Şair ve yazar (D. 13 Mayıs 1919, Kökçüoğlu mahallesi / Samsun - Ö. 29 Ağustos 2016, Yalova). Asıl adı Abdülkadir Pirhasan’dır. Ailesinin soyadı Demirkan olup, Pirhasan soyadını sonradan aldılar. Siyasetçi ve yazar Mihri Belli’nin yakın arkadaşı, yönetmen Atıf Yılmaz’ın arkadaşı ve akrabası; oyuncu Deniz Türkali ile şair ve yönetmen Barış Pirhasan’ın babası, Deniz Türkali’nin kızı olan şarkıcı Zeynep Casalini’nin dedesidir.
Vedat Türkali, ürünlerinde Hasan Denizli ve Abdülkadir Demirkan
imzalarını da kullandı. İlk ve ortaokul öğrenimini Samsun’da yaptı ve Samsun
Lisesi (1937) ile askerî öğrenci olarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (1942) Bölümünü bitirdi. Akşehir,
İstanbul Maltepe ve Kuleli Askerî liselerinde edebiyat öğretmenliği yaptı.
Öğretmen yüzbaşı iken, 1951 Türkiye Komünist Partisi tevkifatında tutuklandı.
Ceza Yasasının 141. maddesine muhalefetten yargılanarak dokuz yıl hapis
cezasına çarptırıldı ve görevine son verildi. Yedi yıl sonra koşullu olarak
serbest bırakıldı. Serbest bırakıldıktan sonra çalışma alanı olarak sinemayı
seçti; senaryo ve oyun yazarlığı, film yönetmenliği ve yayımcılık yaptı,
tiyatro ile uğraştı. 12 Eylül 1980 askeri darbeden sonra Türkiye Yazarlar
Sendikası, Aydınlar Dilekçesi ve Barış Derneği davalarından yargılandı. 1988’de
Londra’ya yerleşerek orada Güven (2 cilt, 1999) romanını yazdı ve 2000
yılında Türkiye’ye döndü.
Abdülkadir Pirhasan’ın edebiyata ilgisi, annesinin komşulara
okuduğu Siret-i Nebiye, Ahmediye, Muhammediye gibi dinî kitapları
dinlerken başladı. Mahallelerinde ramazanlarda evlerde toplanılıp masal
anlatılır, oyun çıkarılır, türkü söylenirken onun da anlatıya ilgisi gelişti.
İlk yazma deneyimi ise mahallelinin mektuplarını yazmasıyla başladı. Ortaokula
gittiği sıralar, okul dönüşü babasının çalıştığı un iskelesine gider, onun
işten çıkışını bekleyip eve onunla birlikte dönerdi. Bu bekleyişlerde,
hamalların uğrak yeri olan Yalıkahve, edindiği kültürün bir parçası oldu. Bazen
oradakilere gazete okur, sohbetlerini dinler, mektuplarını yazar,
sıkıntılarını, sorunlarını öğrenirdi. Aslında, Abdülkadir Pirhasan’da ilk
edebiyat zevkini uyandıran kişi, ortaokul son sınıftaki edebiyat öğretmeni
Salim Rıza Akpınar’dır. İlerici bir öğretmen olan Akpınar’ın derslerinde Nâzım
Hikmet, Cahit Sıtkı, Ahmet Muhip Dıranas ve Necip Fazıl gibi sanatçıların
yazdıklarıyla tanışıktı. İlk siyasi fikirlerinin oluşmaya başladığı bu yıllarda
Kemalizmi savunmaktaydı. 1938’den sonra Abdülkadir Demirkan adıyla şiirler,
Hasan Denizli adıyla yazılar (Barış, 1950) yayımladı.
Lise öğrenciliği yıllarında sık sık Gazi Kitaplığına gitmektedir.
Kitaplar ona bambaşka bir dünyanın ve düşüncenin kapılarını açmıştı. Bu
kitaplıkta aynı lisede olduğu ve “Komünist Memet” diye bilinen arkadaşıyla
dostlukları pekişti. Memet, ona Marks’ı, Engels’i, burjuvaziyi, işçi sınıfını
ve daha birçok şey anlattı. Polis tarafından Memet’in odasında yapılan bir
aramada bulunan günlükte adı geçen Abdülkadir Pirhasan polis müdürlüğüne
çağrıldı. Polis müdürlüğünde ona Memet hakkında sorular sordular.
Arkadaşlıkları dışında bir şey anlatmayınca serbest bırakıldı. Lise ikinci
sınıf, hem şiir yazmaya başladığı hem de Gazi Kitaplığında tanıştığı Çırakman
Köyü öğretmeni Sefer Aytekin ile yakın arkadaş oldukları yıldır. Goethe’nin manzum
çevirilerini yaptığı iki şiiri ile kendi yazdığı “Deniz” başlıklı şiiri
Bafra Halkevinin çıkardığı Altınyaprak dergisinde yayımlandı. Komünizmle
ilgili düşündüklerini ilk anlattığı kişi, TKP’nin Samsun örgütü ile ilişkileri
olan Sefer Aytekin’dir.
3 Ekim 1937’de, Samsun’dan, Yüksek Öğretmen Okulu (İstanbul
Üniversitesi) Türkoloji Bölümü yatılı sınavlarına girmek üzere İstanbul gitti.
İki kişinin alınacağı sınavda dördüncü oldu. Samsun’a dönmeyi düşündüğü sırada,
bir tesadüf sonucu Millî Savunma’nın askeri liselerde öğretmenlik yapmaları
için bazı öğrencileri okuttuğunu öğrendi. Başvurusunu yaptı ve böylece Yüksek
Öğretmen Okuluna askeri öğrenci olarak girdi. Üniversite yıllarının ilk
zamanlarında kendisi gibi düşünen birilerini aradıysa da Türkoloji Bölümü kısa
sürede onun için hayal kırıklığına dönüştü. Ancak birkaç yıl sonra Fuat Köprülü
ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dersleriyle biraz olsun fakülteye ısındı. Üniversite
yılları boyunca şiire olan ilgisi sürdü. “Barselona’dan Mektup” adlı
şiirini bu yıllarda yazdı. İstanbul’dan ayrılmamak için üniversiteyi, son
sınıfı iki yılda okuyarak bitirdi.
Marksizme dair bilgileri, Hikmet Kıvılcımlı’nın çıkardığı Marksizm
Bibliyoteği kitaplarından edindi. TKP’nin içinde bulunduğu duruma dair
bildiği pek bir şey yoktu. Uzun süren uğraşlarına rağmen gizli çalışan bir TKP
örgütü bulamadıklarından, arkadaşlarıyla bir örgüt kurmaya karar vererek;
Tahsin Berkem, Asaf Ertekin, Osman Paçalı, Yusuf Atılgan, Haig Açıkgöz, Merih
Baykal, Abdülkadir Pirhasan hücre çalışmalarına başladılar. Tam o sırada
partinin gizli çalışma için toparlanmaya başladığı yönünde duyumlar aldılar.
Bu sırada üniversite bitirdi, altı ay askeri eğitim görmek üzere
Ankara’ya (1943) gitti. Ankara’da Sefer Aytekin’le görüştü, Behice Boran’la
tanıştı. Eğitimi bittikten sonra, Maltepe Askeri Lisesine atandı. Ancak İkinci
Dünya Savaşı nedeni ile okul Akşehir’e taşındığı için orada dört yıl (1943-47)
kaldı. 1947 yılında Maltepe Askeri Lisesinin İstanbul Çengelköy’e taşınmasıyla
Vedat Türkali de İstanbul’a döndü. Daha önceden tanıdığı Sevim Tarı’nın
Fransa’dan döndüğü günlerde Zeki Baştımar, Sevim Tarı ile kendisini
görüştürmesini istedi. Bu buluşma sağlandı, ancak izlendiklerini bilmiyorlardı.
O günlerde başlayan “1951 TKP Tevkifatı”nda Vedat Türkali de tutuklandı.
1958’de cezaevinden çıktıktan sonra Babıâli’de Rıfat Ilgaz ile Gar Yayınlarını
kurdu. Ancak isteksiz yaptığı yayıncılık işi kısa sürdü. Bu sürede içlerinde
Yılmaz Güney’in de olduğu sinema ile uğraşan kişilerle tanıştı ve sinemayı
uğraş edinmesi süreci başladı. Toplumsal sorunlara değinen ve gerçekçi bir
bakışı içeren pek çok senaryo yazdı, bunlardan bir bölümünü daha sonra
kitaplaştırdı. 1960’ta “Dolandırıcılar Şahı” (yön. A. Yılmaz) ile ilk senaryo
denemesini yaptı. Vedat Türkali adıyla ilk ünlenişi “Karanlıkta Uyananlar”
(yön. E. Göreç) filminin senaryo yazarlığı ile olacaktır. Yedi yıl tiyatro
yazarlığı, film yönetmenliği yaptı. Daha sonra 141. Basamak adlı
oyunuyla ilgi çekti; bu oyun Ankara’da Halk Oyuncuları’nca, Bu Ölü Kalkacak
1976’da İstanbul Şehir Tiyatrosunca sahnelendi.
Vedat Türkali, sanat dünyasında asıl olarak romancılığı ile ün
yaptı. Yazar olarak asıl tanınması ilk romanı Bir Gün Tek Başına ile
oldu. Geniş bir okur kitlesi tarafından ilgiyle karşılanan bu romanında, 27
Mayıs 1960 İhtilali öncesi dönemde Türk aydınının gerek toplumsal, gerekse
ikili ilişkilerinde yaşadığı bunalımları dile getirdi. Romancının ödevini
çağını doğru yansıtmak olarak gören yazarın; kişileri kanlı, canlı kişilerdir,
içinde var oldukları toplumun bin bir belasıyla savaşırlar. Türk aydınına ve
aydınların çevreleriyle ilişkilerine dair gerçekçi gözlemler içeren Bir Gün
Tek Başına adlı romanı, yayımlandığı yıllarda tartışma yarattı, edebiyat
çevrelerinde çeşitli biçimlerde değerlendirildi. Kurgusu, anlatım tekniği ve
gerçekçi yaklaşımıyla çağdaş Türk romanında bir aşama olarak nitelendi. Bunu
izleyen romanı Mavi Karanlık’ta 1980’deki askeri darbe öncesinin
siyasal-toplumsal arka planında, Bodrum kentinde bir araya gelmiş olan küçük
burjuva ve ilerici aydın kesimlerinden kişileri ele alarak, toplumun genel
çizgisini “Bodrum alegorisi” içinde, eleştirel, yergisel ve yer yer psikolojik
çözümlemelerle vermeye çalıştı. 1980 darbesi öncesinin çelişkili ortamı içinde
Türkiye ile sinema arasında bir paralellik kurarak aydın kesimden kişilerin
düşünsel konumları ile toplumsal tavırlarını irdeleyen Yeşilçam Dedikleri
Türkiye ve Tek Kişilik Ölüm adlı romanlarından sonra on yıl boyunca
Londra’da kaldı. Bu süre içinde 1942’den itibaren yazmayı tasarladığı Türkiye
Komünist Partisini anlatan romanı Güven’i kaleme aldı.
Sinema alanında Otobüs
Yolcuları, Üç Tekerlekli Bisiklet, Karanlıkta Uyananlar gibi önemli
filmlerin senaryolarını yazdı. 1965’te senaryosunu yazdığı Sokakta Kan Vardı
ile yönetmenliği de denedi. Dallar Yeşil Olmalı oyunu ile 1970 TRT
Sanat Ödülleri Yarışmasında Başarı Ödülü, Bir Gün Tek Başına romanı ile
de Milliyet Yayınları 1974 Roman Yarışmasında birincilik, aynı eserle 1976
Orhan Kemal Roman Armağanını kazandı. Senaryolarını yazdığı Karanlıkta Uyananlar
(1965) ve Kara Çarşaflı Gelin (1977), Antalya Film Şenliği’nde En
İyi Senaryo Ödülünü aldı; yine senaryolarını yazdığı Bedrana ve Güneşli
Bataklık filmleri de Carlovy Vary Film Şenliği’nde Cidalc ve İşçi
Sendikaları Özel Ödülünü kazandı.
Vedat Türkali, bir süre tedavi gördüğü Yalova Devlet Hastanesi’nde 29 Ağustos 2016 sabahı saat 06.00 sıralarında yaşamını yitirdi. Kızı Deniz Türkali, Twitter hesabından ''Babamı Vedat Türkali'yi kaybettik'' açıklamasıyla acı haberi duyurdu. Türkali için "Dünya Barış Günü" olan 1 Eylül (2016) Perşembe günü Teşvikiye Camisinde öğle vakti cenaze töreni düzenlendi. Türkali'nin cenazesi, törenin ardından Zincirlikuyu Mezarlığına defnedildi.
“Vedat Türkali, ‘Mavi Karanlık’ta, 70’li yılların ikinci yarısında
ülkemizin içine düştüğü korkunç durumu, terörü, dehşeti, kıyıcılığı, özellikle
aydınların öldürülmelerini, sakat bırakılmalarını, işkenceyi, güvensizliği, can
korkusuyla başka yörelere kaçmaları, çıkarcıları, vurguncuları, bencilleri,
hırsızları, emek hırsızlarını ve insancıkların içine düştükleri ruhsal
bunalımları, sevi titreşimlerini gerçeğe en yakın, abartıya kaçmayan, arı
Türkçesiyle, sürükleyici bir biçemle okurlarına sunuyor.” (Yılmaz Çongar)
“Güven, belgesel öğeleri romanın kurgusuna yerleştirirken, yer yer
bugüne göndermeler yapıyor. Örneğin, Nâzım Hikmet’in şiirlerinde hiç yer
vermediği için eleştirildiği Dersim Ayaklanması romanda olumsuz bir tip
yüzünden gündeme geliyor. Dersim Ayaklanması’nda yaşadıklarından psikolojik
dengesi bozulmuş bir sayın muhbir vatandaşla, tutuklanıp işkence gören, cinsel
tacize uğrayan kadınların eşcinsel eğilimler kazanabilmesi de, eski
militanların feminizmi seçmeleri gibi, daha çok günümüz sorunlarından.” (Sennur Sezer)
“Son günlerde yayımlanan bir roman apayrı bir önem taşıyor. Büyük
romancımız Vedat Türkali, birkaç yıl önce yayımladığı Güven adlı romanıyla,
İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki Türkiye’yi anlatıyordu ve yazarın şaheseridir.
“Ya ondan sonraki Türkiye? Büyük romancı, okurlarının
beklentisine, şimdi Kayıp Romanlar’la yanıt veriyor. Roman, yine bir aşkı,
politik bir geçmişi olan Doktor Nahit ile ondan hayli küçük Eşme’nin aşkını
anlatıyor. Ne var ki o aşkın çevresinde bir Türkiye, giderek bir dünya vardır:
50, 60, 70’li yıllar... Emperyalizm, onun “yeni dünya düzeni”; dışarıda ve
içerdeki yol açtığı gelişmeler. Onları okuyarak, bugün içinde çırpındığımız
dram ortaya çıkmış oluyor.
“Bu roman da yazarın bir şaheseridir. Yakın bir dönem, giderek
bugünkü dünya ve Türkiye, bu roman okunmadan anlaşılamaz…” (Server Tanilli)
ÖDÜLLERİ:
1965 Altın Portakal Film Şenliği en iyi senaryo ödülü Karanlıkta Uyananlar ile
1971 TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü, Dallar Yeşil Olmalı ile
1974 Milliyet Yayınları Roman Yarışması birinciliği, Bir Gün Tek Başına ile
1974 Çekoslovakya Karlovy Vary Şenliği Ödülü, Bedrana ile
1976 Orhan Kemal Roman Armağanı, Bir Gün Tek Başına ile
1977 Altın Portakal Film Şenliği en iyi senaryo ödülü, Kara Çarşaflı Gelin ile
ESERLERİ:
ROMAN: Bir Gün Tek
Başına (1975-1980), Mavi Karanlık (1983-1985), Yeşilçam Dedikleri
Türkiye (1986), Tek Kişilik Ölüm (1990), Güven (2 cilt,
1999), Kayıp Romanlar (2004).
OYUN: 141. Basamak (1971),
Bu Ölü Kalkacak (1976), Dallar Yeşil Olmalı (1985).
SENARYO: Dolandırıcılar Şahı (1960), Üç Tekerlekli Bisiklet (1965-1984), Otobüs Yolcuları (1965-1984), Şehirdeki Yabancı (1965), Karanlıkta Uyananlar (1965), Bedrana (1974), Güneşli Bataklık (1977), Kara Çarşaflı Gelin (1977), Kızgın Delikanlı ve Erkek Ali, Üç Film Birden (Kara Çarşaflı Gelin, Güneşli Bataklık, Analık Davası, 1979), Eski Filmler (1983).
ŞİİR: Eski Şiirler
Yeni Türküler (1979).
OYUN: 141. Basamak (1971), Bu Ölü Kalkacak (1976), Dallar Yeşil Olmalı (1985).
ANI-DENEME: Bu Gemi
Nereye (yazılar, konuşmalar, soruşturmalar, 1985), Savunmalar (1989),
Yanıtlar (1992), Ölmedikçe (1999), Komünist (2001), Tüm
Yazıları Konuşmaları (Bu Gemi Nereye, Savunmalar, Yanıtlar, Ölmedikçe’nin
birlikte basımı, 2001).
KAYNAKÇA: Türkiye Ansiklopedisi (1974, c.1, s. 349), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) – Ünlü Bilim Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 2, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Sennur Sezer / ‘Güven’ ya da Güvenebilmenin Serüveni (Cumhuriyet Kitap, 17.2.2000), Yılmaz Çongar / Sancılı Günlerin Kaçakları (Cumhuriyet Kitap, 16.11.2000), Betül Parlak / Romanın Gerçekliği ve Gerçekliğin Romandaki Yeri - Canan Demiralp Arslan / Paris Düşerken İstanbul (Virgül, Ocak 2001), TBE Ansiklopedisi (2001), Server Tanilli / Bir Bakıma (Cumhuriyet, 15.10.2004), Vedat Türkali (haz. Sebahat Özdemir, 2005), Türk edebiyatının çınarı Vedat Türkali yaşamını yitirdi (cumhuriyet.com.tr, 29.08.2016), Türk edebiyatının çınarı Vedat Türkali hayatını yitirdi (hurriyet.com.tr, 29.08.2016).
BAŞBAKANA MEKTUP
VEDAT TÜRKALİ
Sağlık nedenleri ile Başbakan'ın davetine katılamayan Vedat Türkali'nin, Başbakan'a yazdığı mektup aşağıda ve ektedir.
Sayın Başbakan,
17 Nisan 2010 Cumartesi günü saat 10.00'daki Kahvaltılı toplantı için gönderdiğiniz incelikli çağrınıza sağ olun diyor, yaşımdan doğan sağlık engellerinden ötürü katılamayacağımı özür dileyerek bildiriyorum.
Geçerli, egemen politik söylemin, sol kanadı kırık kuşa benzetildiği bir ülkede var olan değişim potansiyelini değerlendirerek sorunları çözmek, kolay başarılabilecek iş değildir. Tam demokratik bir Anayasa, Türkiye'nin temel gereksinimidir. Bu günkü ortamda böyle bir anayasanın yapılabilmesi de güç görünür. Ancak, bin bir kirli oyunla Türkiye'ye giydirilmiş, 82 Anayasası adlı deli gömleğinden bir biçimde kurtulmamızın kuşkusuz ki önceliği var. Bu yolda atılacak her adımın, elimden geldiğince arkasında olmayı yurttaşlık borcu sayarım.
Yıllardan beri söyleyip yazdığım bir temel düşüncemi yineleyerek izninizle bir iki noktaya değinmeye çalışacağım. Kürt sorunu çözülmeden Demokrasi Sorunu çözülmez; Demokrasi Sorunu çözülmeden de Kürt Sorunu çözülmez.
Sayın Başbakan,
Sizden, ülkemiz için yaşamsal önemde olduğuna inandığım bu konuda, en acil iş olarak ülkede akan kanın, hemen, şu anda! durdurulmasını beklediğimi söylememe izin veriniz! İnsanlarımızın birbirlerine kırdırıldığı, ormanlarımızın yakılıp kül edildiği bu uygulama, emperyalist silah tekellerine trilyonlarca dolar kazandıran bu kanlı yol, yoksul ülkemizi gırtlağına kadar borç batağına sürüklemiş kurnaz bir emperyalist oyunun kanlı parçasıdır; iç-dış odaklardan kaynaklanır. Medyada bu günlerde, mağaraların içindekileri de yakan tankların ordu için satın alındığı duyuruluyor. Yakılacak o gençler bizim çocuklarımız. Böyle bir insanlık dışı atılımın sizi tarihe karşı ne duruma düşüreceğini lütfen düşünmenizi dilerim. Tarihimizdeki Dersim faciasına, benzerinin eklenmesine seyirci kalmanın bir devlet yöneticisine nasıl ağır sorumluluk yükleyeceğini söylememize gerek var mı? Geçmişteki bir devlet başkanımızın, bu temel sorunumuzu çözme uğraşı vereceğine, yirmi sekiz kez başkaldırdıklarını, yenildiklerini, nerdeyse övünerek açıkladığı, bin yıldır birlikte yaşadığımız kardeş bir halkın çocukları olarak dağa çıkmak zorunda bırakılmış gençlere, terörist damgası vurmakla neyi çözebildik? Tarihi yanlış okuyarak üstlerine kanla gittik; üstümüze kanla geldiler. İşin özü, özeti bu. Barışçıl yolun tutulması gerekliğine, olayların açık baskısıyla siz de inanmış olmalısınız ki, sessiz politika yoluyla denemeye de kalktınız. Bu yol herkese umutlar verdi. Ülkemizin talihsizliği şu ki, yukarda da değindiğim gibi sağlıklı bir sol muhalefetle değil, karaçalı bir muhalefetle çalışmak zorundasınız. Kimi densizlikler abartılarak hemen üstünüze vardılar. Yazık ki ürktünüz; devlet güvencesiyle ülkeye gelenleri, ağır suçlamalarla yargılama yolu açıldı. Bölge halklarının, yüzyıllar boyu kafasındaki Kaypak Osmanlı devlet anlayışı yeniden canlandı. Oyuna getirildiniz Sayın Başbakan. Bu yalnız sizin değil tüm Türkiye'nin kaybıdır. Ezilen bir halkın gerçek temsilcilerini dışlayarak, tutuklayarak, saldırarak, dağa çıkmak zorunda bırakılmış gençlerini yakarak bu temel, yaşamsal sorunumuzu kimse çözemez; ülkeye demokrasi getiremez.
Bugün mafya yapısındaki emperyalist ülkeler, teröre karşı, sözde barış-demokrasi için kutsal savaş yürütüyorlar! Irak, Afganistan, çevremizdeki en yakın kanlı örnekleri. Bu, barışsever kurtarıcı (!) ülkeler ekonomisinin yüzde onunu silah sanayileri oluşturur. Dünyada barış demek bu ekonomilerin çöküşü demektir. Yeryüzünde nerede savaş varsa, iki yanın silahlarını da, herkes bilir ki, bunlar satar. Açık ya da sinsice iki yanlı kışkırtmalara dayalı ölüm ticareti biçimindeki 3. Dünya savaşı böyle yürütülüyor. Yunanistan'la ülkemizin pahalı silahlanma yarışıyla nasıl çıkmaza sokulduğunu, bu gün görmeyen kişi kalmadı. Ülkemiz sorunsalı içinde çözümsüzlüğe sürüklenmiş Kürt sorununun yoksul halklarımıza nasıl kanlı faturalar ödettiğinin bilincine varmış, Kürt-Türk, çok sayıda kişi var bugün ülkemizde. Özellikle Kürtler arasında en doğru çözüm peşinde olanların dışlanması için küçük oyunlar oynanıyor; söz gelimi, apaçık antidemokratik % On seçim barajı, dar parti çıkarları için sımsıkı korunmaya çalışılıyor. Bu yolla nereye varılabilir? Bu konuda en doğru, en yerinde söylenmiş bir sözü, yıllarını halkların kardeşliği yolunda çileler çekmeye adamış Leyla Zana kızımızın bir sözünü yineleyeceğim: 'Bu sorunu, Amerikan, İngiliz, Alman değil, biz Kürtlerle Türkler kendi aramızda çözeceğiz.' Tarih sizin önünüze böyle bir çözüm olanağı koymuştur Sayın Başbakan. Onurlu çözüm, Ortadoğu'daki Amerikan oyunlarına düşmeden, oyuncularından da sakınılarak, ülkemizde, kendi halklarımızın öz temsilcileriyle birlikte sağlanabilir. Bu tarihsel fırsatı doğru değerlendirmemek ülkemize çok şey kaybettirecektir.
Dünya Bankası başındaki Mc Namar'anın, yaptığı tüyler ürpertici açıklamasını unutmamışsınızdır: Viyetnam'da Amerikan savaş uçaklarının düşmesiyle (Yani gençlerin ölmesiyle) Amerikan ekonomisinin kurtulduğunu timsah! gözyaşlarıyla açıklamıştı! Vietnamlı, Amerikalı anaların döktüğü gözyaşlarını düşünmeyenler bizim analarımızın acısını düşünür mü? Bu gün yeryüzüne egemen Tek dişi kalmış canavarın haçlı-haçsız- eşkıyaları, o duruma düşecek bir Türkiye'ye, Yunanistan'a gösterdikleri duyarlığın acaba ne kadarını göstereceklerdir? Bu haçlı-haçsız eşkıyaların velevki el uzatacaklarını var sayalım. Bu girişimin ülkemiz için hayırlı olabileceğine, bizim şeriatçı, layıkçı eşkıyalarımızla işbirliği yapmaktan öte, hayırlı adım atacaklarına inanıyor musunuz? Böyle bir soruyu sormam, Siyonist canavarlığa karşı saygıdeğer tutumunuza mutlulukla tanık olmamdan kaynaklanıyor. İslama uygun davranış budur; dolar kölesi durumuna düşmüş kimi İslam yönetimlerinin, mal mülk sevdalısı Ebu Süfyan Müslümanlığı değil. Kendini çıkmazlardan kurtarmak için umutsuzca çırpınıp duran finans oligarşisinin pençesindeki globalist dünya düzeni, bizi ancak soymaya gelir. Bir günler bizim yaşadığımız laikçi devrimci! Kara oğlan efsanesi hangi temel sorunumuzu çözebildi? Bu gün Türkiyede on milyon işsiz var. Obamayla, bir başka biçimde o efsaneyi, elli milyon aç bulunduğu medyaca duyurulan Amerika yaşıyor bu gün. Onun da sonu görülecektir.
Ben 91 yaşında, Marksist-Leninist bir roman yazarıyım; yılların yazı-sinema emekçisiyim. Türkiye'nin en eski proleter devrimci Partisinin, Türkiye Komünist Partisi'nin bugüne kalan birkaç üyesinden biriyim. Siz de, bildiğime göre, eski bir komünizmle mücadele örgütü militanısınız. O tutumunuzun yanlışlığını, ülkemizin yoksul emekçi halklarına değil, iç-dış soygunculara yarar sağladığını bilirim. O oyunlarda kullanılan kişilerin de bugün bu gerçeği gördüklerini, bu bilince vardıklarını ummak isterim.
Bu pro-faşist tutumun komünist olmamakla hiçbir ilgisi yoktur. Bu gün siz Şeriatçılıkla suçlanıyorsunuz; attığınız adımlara kuşkuyla bakılıyor.
Yukarıda da değindiğim gibi, İslamın temel ilkesinin, bu gün yeryüzüne egemen soygun düzeniyle bağdaşmayacağına inanırım. İnanç dünyanıza, özünde saygılıyım. Son romanımda da bu konuyu işlemeye çalıştım. Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde. Attığınızı gördüğüm her olumlu adıma, ön yargıya kapılmadan, gücüm yettiğince destek olmak isterim. İnandığım doğru yol budur. Bir ülkede demokrasi ortamı oluşturulmasının en ilkel koşulu da budur. Bu temel ilkenin bir başbakanca özenle, titizlikle korunması gerekir. Eğer demokrasiye inanıyorsak, bir başbakanın, bir günler T.K.P.de yer aldığını sandığı kişiye, geçmişine ilişkin gözdağı vermeğe kalkması, inandırıcılığını tehlikeye sokar. Ne sosyal, ne de demokrat olmayan uyanıklara, eski bir komünisti kolluyormuş havasında ucuzundan solcu yiğitlenme olanağı kazandırır. (Kemal Anadol, Deniz Baykal'la aranızda geçmiş tartışmayı umarım anımsarsınız). Bunun da ülkemize hayrı olmaz.
