çıldırtır ama aşk kayıp giderken dahi silmez isimlerini…  Ve Yahya denize karşı, yüreği aşka telaşlı, aklı kaçık bir hâlde mırıldanır Celile’nin ardından mısra mısra yüreğini… Ve yüreği Celile’ye dökülür.

Artık demir almak günü gelmişse zamandan…

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan…

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol…

Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol…

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli…

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli…

Biçare gönüller!.. Ne giden son gemidir bu…

Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu…

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler…

Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler…

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden

Birçok seneler geçti dönen yok seferinden…

Yahya gitme deseydi, bir kez olsun gitme deseydi; Celile gidebilir miydi?! Elbet gitmezdi. Sessiz gemi böyle içlenmezdi. İki bin on dörtlü yıllardan bir yazar rıhtımda oturup da bu öyküyü yazmak için bu şiiri dinlemezdi…

Elveda sevgilim, elveda; ayrılmak biraz da ölmektir…

 

 

 

 

 

 

IV / SON BÖLÜM &TOPARLAN KALBİM AŞKA

"Ne Me Quitte Pas / Beni bırakma!”

                        …

       / Yahya bir öykü kahramanına dönüşeceğini bilmiyordu oysa. İstanbul’da ölürken hikâyesinin peşine düşecek bir kâtibeye; harfler bırakacağını da…”

Yapraklar geçmişten bu güne yeniden savrulurken, açık penceremden içeri rüzgâr şarkısını süzerken içli bir keman sesi gecenin matemini daha da derinleştirirken Yahya toparlayıp şiirlerini, yüreğinden öpüp Celilesini bana bir öykü bırakırken gözlerimden kırkikindi yağmurları kâğıdın ak gerdanına doğru kıvrılırken ben seni bağışlıyordum Yahya! Ve şimdi daha bir derinden anlıyordum Celile’yi. Aşkın sıratının çetinliğini, lime lime burkulan yüreklerinizin menkıbesini artık daha bir derinden biliyordum.

Bir yangın ki hiç bitmeyecek. Bir şarkı ki hep dillenecek…  Celile giderken içinden yükselen "Ne Me Quitte Pas / Beni bırakma!” feryadı hep işitilecek ama yine giden gidecek, kalan yitecek ve yazan öykücü bu kısma gelince içlenecek… Yine de söylemeden edemeyeceğim Yahya, ne olurdu bırakmasaydın sevdanın elini, tutsaydın ve sarsaydın… Geçemediğin yüreğine ömrü vuslat kılsaydın. Sıratı tartsaydın, yangını avuçlasaydın. İbrahim gibi teslim olup da ateşin güle dönüşen dansıyla anılsaydın… Şimdi ayrılık ile ölüm arasındayım… Her ayrılık küçük bir ölüm… Öykünün tamda bu kısmına gelince anlamış olmalıyım, ayrılık ölümden de acı, yine de taşımalıyım!

Ölümünün ertesinde evraklarının arasında içinde iki yapraklı kurumuş bir çiçek ile beraber bir de mektup bulunan zarfa gelince heyecana kapılmalıyım. Ve şu cümlelere gelince sizin adınıza bir kez daha ağlamalıyım “Bu zarfın içindeki hatıra, 19 Ağustos 1930’da Sirkeci garında gece saat 10’da veda ettiğim aziz bir kadının göğsündeki çiçektendir. Koparıp verdiği bu iki yaprağı daima muhafaza edeceğim…” Şimdi biraz da hesap sormaya yeltendiğim için utanmalıyım. Yine de git diyebildiğin için sevdiğin kadına hayıflanmalıyım.

Artık geçmişi getirmenin mümkün olmadığını bilmenin acizliğiyle toparlanmalıyım. Bir aşk kaldı geriye. Bir de büyük boşluk. Ve bütün bunları, bulutların ufukların üzerinde süzüldüğü güz akşamlarında, adadan İstanbul’a sevdiği kadını görmek için koşan şairi dalgalara söyleyen öykücü kaldı geriye… Beni bırakma! Tüm lisanlarda beni bırakma… Tüm tehlikelerde beni bırakma. Aşkın şüphe ve korkularında beni bırakma… Çıldırtan engellerinde beni bırakma… Beni bırakma… Bırakma beni… Bı-rak-maaa biziiii… Bizi bırakmaaa…

Kumsalın gecesi bitiyor. Ada sessizleşiyor. Önümden bir fayton geçiyor, yetişemiyorum. Üzerime ince bir yağmur yağıyor. Kıyıdan bir vapur kalkıyor. Birçok giden memnun ki kalanı düşlemek kuşlara kalıyor… Nakkaşı hiç görmedim, şairin gözleri dışında… Şair o nakkaş için eriyor, bin kere yemin ederim ki Yahya Celile’yi seviyor, deli gibi seviyor.

Peki, ama kim onların aşkını bozmakta?

Burası kalbime ağır geliyor…

Bozanlara vebal ekliyor…

Hani onları bir araya getiren ışık aşkın ellerindeydi.

Aşk ayrılıkla ışığı katlediyor.

Tümden iptal artık neşeleri…

Nakkaş yok. Şair yok.

Yahya yok. Celile yok.

Ve dahi aşk yok!

İnanma okuyucu onlar ayrılıkla tükenmiyor. Gör, hala Yahya, Celile ile anılıyor. Öyleyse gitmekle aşk bitmiyor, git demekle vazgeçilmiyor. Işığı yakıyorum, aşk görünür kılınıyor. İnanmazsanız bakınız: Ressam Celile Hanım! Daha da ikna olmadıysanız bakınız: Şair Yahya Kemal Beyatlı! Ve tekrar bakınız: Onların hayatları! Ve asla bakmayınız: Ayrılıkları (Ayrılıklar göründüğü gibi değildir her zaman)

Ve şimdi toparlan kalbim aşka iskeleden sessiz bir gemi kalkıyor…

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör