Cüneyt Alphan

Gazeteci, Yazar

Doğum
Eğitim
Diyarbakır Birlik Lisesi

 Gazeteci-yazar. 1970 yılında Diyarbakır'ın Silvan ilçesine bağlı Dutveren köyünde doğdu. Altı yıllık medrese eğitiminden sonra Batman Hürriyet İlkokulunu dışarıdan bitirme sınavlarına girerek bitirdi. Ortaokul eğitimini Diyarbakır Lisesinde, lise eğitimini Diyarbakır Birlik Lisesinde tamamladı. Okumaya hak kazandığı ODTÜ'ye ekonomik nedenlerle başlayamadı.

Gazeteciliğe 1993 yılında başlayarak; yerel gazetelerden Diyarbakır Söz ve  Olay gazetelerinin yanı sıra, Kanal 21, Can TV, Mega Radyo - Mega Tv, Aktüel Radyo ve televizyonlarında muhabirlik, program sunuculuğu, haber müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği yaptı. Ayrıca Siyah-Beyaz gazetesinin Diyarbakır temsilcisi, Katılım dergisinin bölge temsilcisi ve Turkish Daily News gazetesinin Diyarbakır muhabiri olarak çalıştı. 1999 seçimlerinden sonra parlamentoda üç yıl fahri basın danışmanlığı yaptı. Çeşitli yayın organlarında yayımlanan “Güneydoğu Sorunu”, “Ülke Gerçeği ve Demokratik Açılım”, “Yeni Anayasa Sivil Olacak mı?” adlı raporları yazdı.  

1999 seçimlerinden sonra TBMM'de bir milletvekilinin fahri basın danışmanlığını yapan Alphan, aynı dönemde, merkezi Diyarbakır’da olan “Doğu ve Güneydoğu Köy ve Mahalli İdareler Muhtarlar Derneği”ni kurdu. Diyarbakır’da bölgesel yayım yapan Diyarbakır Haber gazetesi, merkezi Londra’da bulunan Eurovizyon Haber sitesi ve Diyarbakır Haber Merkezi adlı haber sitelerinde makale, tez ve dizi yazıları yazmanın yanı sıra özel İngilizce ders vermektedir. Bir oğul babasıdır.

 

ESERLERİ:

 

Araştırma-İnceleme: Diyarbakır'da Aşk - Savaş ve Siyaset (2 cilt, 2006), Erbakan’ın Gizli PKK Zirvesi - Zirvenin Kilit İsmi İsmail Nacar (2009), Türk Tarihinin Kayıp Yılları ve Kürt Sorunu (2014), Körfez Devletlerindeki Kürdistan (2014), Kürtler ve Ötekiler (2019).

Roman: Kumsal Aşk’ı Kirletir (2009), Dede! Dede! Babamı İdam Ediyorlar (2009).

 

KAYNAKÇA: Nejat Satıcı "Silvan" (İhsan Işık / Diyarbakır Ansiklopedisi, 2013), İhsan Işık / Geçmişten Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar (2014) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2009, 2017), Mehmet Zeki Özer / Diyarbakırlı Gazeteci-Yazar Cüneyt Alphan’ın altıncı kitabı ‘Kürtler ve Ötekiler’ kitabı çıktı (guneydoguhaber.com, 28.01.2019).

TARİHİ 28 ŞUBAT DAVASI SAVUNMASI

 TARİHİ 28 ŞUBAT DAVASI SAVUNMASI

 

Cüneyt ALPHAN

 

Gazeteci Cüneyt Alphan, 28 Şubat döneminin mağdurlarındandır. 28 Şubat davasına müdahil olur ve 28 Şubat'ın mağduru olarak duygu ve düşüncelerini mahkeme heyetine sunar. İşte Cüneyt Alphan’ın sunumu!

Sayın Başkanım; 

Başta sizleri, heyetinizi ve bu salondaki herkesi saygıyla ve bütün dünyaya egemen olmasını istediğim sevgimle selamlıyorum.    

Bugün burada Üstünlerin, Şahların, Padişahların, Paşaların, Düklerin, Prenslerin, Teokratların, Aristokratların, Monarşilerin, Oligarşilerin, Firavunların ve Diktatörlerin hukuku değil de; hukukun üstünlüğünü görmekten, makamı, şanı, şöhreti ve sosyal statüsü ne olursa olsun herkesin adaletin ve hukukun önünde hesap verebilirliğini görmekten, ülkem, milletim ve şahsım adına kıvanç duyduğumu ifade etmek isterim.

Gelecek nesillerimiz, yarınlarımız olan çocuklarımız adına, Türk demokrasisi, Türk hukuku ve bütün insanlık hukuku adına umut taşıdığımı da ifade etmek istiyorum.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve bütün insanlık tarihinin ayıplı sayfalarında yer alacak, kendi öz be öz halkına zulüm, adaletsizlik ve hukuksuzluk yapan, 28 Şubat darbesini gerçekleştirenleri yargılayan bu mahkemenin vereceği karar; kuşkusuz hem insanlık ve hem de ülkemizin tarihinde kayıt altına alınacaktır. Yüce mahkemenin vereceği karar ne olursa olsun, atılan bu adımı bir devrim ve yüce mahkemeyi de, Evrensel adaletin gerçekleştirilmesi ile vazifelendirilmiş bir mahkeme olarak gördüğümü de ifade etmek istiyorum.

Ayrıca bu davanın iddianamesini cesurca hazırlayan Sayın Savcımızı da iki yönden kutlamak istiyorum. Birincisi: İddianamenin, Öyle  sanıkların iddia ettiği gibi sahte belgelerle değil kılı kırk yararak araştırılan ve ortaya çıkarılan kanıtlara dayandırılmış olduğuna inandığım için,  İkinci olarak ta; iddianamenin sonuç bölümünü, bana göre her akademisyenin, her tarihçinin, her sosyologun, her hukukçunun, her aydının ve her bireyin de okuması gereken bir bölüm olarak gördüğüm için kutluyorum.

“Peki Cüneyt bu tablodan mutlu musunuz?” diye sorarsanız sayın başkanım; ben ancak hayatımdaki bütün mutluluğumu Şair Nazım’ın “bana mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin? Ölsem gam yemem gayri’nin resmini yapabilir misin Abidin?” mısrasıyla ifade edebilirim.

Çünkü gerek 28 Şubat darbecilerinin ve gerekse önceki egemen militarist anlayışın bize dayattığı ve uyguladığı zulüm, yakma, yıkma, fişleme ve yaşam karartma neticesinde hiç mi hiç gün yüzünü göremedik.

Pişmiş tavuğun başına gelmeyen ama benim başıma gelenleri de yine yabancı bilim adamı St Agustine’nin “senin hiç düşmanın olmadı mı? Bu nasıl mümkün oldu? Sen ya gerçeği hiç söylemedin ya da adaleti sevmedin” dediği gibi bende bütün hayatımda hem gerçeği söyleyip yazdığım ve hem de adaleti sevdiğim için adaletsizlikler ve hukuksuzluklarla meşru dairede ve asla şiddete bulaşmadan mücadele etmek zorunda kaldım.

 

Sayın Başkanım;

Daha önce başıma gelenlerle ilgili yüce mahkemeye sunduğum delil ve belgelere, zamanınızı fazla almamak adına burada tek tek değinmeyeceğim.

Benim rahmetli babam 6 yaşındayken dedem Rus harbine gitmiş ve şehit düşmüştür. Kuşkusuz dedem sadece Diyarbakır için değil 780 bin kilometrekarelik vatan toprakları için şehit düşmüştür.  Ve kaderin cilvesine bakın ki bende 6 yaşındayken rahmetli babam vefat etmiştir. Eğer evim askerlerce yakılmasaydı ve yine askerlerce fişlenmemiş olup hayatım karartılmasaydı belki sizin gibi ben de adalet dağıtmak durumunda biri olabilirdim.

16 Haziran 1991 tarihinde yani lise 2’ye giderken köyümüzde güvenlik kuvvetleriyle PKK militanları arasında çıkan çatışmada evimiz askerlerce yakıldı. İlgili mahkeme kararını yüce mahkemeye sunmuştum. Evimizin askerlerce yakılmasından sonra köyden Diyarbakır’a rahmetli annem ve kardeşimle taşındık. Aynı ayda aileme bakmak için küçük bir bakkaliye dükkanı açtım.

Açtıktan 15 gün sonra, Halepçe katliamından kaçan peşmergelerden dükkanda satmak üzere birkaç karton sigara aldım ve dükkanın camekanına koydum. Söz konusu sigaraların yasak olduğunu da bilmiyordum. Polis geldi sigarlarımla birlikte beni emniyete götürdü ve akşama kadar gözaltında kaldım. Mahkeme 184 TL ceza verdi ve onu da maliyeye yatırdım.

Dolaysıyla ilk fişlenmem, fişleme tutanağında görüleceği gibi 1991 yılında, Lise 2’de okurken kaçak sigaralardan ötürü yapılmış ve bana insanlık ayıbı olan “kaçakçılık” damgası vurulmuştur.

Hani utanmasalar belki de anamdan doğduğum gibi fişleyeceklerdi beni. İşte fişleme tutanağı.

Hani Sayın Çevik Bir ve Sayın Çetin Doğan “biz hiçbir sivili ve hiçbir TSK mensubunu fişlemedik” dediler ya, işte zulmün ve adaletsizliğin abidesi fişleme belgeniz burada sayın paşalarım.

Bu bir boru mu yoksa bir kağıt parçası mı sayın paşalarım?

Sayın Başkanım;

O dönemde başta SSK, Tekel, Sağlık ve Maliye bakanlığının açtığı tüm sınavlara katıldım ancak hep elendim. Fişlendiğimi bilmiyordum ki sayın başkanım…

Hatırlanacağı gibi; 28 Şubat sürecinde merhum Sayın Başbakan Erbakan’nın “dağdakiler de kardeşimiz ve onları dağdan indirmeliyiz.”açıklamasından sonra Yazar İsmail Nacar Sayın Başbakanla görüşmüş, MGK, Genelkurmay, MİT ve Sayın başbakanın bilgisi dahilinde PKK Lideri Öcalan’la telefonla beş saatlik bir konuşma yapmıştır. Nacar’ın bu görüşmesinden sonra bende bir gazeteci olarak konuyla ilgili bir program yapmaya karar verdim.

Diyarbakır’da yerel yayın yapan Can Tv.’de 23.08.1996 tarihinde “Güneydoğu Sorunu” adı altında canlı olarak yayınlanan programıma katılan konuklarla birlikte telefonla İsmail Nacar, dönemin Diyarbakır milletvekili Sebgetullah Seydaoğlu, CHP Erzincan milletvekili Mustafa Kul, Yazar Etyen Mahcupyan, Yazar Hüseyin Aykol ve yazar Ahmet Hakan katılmışlardır.

Program yaptığım sırada, televizyon stüdyoları polis baskınına uğradı ve konuklarımla birlikte gözaltına alındık. Diyarbakır DGM Savcılığınca, hakkımızda “terör örgütü propagandası yaptığımız ” iddiasıyla iddianame hazırlandı.

Diyarbakır 4’nolu DGM hakkımızda Kamu davasını açtı. Ben ve konuklarım, bu asılsız suçlama neticesinde ilgili mahkemece yargılandık ve beraat ettik. Söz konusu beraat kararını da yüce mahkemenize sunmuştum.

Ancak bu beraat kararı dikkate alınmadan ikinci kez fişlendim ve ne acı ki benimle birlikte ağabeylerimin de hayatı karartıldı. Ve yine ne acı ki gerek Barış Sürecini yürüten Sayın İsmail Nacar, gerek telefonla ve gerekse canlı olarak programıma katılan konuklara bir şey olmazken ben günah keçisi olarak ilan edildim.

 

Sayın Başkanım;

Bir başka paradoks da; Sayın Savcının hazırladığı 28 Şubat iddianamesinde Sayın Nacar’ın ismi 4 yerde geçmekte ve BÇG tarafından Sayın Nacar’a övgüler yağdırılmaktadır. Sayın Nacar için “İsmail Nacar gibi laiklikle tanışmış yazarların kitaplarının basılmasında, televizyonlara çıkılmasında ve onlara yardımcı olunmasında yarar vardır.”gibi ifadeler kullanılmaktadır.

O zaman 28 Şubat’ın darbecilerine; madem Sayın Nacar’ın girişimini destekliyor, ona övgüler yağdırıyor ve onu süreci yürütmekle görevlendiriyorsunuz, ben bu süreçle ilgili program yaptığım için neden bana bu zulmü reva gördünüz diye sormak istiyorum. 

 

Sayın Başkanım;

Fişleme tutanağında “terör örgütü propogandası”nı yapmakla suçlanıyorum. Ben şimdiye kadar 6 kitap, 900’a yakın makale yazdım ve binlerce haber yaptım. Bütün gazetecilik hayatım boyunca PKK’nin bütün katliam ve cinayetlerini kınadığım ve politikalarını sert eleştirdiğim için PKK tarafından onlarca kez ölümle tehdit edildim.

Evet ben geçmişte, yani OHAL’ın kural, kanun, ahlak ve acıma tanımadığı dönemde; köy, insan, hayvan ve orman yakmalara, faili meçhul cinayetlere, kayıplara, işkencelere ve hukuksuzluklara şiddetle karşı çıktım. Kürtçe müzikten dolayı 26 kez DGM tarafından soruşturma geçirdim ama hayatım boyunca ayrımcılığa, bölücülüğe ve yıkıcılığa da şiddetle karşı çıktım.

Ben bütün haberlerimi, makalelerimi, romanlarımı, kitaplarımı ve hayata dair her şeyimi Türkçe yazmama rağmen bir gün dahi yüksünmemiş, ben niye Kürtçe yazmıyorum diye hayıflanmamış ve Türkçeyi Türk kardeşlerim gibi et ve iskelet gibi görmüşümdür.

Sayın paşalarım; bize nasıl kıydınız? Ne için kıydınız, suçumuz ve günahımız neydi diye sormak istiyorum. Acaba sayın paşalarımızın hiç elektriği, suyu, gazı kesilmiş midir? Aylarca aç kalmışlar mıdır? Evlat acısını yaşamışlar mıdır?

Evlerimizi yakar, bizleri köklerimizden koparır, varoşlarının amansız kuyularına atar, bizi fişler, hayatımızı karartır ve bizi kaderlerimizle baş başa bırakırken bizim ne yiyip ne içeceğimizi hiç düşündüler mi?

 

Sayın Başkanım:

Hazreti Fatima, çocukları ve eşi Hazreti Ali’yle birlikte 15 gün boyunca aç kalır ve babası olan Resulüllah (a.s)’ a 5 keçinin Beytül Mala verilmek üzere gönderildiğini duyar.

Belki bir keçi alırım diye babasına gider ancak onurundan, edebinden ve utanma duygusundan dolayı bir türlü 15 gündür çocuklarımla birlikte açım diyemez.

En kibar ifadeyle “Ya Resulüllah sizce melekler ne yer, ne içerler?”diye meramını anlatmaya çalışır. Bende paşalarımıza; yoksa sizde bizi Melek mi sandınız diye sormak istiyorum.

 

Sayın Başkanım;

Yüce mahkemeden rahmetli annem, oğlum, ailem, on binlerce mağdur ve şahsım adına sadece ama sadece adalet istiyorum. Şüphesiz ki en büyük adalet Allah’ın adaletidir ama ben bu dünyada sizlerin de adaletine güvenmek ve inanmak istiyorum.

Eğer bugün burada beşeri adalet tecelli etmezse; Pir Sultan Abdal’ın “kalsın benim bu davam mahşere kalsın” dediği gibi diyecek, Allah’ın Kadı, Peygamberin şefaatçi olduğu mahşerin büyük mahkemesinde bunun hesabını soracağımdan hiç kimsenin de kuşkusu olmasın.

Ayrıca şuna da inanıyorum ki; mazlumların ahı, zalimlerin zulmünden daha kahhardır. Mazlumların ahı indirir şahı, indirir padişahı ve indirir paşaları da…

Kur’anı Kerim “inne Firavne tağute fil ardi- şüphesiz ki yeryüzünde Firavun tağutluk, kibir ve zulüm yaptığı için sonu helak olmuştur.”der. 

O halde biz kendi öz be öz halkımıza bundan sonra zulüm etmeyeceğiz ve İstiklal Marşımızın Şairi Mehmet Akif’in nasihatini yerine getireceğiz.

Ne diyordu Akif? “Hani ümmetin İslam idi bu kavmiyet neden?” Ve yine Akif’in dediği gibi; “Ey şehit oğlu şehit! İsteme benden Makber, Aguşunu açmış, Bakıyor sana hak Peygamber…” diye…

 

Sayın Başkanım;

Bildiğiniz gibi duruşma başladığı günden beri hem müşteki ve hem de bir gazeteci olarak davayı takip ediyor ve sanıkların savunmalarını dinliyorum.

Hemen hemen bütün sanıklar, adaletten, hukuktan, temel hak ve özgürlüklerden, insan hakları evrensel bildirgesinden, Türkiye’nin taraf olduğu uluslar arası ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinden dem vurup durdular. Kanunlara, mevzuata, insan hak ve hürriyetine, inanç ve vicdan hürriyetine ne kadar da bağlı olduklarını dile getirmek için onlarca avukatı devreye soktular.

Peki gerçekten “gerçek” öyle midir?

Hayır! Asla değil!

Burada söz konusu Sayın Çevik Bir ve Sayın Çetin Doğan döneminde sadece OHAL bölgesinde yaşanan binlerce hak ihlalini örnek verebilirim. Ama konumuzla alakalı olmayan konulara girerek zamanınızı almak istemem. Ancak şunu da anlıyoruz ki; ellerinde silah, siyasal ve ekonomik gücü bulunduran egemenler; adalete ve hukuka ihtiyaç duymadıkları sürece adaleti ve hukuku çiğner, katlederler ama ihtiyaç duyduklarında ise, yine son sığınacakları liman ADALET VE HUKUK oluyormuş. 

Buda bize yine Kur’an-i Kerim’in şu ayetini hatırlatıyor. “El küfrün dumün, el zulmün la yedum.” Yani “yeryüzünde küfür devam eder ama zulüm asla devam etmez” der kainatın sahibi Allah.

Sayın paşalarımızın emriyle bölgede 4500 köy ve mezra yakılıp boşaltıldı. Milyonlarca insan zorla göç ettirildi. OHAL döneminde 17 bin 500 faili belli kontur-gerilla cinayetleri yaşandı. Bu cinayetlerin çoğu devletin himayesinde ve rahmetli Sayın Teoman Koman’ın kurduğu JİTEM ve JİTEM’in himayesinde Hizbulkontra elemanlarının takarrov marka silahla tek kurşunla insanların enselerine kurşun sıkılarak binlerce insanı öldürdükleri de bilinen bir gerçektir.

Yine 1996 yılında devletin namusuna emanet edilen ve devletin himayesinde olan Diyarbakır cezaevinde yatan tutuklu ve hükümlülere yönelik yapılan baskında 12 tutuklu ve hükümlü katledilmiş ve 24 tanesi de yararlanmıştır.

Bir Sayın Avukat savunma sırasında Türkiye’deki Hizbullah’ı anlattı ve söz konusu Hizbullah’ın İran bağlantılı olduğunu ima etmeye çalıştı. Ayrıca 1996 yıllarında gazetecilerin baskı, işkence, hapis vs haksızlıklara uğramadığını da iddia etmeye çalıştı. Daha çok mevcut hükümet olan Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti döneminde baskı yapıldığını iddia etti.

Birde defa böyle bir iddiada bulunmak bu milletin, bu devletin, bu mahkemenin ve bütün dünyanın aklıyla alay etmektir. Sayın Avukat bölgede hiç yaşamadığı ve gerçekleri bilmediği için işkembeden atıp durdu. Önce Sayın Avukata hemen; 28 Şubat iddianamesinden de yer alan ve dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Demirel’in TSK’nin şikayeti üzerine basına uyguladığı baskıdan bir örnek vereyim.

Demirel diyor ki; “Nasıl halledeceğim? Biraz düşünmem lazım. En büyük zorluk yerel TV ve radyolardadır. Bunlar dibimizi oyuyorlar. RTÜK’e gittim, Çare bulun, dedim.” diyor. Bundan da başta Diyarbakır ve bölgede televizyon ve radyolara nenden RTÜK tarafından sık sık kapatma ve para cezasını da verildiğini de öğrenmiş oldum.

Sorarım Sayın Avukata; Batman’daki Hizbullah kampına silah, lojistik ve mühimmat desteği veren Albay kimdi?

JİTEM’ci Murat Demir, Murat İpek, Abulkadir Aygan’lar kimin eseriydi? Bu eser Teoman Koman ve Arif Doğan’ın eseri miydi yoksa İran Hizbullah’ının eseri miydi?

Gonca Kurişler’leri domuz bağıyla işkence edip öldürenleri, Diyarbakır ve bölgede hunharca cinayet işleyenleri ve devletten himaye görenlerini, İran veya Lübnan Hizbullahıyla ilintilendirmek tarihi ve tarihin ahlakını saptırmaktır.

28 Şubat sürecinde Gazeteciler baskı görmedi diyor Sayın Avukat. Doğru baskı görmediler yekten katledildiler, öldürüldüler.

Tıpkı o dönemde katledilen Gazeteci-Yazar Musa Anter, Mehmet Şenol, Namık Tarancı, Halit Gülgen, Haşim Yaşa, Metin Göktepe, Hafız Akdemir, Aysel Malkoç gibi onlarca gazetecinin öldürüldüğü gibi. Ölümden kurtulan Orhan Miroğlu gibi. Benim gibi fişlenen onlarca gazeteci gibi. 

İşte size bir örnek daha;

Nüfusa kayıtlı olduğum Silvan ilçesi Dutveren köyünde bir gün misafirdim. Akşam saatlerinde askerler geldiler. Baba Mehmet Ali Işık ile oğlu Cengiz Işık’ı aldılar. Ana cadde üzerine götürüp orada tarayıp öldürdüler. Yetmedi geldiler, evlerini ateşe verdiler. Evin içinde yaşayan 1 yaşındaki Devrim Işık yanarak can verdi. Köye de rastgele ateş açtılar.  Sonraki gün askerler sabahleyin geldiler ve biz ne dediler biliyor musunuz?

“Bu insanları kim öldürdü? Bu evi kim ateşe verdi? Söyleyin yoksa sizde suça ortak olursunuz.”dediler. Adeta insanları aşağılayarak, horlayarak ve insan yerine koymayarak konuştular. Yetmedi akşam devletin TRT televizyonunda şöyle bir haber yapıldı.

“Diyarbakır ili Silvan ilçesi Dutveren köyünde güvenlik kuvvetleriyle teröristler arasında meydana gelen çatışmada 3 terörist silahlarıyla birlikte ölü ele geçirilmiştir.”denildi. Hadi baba-oğul terörist diyelim yahu bir yaşındaki kundaktaki bebek nasıl terörist oluyor?

Bunu da yüce mahkemenin ve bütün insanlığın vicdanına ve adalet duygusuna bırakıyorum. Hatta bu olayın da yüce mahkeme tarafından araştırılması ve sorumluların ortaya çıkarılması da insanlık adına da yararlı olacağına inanıyorum.

Şimdi savunma sırasında başta Sayın Çevik Bir, Sayın Çetin Doğan gibi paşalarımız insanların inançları, din ve vicdan hürriyeti üzerinde baskı yapmadıklarını dile getirmeye çalışırken, kimi benimde annemin başı örtülüydü, kimi dedem sakallıydı, kimi akrabalarım inançlıydı ve kimi de sakallı insanlara nizamiyeye girmelerine izin verdiklerini söyledi.

 

Hatırlayalım Sayın Dursun Çiçek’te “benim annem örtülüdür. Ailem dindardır.” Vs diyordu. Önce inkar ettiği imzasını sonradan kabul etti. “tek yapamam, yukarıdan, üstlerimin emir ve talimatları aldım” demişti.

Evet örtünme bir Allah’ın emridir ve Cenab-i Allah örtünmeyi emreder. İlk İslam tabutu da örtünmeden dolayı yapılmıştır. Bu yüzden ilk İslam tabutuna konulan Resülüllah’ın (a.s)  kızı Hazreti Fatima sadece kefeni yeterli görmediği, nazarın günahından sakındığı için ağaçtan yapma tabutu vasiyet etmiştir. Dolaysıyla hem insanlığın ve hem de İslam’ın ilk tabut da örtünme nedeniyle yapılmıştır.

 

Sayın Başkanım;

Size şöyle bir örnek vereyim:

2000 yılında Çanakkale’de yani yedi ecdadımızın koyun koyuna yattığı yerde. 116 Jandarma Er Eğitim Alay Komutanlığı Mescidinin içerisinde asılan Mescit talimatnamesinde yazılan maddelerden biri de şuydu: Tabii o talimatnamenin altında bir komutanın imzası vardı. Diyordu ki; “Subay- Astsubay ve bütün muvazzafların bu mescide girmesi yasaktır.” Bu ne demek? Görevli olan subay ve ast subaylar namaz kılamaz ancak ve ancak er ve erbaşlar kılabilir demektir.

Yine unutmayalım ki; Ak Parti’nin kapatma davasındaki gerekçelerin tamamı irtica ve din faaliyetleri idi. Örneğin Denizli’de Kutlu Doğum haftası bile irtica delili olarak gösterilmiştir. İlahi yarışmaları dahi delil olarak gösterilmiştir. Yine Denizli’nin köyünde, okulda boş ders saatlerinde kadınlara din eğitimi veriliyor diye kapatmaya gerekçe gösterilmiştir. Bu Denizli olayı verilen 27 Nisan Muhtırasının birinci maddesi idi.

Hatırlayalım lütfen; Yargıtay eski Başsavcısı Vural Savaş, okulun birinde depo gibi bir yerde namaz kılıyorlar diye savcıya yazı göndermiş ve bunu da kapatmanın gerekçesi olarak sunulmuştur.

Şimdi bütün bunlar yapıldıktan sonra “eee valla benim annem de örtülüydü, sakallılara izin verdim, akrabalarım dindardı. Ben yaptığımı hatırlamıyorum, haberim yoktu, yalandır, iftiradır. Aradan 16 yıl geçti nasıl hatırlayayım… vs” demenin hiçbir inandırıcı tarafı yoktur.

Ayrıca Sayın Çetin Doğan’ın sakallılara izin verdiğini söylemesi de doğru değildir. İşte size Sayın Doğan döneminde yaşanan bir olayı anlatayım: Gerçi o bunu da inkar edecek, ben yapmadım, hatırlamıyorum, haberim yoktu diyecek ama olsun ben yine de söyleyeyim. 

1998’de Tekirdağ Askeri Kışlada torununu ziyaret etmek isteyen 70 yaşındaki sakallı ihtiyar amca kışlanın kapısından içeri alınmamış ve ziyaretine izin verilmemiştir. Torununu ancak erkek, sakalsız ve başı açık akrabaları ziyaret edebilmiştir.  Asker olan bir kişinin Orduevinde düğünü olduğunda başı kapalı kadın akrabalar veya dini içerikli kabul edilen sakallı erkekler düğüne alınmamışlardır. Aynı görüntüdeki erkek ve kadınlar askerdeyken ziyaret imkanı verilmemiştir.

   

Sayın Paşalarım:

Sizler o dönemde irtica geliyor diye yaygara koparttınız. Sizin İrtica tanımı nedir? Sizce İrtica; Türkiye Cumhuriyetine hangi bedeller ödettirmiş, hangi güvenlik duvarlarını yıkmış veya delmiştir? Kafanızda bu irtica oluşumuyla ilgili; eğer irtica vardır diyorsanız, Türkiye Cumhuriyetini içten ve dıştan güvenliğini tehlikeye sokmuş mudur? Diye sormak istiyorum.

 

Sayın Başkanım;

Duruşmanın başladığı ilk günlerde yine Sayın Çetin Doğan’ın bir Avukatı yüce mahkemeyi bir Yassı Ada mahkemesine benzeterek, mahkemenin mevcut siyasal iktidarın iklimine göre hareket ettiğini iddia etti.

Sizi de Yassı Ada’da Mahkeme Başkanı Sayın Salim Başol’e benzeterek Başol’un Yassı Ada Mahkemesindeki ‘sizi buraya getiren güç böyle olmasını istiyor’ sözünü hatırlattı.

Eğer siz bir güç arıyorsanız; 28 Şubat iddianamesinde de yer alan ve Kürt nüfusunu engellemek için MGK raporlarını hazırlayanlara bakacaksınız. Ne diyordu raporda? “2025 yılına gelindiğinde Kürt nüfusu Türk nüfusuyla eşitlenecek ve eşitlenmemesi için acilen önlem alınması gerekir”. 

Peki bir halkın nüfus artışı nasıl engellenir? Kuşkusuz ya katliamla, ya soykırımla ya da kısırlaştırmayla olur.

Eğer siz bir güç arıyorsanız Filistin kasabı Arial Şaron’a bakacaksınız.

Eğer siz bir güç arıyorsanız Winston Churcill’in “Türkiye Cumhuriyeti devletinin kilogramı 35’in üstüne çıkmamalıdır. Çıkması halinde düşürülmesi gerekir” sözüne ve ona biat eden dönemin TSK mensuplarına bakacaksınız.

Eğer siz bir güç arıyorsanız “Türkiye Cumhuriyeti devleti Türklere bırakılmayacak kadar değerli bir ülkedir.” Diyene bakacaksınız. Ve eğer siz bir güç arıyorsanız “bizim çocuklar darbeyi başardı” diyen Jimmy Carter’a bakacaksınız…

Tarihi ve hakikatleri saptırarak ne güçleri, ne karanlık oyunları ve nede gerçekleri bulamazsınız. Ve tarihte cuntanın eliyle anlı şanlı profesörlere yazdırılarak, kirli bölümleri ayıklayıp karartılarak ve parlatılarak da tarih yazılmaz. Karartılarak ve parlatılarak yazılan tarih de tarih değildir. 

54’üncü hükümete yönelik yapılan baskıları ve zorlamaları bir tarafa bırakırsak sadece fişlemelerden ötürü onlarca insanın intihar ettiğini, on binlerce TSK mensubunun mağdur olduğunu ve aileleriyle birlikte cehennem hayatını yaşadığını da göreceksiniz. Zulme, adaletsizliğe ve hukuksuzluğa kılıf uydurularak yapılan bütün hukuki yorumlar, intihar eden hiçbir canı geri getirmeyecektir.

 

Sayın Başkanım;

Aynı şey yapılan işkenceler içinde geçerlidir. Geçmişte güvenlik kuvvetleri binlerce insana işkence etti. Bu işkenceler yargılandı ve işkence yapanlar mahkum oldu. Ancak bu işkenceyi yapanlar üstlerinin emir ve talimatları olmadan asla yapamazlardı. Biraz önce de ifade ettiğim gibi hiçbir general zaten yazılı işkence yapın emri vermez. Ya ne yapar? Tabii ki sözlü olarak emir verir. Tıpkı 35. maddede ihtilal yapın demediği ancak bu maddeye dayanılarak şimdiye kadar ihtilal ve darbeler yapıldığı gibi.

Tıpkı YÖK yetkililerinin, Genel Kurmayda brifinglerle hizaya getirildiği gibi.

Yine hatırlayalım Sayın paşalarım; Hurşit Tolon’nun ses kaydında bir Emniyet Müdürüyle ilgili ne diyordu Tolon? Şunu diyordu:

“Ben o Emniyet Müdürünü aramam. O kim oluyor ki… Ben İstanbul Valisini arar; Vali! Vali o Emniyet Müdürüne söyle ayağını denk alsın, yoksa onu zıplatırız, telefonu da yüzüne kapatırız. İşlerimizi böyle yaparız.”demişti. Şimdi soruyorum bu ne demek? Bu şu demek; ya Vali veya Emniyet Müdürü işimizi yapar, ya da kendine Hakkari, Şırnak’ta ve Beytüşabapta yer bulsun demektir. Ya da gümbürtüye gidecek demektir. 

Toplum mühendisliğini yapan ve BÇG’yi kuran paşalar; “tepelerine bineceğiz, bin sene devam edilecek” dediler ama Allah’ın adaletine dayanmadılar ve ancak 12 yıl dayanabildiler.

Her ne kadar 1994-2002 yılları arasında BÇG çalışmaları başlatılmış ise de fişlenmemde görüldüğü ve yine iddianamede sayın Savcının da iddia ettiği gibi bu çalışma dindarlar ve Kürtlere yönelik çok önceleri başlatılmıştır.

Generallerin Batık bankaların yönetiminde görev almaları, etek boyu belirleme raporları, 163’üncü maddenin geri getirme yasa tasarısı ve bu tasarının Diyanet’te hazırlatılmasını da ayrıca hatırlatmak istiyorum. Sayın Teoman Koman’ın camilerde minber, tespih, cübbenin yasaklamasını da hatırlatmak isterim. Gölcük Donanma Komutanlığında Başbakan Erbakan’a bir erin omuz atmasını,  1732 Kur’an Kursunun kapatılmasını, BÇG tarafından Orduya alınan malların denetlenmesini de hatırlatmakta fayda vardır.

 

Sayın Başkanım;

Bana söz verdiğin için sizlere ve heyetinize yürekten teşekkür ederken huzurunuzda bir kez daha taleplerimi yinelemek istiyorum.

Yüce mahkeme tarafından davaya müdahillik talebimin kabul edilmesini,

20 yıldır fişlenmemden ötürü uğradığım maddi ve manevi zararlarımın karşılanması için yardımcı olunmasını,

En başta beni fişleyen, fişleme tutanağında adı geçen, hayatımda hiç görmediğim

ve tanımadığım karakol komutanı Nedim Yerli hakkında huzurunuzda bir kez daha suç duyurusunda bulunuyor, söz konusu Nedim Yerli’nin adaletin ve hukukun önünde hesap verilmesini sağlayarak hak ettiği cezaya çarptırılmasını,

4- Bize bu zulmü reva gören 28 Şubat darbecilerinden hesap sorulmasını yüce adaletten arz ve talep ediyorum.

Saygılarımla….”                       

12.11.2014

ANAYASA, AÇILIM VE BARAJ

 ANAYASA, AÇILIM VE BARAJ

 

Cüneyt ALPHAN

 

Adalet ve Kalkınma Partisinin başlattığı demokratik açılım ve ardında gelen Anayasa değişikliği girişiminin samimiyet derecesi, amacı ve toplumsal hali amaçlayan sorunların çözümüme yönelik olup olmadığı gerçeği nedir?

Başbakan Erdoğan’nın “biz sadece elimizi değil, bedenimizi de taşın altına koyduk” açıklamasının altında yatan gerçek nedir?

Bir defa Türkiye Cumhuriyeti devleti son yılda, demokrasiye dair doğum sancılarının şiddetle artması ve Cumhuriyetin bağırsaklarını hızla temizlemeye kalkması nedeniyle tarihin en ağır sorunlarıyla karşı karşıyadır. Buna paralel olarak siyasal, toplumsal ve ekonomik sorunlar, varlığını büyük ölçüde korumaktadır.  

Toplumsal barışın, ekonomik kalkınmanın, siyasal istikrarın ve demokratikleşmenin önünde ciddi bir engel oluşturan bu sorunların çözümsüz bırakılması Türkiye’nin 2015 yıllara büyük ve güçlü bir devlet olarak girme hedeflerini baltalayacaktır.

Unutmayalım ki toplumsal sorunun en katmerlisi olan Kürt sorunu seksen yıllık bir tabuydu. Erdoğan 2005 Temmuz’unda “Kürt sorunu, benim sorunumdur” dedi. Ne yazık ki, başta Kürt muhalefeti olmak üzere pek çok kesim bunu ciddiye almak istemedi.

Peki, şimdilerde tabu olmaktan çıkan ve konuşulmakta olan Kürt sorununa yönelik yapılan konuşmaların, söylenen sözlerin reel bir karşılığı var mı, yok mu? Ak Parti açılım da nerde hata yaptı? Ona da bakalım.

Geçen yıl Temmuz ayının sonunda “Kürt açılımı” denilen Ağustosun sonunda “demokratik açılım” deniliyordu, Eylül sonunda ise artık “ huzur ve uzlaşı projesi” ve bugünlerde ise “milli birlik ve kardeşlik” projesi dillendirilmektedir.

Unutmamak gerekir ki, farklı biçimlerde ifade edilse de, “açılım” daha önce de gündeme gelmişti.

Örneğin dönemin Başbakanlarından Demirel “Kürt realitesini tanıyoruz” dedi. Bir daha ağzına almadı, alamadı. Mesut Yılmaz “AB’nin yolu Diyarbakır’da geçiyor” dedi. O da bir daha ağzına almadı, alamadı. Tansu Çiller “ Bask modeli” dedi. Bir daha ağzına almadı, alamadı. Zira söylediklerinin reel bir karşılığı yoktu.

O nedenle Ak Parti iktidarı, madem “Kürt açılımı” ile başladı. Sonuna kadar bu açılım adı altından devam etmeliydi. Batı yakasında yaşayan yurttaşların buna alışması, aşina olması ve içselleştirmesi için izlenen bir yol olsa bile, yukarıda saydığım nedenlerden ötürü Kürtler açısından haklı olarak temkinli yaklaşıldığı belirtmek isterim.

Gerek anayasa değişikliği ve gerekse demokratik açılım, toplumsal mutabakatın, temel ilkelerin, sivil iradenin öncülüğü ve hükümetin sorumluluğu altında kararlılık ve süreklilik, şeffaf ve diyaloglara açık katılımcı süreçler içinde, cesaret ve özgüvenle gerçekleştirilmelidir.

Bütün bu parametrelerin ışığında Kürtlerin ne istediğinin netleşmesi, iradenin ortaya koyması, sınırsız bir tartışma ortamının sağlanmasını, ifade (düşünce) özgürlüğünün önündeki tüm engellerin kaldırılması gerekmektedir.

Bir sorunun nasıl çözülmesi, ne olduğundan bağımsız değildir. Kürt sorunu nedir? Kürt sorunu neden bir sorundur? Bu sorun neden günümüze kadar çözülmeden gelmiştir? Sorunu yaratan esas unsurlar nelerdir? Bunun daha sağlıklı bir biçimde yapılması kaçınılmazdır.

Bir diğer husus; Cunta anayasasına dokunmadan, seksen yıllık zihniyetle hesaplaşmadan, ne yasal, ne anayasal ve ne de toplumsal sorunlarımızı çözemeyiz. Bunu şimdi ki parlemento yapabilir mi? Sanmıyorum. Çünkü gelinen süreç itibariyle parlamento çalışmaları tıkanmış ve siyasal kriz bütün haşmetiyle varlığını göstermeye başlamıştır.

BDP’nin anayasanın ilk üç maddesinde yer alan “herkes Türk’tür” maddesi itirazına gelince. Bence sorun madde değişmeden de çözülebilir ve Kürt kimliği yasal güvence altına alınabilir. Şöyle ki;

Türkiye Cumhuriyet’inin bir ırk ya da kan bağı esasına dayalı olarak kurulmadığı

bugün herkes tarafından kabul edilen bir doğrudur. Türkiye Cumhuriyeti, eşit statüdeki farklı kurucu unsurları ideal birlikteliğinden doğmuş bir yapılanmadır.

Bu bağlamda Türk ulusculuğu; kan, dil, din, mezhep ve etnik köken gibi objektif ölçütlerle değil, birlikte yaşam arzusu gibi subjektif bir ölçüte dayanmaktadır. Nitekim 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları da yurttaşlık bağını bu esasa göre düzenlenmiştir.

Cumhuriyetin kuruluşunda bir üst kimlik olarak öngörülen “Türklük” alt kimliklerin varlığını yadsımıyordu. Bir üst kimlik olan Türk kimliği, Cumhuriyeti kuran siyasi iradece farklı etnisitelerin bir arada eş düzeyli bir ulus oluşturmasına yönelik bir şemsiye kavram olarak düşünülmüştür.

Ancak uygulamada bir üst kimlik olan Türklük, çoğu kez gerçekte tüm anlamını bir “alt kimlik” olmasında bulmuştur. Böylece Türk kimliği, kimi hükümetler döneminde özellikle 12 Eylül MGK hükümetleri döneminde alt kimliklerin dışlanmasına yarayan bir araca dönüştürülmüştür.

Oysa demokrasilerde insanların kimliklerinden kaynaklanan özgürlükleri her zaman için saygınlığa ve dokunulmazlığa sahiptir. Ancak bu saygınlık ve dokunulmazlık hiçbir zaman ayrılıkçı bir hareketi koruyan bir zırh haline getirilemez.

Kuşkusuz insanların etnik ve kültürel özelliklerini ülke ve toplum bütünlüğü içinde geliştirmelerine olanak tanınması, demokrasinin ve çağın gereğidir. Bu bağlamda çağdaş demokrasilerin kabul ettiği evrensel standartlar, Türkiye’de var olmalı; kültürel serbestlik ilkesi uygulanmalıdır.

Ayrıca Kürt halkı kimliğini aramıyor sadece bildiği ve sahip olduğu kimliğinin tanınması ve yasal güvence altına alınmasını istiyor. Burada anayasanın ilk üç maddesine dokunmadan da ek maddeyle sorun aşılabilir.

Barajın düşürülmesi ve dokunulmazlıkların kaldırılması da, demokrasinin ve çağın gereğidir. Siyasi partiler ve seçim yasalarının değiştirilip barajın sıfırlanması, en azından en düşük düzeye indirilmesi, ön seçim, tercihli oy ve milli bakiye mekanizmalarının hayata geçirilmesi de demokrasinin güçlenmesine katkı sunacaktır.

Milletvekili dokunulmazlığı büyük imtiyazdır. Elde etmek, elden kaçırmamak için çok şey verilir. Eğer bu da seçilmişlerin iktidarı ise, daha fazla demokrasi diyenin kastettiği de olsa, olsa daha fazla monarşi ya da otokrasi olabilir. Yüzde on barajı antidemokratik olmanın ötesinde, Kürtlerin Kürt olarak Meclis’e girmesini engellemeye yönelik bölücü bir düzenlemedir.

Bu baraj, aynı zamanda siyasete, siyaset dışından (silahlı-silahsız) her türlü müdahaleye zemin hazırlayan bir mekanizmadır. Alınan oy ile bunun Meclis’e yansıması arasındaki fark ne kadar büyükse, rejiminde demokratik meşruiyeti de işte o kadar zayıftır.

Temsildeki adaletsizliğe bir de parti içi demokrasi yokluğunu da eklersek, Meclis’teki sayısal üstünlük, demokratik meşruiyet eksikliğine dönüşüyor ki, bu da her türlü darbe, müdahale düşünce, tasarı ve girişimi için en uygun zemindir. O nedenle BDP bu konuda sonuna kadar haklıdır.

Sonuç olarak CHP ve MHP’nin mevcut anayasa yönelik yaptığı eleştirilerin tamamı “ilkesel” değil “siyasal”dır. Ben Ak Partin yerinde olsam, riskli ve kutuplaştırıcı referanduma başvurmam, derhal seçim kararı alır, millete giderim. Referandumun Anayasa mahkemesine gideceğini bile, bile referanduma gitmek Ak Parti’ye büyük külfet getireceği gibi, ülkenin enerjisi boşuna heba edilmiş olacaktır.

 

 

 

 

 

   

AYŞEGÜL HANIM AĞA İLE KAYMAKAM CEM’İN AŞKI’ndan

AYŞEGÜL HANIM AĞA İLE KAYMAKAM CEM’İN AŞKI’ndan

 

Cüneyt ALPHAN

 

Annem üzgün ve mutsuzdu. Ankara’ya götürecek eşyalarımızı özenle hazırlayıp iki yamalı bohçaya koydu. Bir yatak, bir yorgan ve iki yastığı da ayrı yamalı büyükçe bir bezin içine yerleştirdi.