Görüyorsunuz ki, kimse için ön yargım yok Sayın Başbakan. Sizi, geçmişinizdeki olaylar, ya da kutsal inançlarınız için suçlamak değil, yapacaklarınızdan ötürü kutlamak isterim. Düşüncelerimi açıklamak fırsatı verdiğiniz için iyi dileklerimle sağ olun diyorum.
Saygıyla.
Vedat Türkali
NOT-KAYNAK: Vedat Türkali'nin 17 Nisan 2010 Cumartesi tarihli mektubudur. Erişim 2 Eylül 2016 tarihli Diyarbekir.yahoo.group paylaşımı)
NE SERÜVENLER
“Ne serüvenlerden geçecek bu dünya kim bilir?
Pusuda ne acılar bekliyor daha, mutluluk düşündeki insanları! Herhal ilerdedir
yaşanacak günlerin en güzelleri." (Kayıp Romanlar)
Vedat Türkali
VEDAT TÜRKALİ: SANATIMIZIN DEV ÇINARI GİTTİ
ATİLLA DORSAY
Vedat hocayı yitirdik. Görüşemiyorduk zaten, ama ne zaman onu düşünsem, yüz yaşına hayli yaklaştığını bildiğimden “İnşallah o özel günü tüm dostlarıyla birlikte kutlarız,” diyordum. Ama nasip olmadı.
O kendisini ideolojik açıdan en sıkı ve sağlam biçimde angaje eden insanlardan biri oldu. Ve gönül verdiği solculuğu sonuna dek hep korudu. Genç yaşta Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) girmiş, daha 1951’deki ünlü ‘tevkifat”da yargılanıp tam 9 yıl hapis yemiş ve bunun 7 yılını yattıktan sonra ‘koşullu olarak’ özgür kalmıştı.
Ama tüm bunlar onun inancını zerre kadar bozmadı. Ve emek onun hep temel yaşam değeri olarak kaldı.
1960’lardan itibaren artık alanı senaryo yazarlığı olmuştu: kalem ustalığını sinema tutkusu ve ideolojjsiyle birleştirerek…Tam 1960 yılında Atıf Yılmaz’ın Dolandırıcılar Şahı’yla başlayan bu çaba, özellikle 27 Mayıs sonrasında, yeni anayasanın da katkısıyla gelişen siyasal sinemamızın kimi önemli filmlerini yarattı: Ertem Göreç’in yönetmenliği altında… Otobüs Yolcuları, ama özellikle Karanlıkta Uyayanlar çok önemli filmlerdi: Tüm o Yeşilçam kalıplarından sıyrılmış, hayatın, hayatlarımızın temel sorunlarına kusursuz bir toplum-birey ilişkisi kurarak yaklaşan, alabildiğine gerçekçi yapımlar.
Bu arada Sokakta Kan Vardı filmini bizzat çekti ve Yılmaz Güney yönetti. İkisi de solculuklarının acılı maceralarından sıyrılıp gelmişlerdi. Kim onlar kadar birbirini anlayabilirdi? Ama o karmakarışık günlerde birlikte çok fazla çalışamadalar. Hayat ikisini de farklı yönlere savurup durdu.
1977 sansürü protesto yürüyüşünde: Türkali, Eşref Kolçak, Merih Hanım, Orçun Sonat ve Necip Tekçe (sağdan sola, Fotoğraf: Atilla Dorsay)
1977 sansürü protesto yürüyüşünde: Türkali, Eşref Kolçak, Merih Hanım, Orçun Sonat ve Necip Tekçe (sağdan sola, Fotoğraf: Atilla Dorsay)
Hoca 70’lerde rahmetli Süreyya Duru ile örnek bir işbirliği yaptı. Aslında biraz da Göreç gibi pek politize olmayan Duru, onun senaryolarıyla birkaç önemli filme imza attı: Bedrana, Kara Çarşaflı Gelin, Güneşli Bataklık, Fatmagül’ün Suçu Ne? Ben ilk Altın Portakal jüriliğimi yaptığım 1974 yılında Bedrana’yı izlediğimde nasıl şok yaşadığmı hatırlıyorum. Ve filme gereken ödülleri verdik.
Hemen ardından roman geldi. Yine 1974 yılında yazılıp hemen Orhan Kemal ödülü alan Bir GünTek Başına, siyasal roman alanında bir zirvedir. Benim gibi 27 Mayıs’ı bizzat yaşamış birçok insan (elbette hiç yaşamamış olanlar da) o olayın gerçek boyutlarını sanki bu kitapta bulduk. Ön plandaki bir avuç kahramanın çok özel hikayelerinin geniş bir toplum panoraması içindeki yerlerini iyice keşfedip kavradık. Ve roman ülkemizde en çok okunan kitapların en önlerine yerleşti, uzun süre de kaldı.
Romancılığı ondan sonra hep sürdü, giderek ön plana geçti. Mavi Karanlık, Tek Kişilik Ölüm, Güven. Ve de Yeşilçam Dedikleri Türkiye.
Kendi adıma, bu sonuncunun tadına birtürlü varamadım. Oysa ana kahramanı büyük ölçüde Yılmaz Güney’den esinlenmiş bir metindi. Ama birçok yanıyla Yımaz da, birçok yanıyla da değildi, hiç değildi. Böylece okurun kafasını iyice karıştırmaya adaydı: acaba yazar bu efsane-kişinin hangi özelliklerini alıyor, hangileriniyse dışlıyor? Bir diğer deyişle, bunu bir Güney’e bakış, bir onu çözümleme çabası kabul edebilir miyiz?
Ben böyle düşündüm ve böyle yazdım. Biraz kırıldı ve aramızdan bir karakedi geçti. Ama çok sürmedi. Öylesine uzun bir geçmişimiz ve ortak anılarımız vardı ki…
Örneğin 1977’deki o ünlü sansürü protesto yürüyüşü. Sağ koalisyonların amansız sansürüne karşı hemen tümüyle birleşen ve İstanbul’dan Ankara’ ya simgesel bir yürüyüş gerçekleştiren sayısız Yeşilçamlı’nın arasında bizler de vardık. O konunun siyasal özünü anlatan konuşmalar yapıyordu, bense bol bol resim çekiyordum. Sevgili eşi, artık merhume Merih hanım da yanıbaşındaydı. Üç gün boyunca yürüdük, siyasetin yanısıra oyunlar oynadık, danslar yaptık.
Yakın yıllarda nadiren karşılaşıyorduk. Bunlardan biri MKM sahnesinde bir onur ödülü aldığı Sadri Alışık ödülleri töreniydi. Ve artık zar-zor konuşuyordu. Yine de görece olarak iyiydi ve zaman zaman yeni roman haberleri bile çıkıyordu.
Ve sonra birden gelen o kara haber… Çocukları sevgili Deniz Türkali ve Barış Pirhasan’a içten başsağlığı dilerken, Vedat Türkali’nin sanatımıza verdiği büyük hizmetin hep anılacağı ve o değerinin hep bilineceği konusundaki inancımı belirtmek istiyorum. Bir kez daha...
KAYNAK: Atilla Dorsay / Vedat Türkali: Sanatımızın dev çınarı gitti (t24.com.tr, 29 Ağustos 2016).
VEDAT TÜRKALİNİN İSLAM GELENEKLİ CENAZE
TÖRENİ...
ERDAL BOYOĞLU
Düşündüğü gibi
yaşayan, Komünist olduğunu hiç bir zaman gizlemeyen, sol yumruğu her daim
yukarılarda olan sanatın, kültürün ve edebiyatın kızıl direnişci kalemi Vedat
Türkali için Teşvikiye Camii'nde cenaze töreni düzenlendi!!!...
Vedat Türkali’nin
cenazesi meteryalist kültür ile değil, İsalam kültürü ile son yolculuğuna
uğrulandı. Teşvikiye Camisinde namazı kılınarak kaldırıldı. Kendini düşünce
olarak Komünist-Meteryalist-Ateist görenler cami avlusunda islam kültürünün
şartlarını yerine getirdi.
Camiden, Alkış ve
sloganlar eşliğinde alınan Türkali'nin cenazesi cenaze aracına taşındı. Kitle,
tarafından tabutun üzerine kırmızı flama atılırken, bir yandan da "Savaşa
hayır, barış hemen şimdi" sloganı atıldı. Neden tabut kırmızı değil de
islam gelenekli yeşil beze sarıldı? Bunun muhatabı kimdir? Kim karar verdi?
Meteryalist-komünist
düşüncelerle hayatına yön veren, hiç bir dinin etkisinde kalmayarak dinsiz
yaşadıklarını söyleyen ve dinin şartlarını yerine getirmeyenlere sormak
istiyorum. Peki bir komünist öldüğünde onun düşüncelerine yakışır bir cenaze
töreni neden yapılmıyor?
Vedat Türkali'nin
Cenazesi neden camiden kaldırıldı, bunda bir tuhaflık yok mu?
Meteryalist
kültür ile yaşayan ve komünist olduğunu söyleyen , Dinin kötülüklerinden
bahseden ,Allaha inanmayan bir komünistin cenazesi camiye neden getiriliyor? Ne
görevi olabilir? İmamın vaazlarını ne adına dinletilir? Cennet-Cehennem
kavramıyla ne ilişkisi olabilir? Dini olmayan bir insanın dinci söylemlerde
buluşması, dini vecibeleri yerine getirmesi sosyolojik bir travma değil de
nedir? Halkı kandırmak değil mi? Bir kere dini olmayan bir ateistin, ya da
Meteryalist olduğunu söyleyen bir komünistin cenazesi camiden kaldırılıyorsa
burada bir patolojik bir vaka yok mudur? Bayramlarda bile camiye gitmeyen,
namaz kılmasını bilmeyen, islamın hiç bir şartını yerine getirmeyen ama ölünce
camide namazının kılınması , El fatiha demesi, elini dini vecibelerle
kaldırması iki yüzlü bir tavır sergiliyorsa, devrimciler bunu sorgulamalıdır.
Mezar taşına Ruhuna Fatiha yazdırması nerden bakarsanız bakın tutarsızlıktır.
Kendine Komünistim diyen bir insanın; Ölmeden önce vasiyetini
söylemelidir. Söylemeyen kişinin kendisi islami gelenekleri kabul etmiş oluyor.
Diyelim ki kendisi vasiyetini yazmadı söylemedi ama oğlu ya da kızı komünist
olduklarını söylüyorsa, o zaman iş onlara düşüyor. Yani bir komünistin ya da
Ateistin düşüncesine yakışır bir tören düzenlemelidir. Bunun örnekleri var.
Ateist olan Aziz Nesin, komünist olan Mustafa Kayha'nın ölüm törenleri
düşündükleri gibi yerine getirildi.
Komünist-Ateist
dostları da mı düşünmez. Vedat Türkali'nin cenaze fotagraflarına bakın, islam
bayrağına sarılmış tabutu ve cami önünde dizilenler, hiç bilmedikleri hatta
olmak istemedikleri dünyaya ait bir tören ayini katılmaları ne kadar etiktir?
Niçin yapıyorsunuz? Kimden korkuyorsunuz? Neden inanmadığınız bir yerde takkiye
yapıyorsunuz?
Hem düşündüğü gibi yaşadı hemde öldüğünde bir Ateist gibi gömüldü. Aziz
Nesin’in mezarının nerede olduğunu bilen var mı? Ateist olduktan sonra camiye
gitmeyen Aziz Nesin düşündüğü gibi yaşadı, ölmesi gerektiği gibi öldü. Önce
insan keni düşüncesine saygı göstermelidir. İnsan isterse inandığı gibi yaşar,
öldüğünde ise istediği gibi gömülebilir. Avrupa'da ölen devrimciler
vesayetlerinde bıraktıkları gibi törenler düzenlendi, kimi yakılmalarını yazdı,
kimi alkışlar ve marşlar eşliğinde tören yapılmasını istedi.
Komünistlere ve
Ateistlere örnek teşkil etmeyen Mihri Belli'nin ve Yaşar Kemal'in cenaze
törenleri düşündükleriyle çelişkili tuaf bir görüntülerdi. Düşüncelerine uygun
güzel bir gelenek bırakmadılar. Türkiye'de komünist-Sosyalist düşüncelerinden
dolayı tanınan aydınlar ve sanatçılar yaşarken dahi her türlü hakarete
uğruyorlar. Ölümlerine bile seviniyorlar. Cenazelerinin camiden kaldırılmasına
karşı çıkıyorlar. Ateist ve komünistlerin camilerde işi olmaz diyerek tepki
veriyorlar.
Düşünşenize bir
komünistin Teşvikiye Camii'nde cenaze namazı için erken saatlerden itibaren
aralarında Türkali'nin mücadele yoldaşları, okurları ve sevenleri cami avlusuna
akın ediyor.
Camiye gelenler
Türkali'nin yeşil bezli arapça yazılı tabutuna kırmızı karanfiller
bırakıyorlar. CHE tişörtlü gençler dini bir simgenin önünde saygı duruşu
yapıyorlar.
Vedat Türkali'nin
torunu Ceren Casalini ise törene üzerinde "Düşmana inat bir gün daha"
yazılı tişörtle katılıyor. Cami, Hoca, Dualar, Dini vecibeler, Ezan, Yeşil bez,
arapça yazılar? Vedat Türkali'nin düşüncesi bütün bunların neresinde? İslam
geleneğini sürdürmek ne adına niçin?
Bu ne yaman bir
çelişki değil de nedir?
Cenazeye çok
sayıda kurum, Sendika, siyasi parti başkanları ve taraftarlarının yanı sıra
Gazeticiler katıldı. Bunlarda kendilerine Sol-Sosyalist ve Komünist diyenler.
Düşünşenize Türkiye'nin çok önemli bir yazarının cenaze törenine Türkçü
kurumlar, Milliyetçi ve sağcı partiler den hiç kimse yoktur. Bana göre bunlar
düşüncelerinde daha tutarlılık göstermiştir. Çünkü bunlara göre bir komünistin
cenaze törenine katılmak ihanet olarak görülmektedir. Peki ya bizimkiler !!!
Neden inanmadıkları yerlerde görülüyorlar?
İslami
usullere göre cenaze töreninide yapılsa, 40 yemeğide verilse dinci ve
faşistlere göre yine komünistsin yine komünistsin.
Meteryalist-komünist
anlayışı benimserken veya onu rehber edinmeye çalışırken dahi içinden
geldiğimiz toplumsal kültürel yahut tinsel ve "dini" törelerin
kalıplaşmış yöntemsel biçimlerini bir şeylere göre "evirmeye" çaba
sarf etmek işin aslını göstermiyor mu?
Komünist olan
birinin camiden kaldırılmasını ailesi mi? yoksa bırakmış olduğu bir vesayeti mi
var.? Bunu muhatapları açıklamalıdır. Komuoyu bilgilendirilmelidir.
Düşünceleriyle yaşayan bir devrimci öldükten sonra düşüncelerinin karşısında
olan metafizikci bir anlayışın yerinde son yolculuğuna uğurlanması devrimci bir
duruş ve görüntü değildir. Helallik istenmesi, cami ve hoca'nın dua vaazları hiç
değildir. Ölen kişinin devrimci düşüncelerine ve devrimci duruşuna en büyük
haksızlıktır ve de saygısızlıktır. Yaşarken meteryalist olan bir devrimcinin
ölümünde islamcı gelenekleri yerine getirmek gerici bir tavır değil midir?
Meteryalistler ve Ateistler; Ölüm töreni denilen olgunun kendisini
sorgulamalıdır... Yüzleşme ve hesaplaşma devrimci bir erdemliliktir.
Devrimciler
alternatif cenaze törenleri düzenlemelidir. Bunun mücadelesini yapmalıdır.
Vedat Türkali,
düşündüğü gibi yaşadı ama uğurlanışı düşüncesi gibi olmadı...
KAYNAK: Erdal Beyoğlu'nun Diyarbekiryahoogroup paylaşımı, 03.09.2016)
Barış Pirhasan'ın
babası Vedat Türkali için yazdığı şiir:
ÖLÜMDEN SONRA AŞK
Şiirlerimizi sevmezdik birbirimizin
Bence onunkiler takır tukur, onca benimkiler sulu sepken
Sonra günlerden bir gün bir şiirini okurken
Dank etti kafama: Babam değil ki bunu yazan, gencecik bir
komünist
İmrendiğim deli fişek militanlardan biri
O zaman bir muhabbet kapladı içimi
Öyle kurtuldum oğul olmaktan
Ama sabırla bekledim ölmesini.
Güle güle git genç adam, her canlı gibi, balık, kirpi,
kaplan, yaban kazı gibi git
Özlediğin kanatlar, yüzgeçler, hepsi senin şimdi
Ohhh diye esiyor rüzgarın git buralardan, görev tamam
Şimdi bilmenin vakti bilmediklerimizi
Nehirler, bulutlar, trenler, gemiler gibi git dünyayı
dolaş
Müjdeler olsun, insan olma faslı bitti
Artık gönlümce, korkmadan, kırılmadan, utanmadan
sevebilirim seni.