Ankara’ya gideceğimizi duyan komşular, babamın dayıları, annemin çocukluk arkadaşları ve benim sınıf arkadaşım Seyfettin peş peşe evimize geldiler.

Annem eşyaları hazırlarken, annemin arkadaşları, gözlerinden süzülen yaşları ve burunlarından akan sümükleri uzun fistanlarıyla siliyor bana ve anneme acı, hüzün dolu bakışlarla bakıyorlardı.

Kudret teyze bazende üzüntüsünden kızarak;

“Anlamıyorum ki ne halt var bu Ankara’da be Gülhayat? Kal işte, gitme, ne olur? Benim en yakın dostum, arkadaşım sensin. Sende gidersen ben kime kızacağım? Ahmak evladını atan hışımlı bu yağmurda nereye gidiyorsun? Bari kaç gün bekle öyle git.

Küçüklüğünden beri sende bu gavur inadı var. Aklına koyduğunu yapıyorsun. Kendine acımıyorsunda bu el kadar çocuğa da mı acımıyorsun? Bu yağmur çamurda onu nereye götürüyorsun be hey Allah’ın ahmakı?” dedi ve tekrar hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Annemde ağlıyordu ama ağzı bıçak açmıyordu. Bazen omzuyla işaret edip, ne yapayım kader dercesine bakışlar atıyordu Kudret teyzeye.

Sersem mayın gibi bir oraya bir buraya koşuştuşturup, duruyordu. Bende peşinde civcivler gibi ayrılmıyor ve elim hep fistanındaydı.

Anneme kızmıyor, daha çok acıyordum. Gözlerini insanlardan kaçırarak gözyaşlarını silmesi ise minik yüreğimi paralıyordu. Hiç bir şey yapamıyordum. Yapabildiğim tek şey çocuk kalbimle;

“Anne ağlama, ben seninleyim. Millet sana bakıyor. Anne Ankara güzel mi?” Diyordum. Güya kendime göre anneme destek vermeye çalışıyordum. Oda hem eşya ve şeylerle uğraşıyordu hemde arada bir sadece saçımı okşuyordu.

“Anne niye benimle konuşmuyorsun?”

“Oğlum Ankara güzeldir. Dayının çocukları seni çok sevecek. Merak etme her şey yoluna girecek”

“Tamam anne ama ağlama olur mu?”

“Oğlum ağlamıyorum ki…”

“Anne ağlıyorsun, bak herkse de ağlıyor”

”Sana öyle geliyor. Önümden çekil bir ton işim var” dedi.

Annem;  yağmur, çamur, soğuk, kar kış demeden biran önce ayrılmak istiyordu.

Kaçıyordu sanki kendinden, kaderinden, geçmişinden, acılarından ve her şeyden.

Tüm dünyaya küsmüş, kırılmıştı. Gücenmişti annem Mirhan amcama, sevgilimin babası Ayşegül’e. Amcam annemin onurunu, gururunu incitmişti ve annem onu affetmiyordu.

Annemin vucüdu titryordu. Yaprak gibi zarif, kelebek gibi narin dudaklarına vucüdunun titrekliği de eşlik ediyor, giderek rengi son bahar yaprağı gibi sararıyordu. Kendinden değildi ve heyecanından annemin yürek çarpınıtısının gümbürtüsünü minik yüreğimde hissediyordum.

Herkesle tek, tek vedalaştı. Annemle vedalaşanlar sonra gelip beni öpüyordu. Kudret teyze, Mehti amca ve tüm komşular, sanki sözbirliği etmişçesine bana;

“Cemoş oğlum annene iyi bak olur mu? Gülhayat’a iyi bak evladım. Gülhayat hayatında hiç gülmedi bari sen onu güldürmeye çalış” diyordu.

 

İçimden annemi nasıl güldürebilirim ki? Ne kadar şaka yapsamda annem kolay kolay gülmez ki. Ama Ankara’ya gidince onu güldürecek çok fıkra bulur, güldürürüm. Hasan hocam “Nasrettin Hoca’nın birçok fıkrası vardır” demişti. Param olursa alırım anneme okurum. Söz anne, söz seni güldüreceğim diyordum.

Bir yandan da acaba Ayşegül’ün babasının arabası da bizim köyden geçer mi? Ah  keşke bir geçse de Ayşegül’ü görsem diyordum. Hiç olmasa o benim ayrıldığımı, gittiğimi bilsin istiyordum.

Bir araba sesi geldi. Hızla dışarı fırladım. Belki Ayşegül’ün babasıdır diye. Sonra baktım, kocaman, kocaman büyük mavi beşbin beşyüz Ford’du. Merecedes değildi.

Şiddetli yağan yağmur ve buz gibi esen rüzgarda tüm eşyalarımızı bir eşeğe bindirdik. Şemrağ köyünden Şengal nehrine doğru yol aldık. Annem, Kudret teyze ve Mehti amcam üşümüyordu. Ama ben ve Seyfettin çok üşüyorduk. Seyfettin elimi tuttu,

“Cemoş üşüyor musun? Dur seni biraz ısıtayım”

“Nasıl Seyfo?”

“Bak şimdi ovuşturacağım ellerini, ateş gibi olur”

“Git oradan ahmak, sende benim gibi üşüyorsun. Ama sen daha çok şişkosun kanın fazla…”

“Deli ikimizin de eli ısınır. Eşeğe bir zığtık atıyım mı? Bak ne biçim zıplar. Tabi Gülhayat teyzenin eşyaları düşerse ikimizi de öldürür”

“Sakın deneyim deme, valla annemin zaten morali bozuk, bizi eşek sudan gelinceye kadar döver” dedim.

En arkada edü ile bedü gibi ben ve Seyfettin annemleri takip ediyorduk.

“Seyfo ya keşke sen gelmeseydin bu yağmurda. Ahmak niye geldin ki, şimdi evde sobanın başında oooh ısınıyordun”

“Cemoş deli, seni yalnız mı gönderecektim caddeye? Bak Ankara’ya gidince bana mektup yaz. Ankara güzel mi, değil mi? Ne var ne yok bana hepsini yaz. Yazmasan sana küserim”

“Tamam yazarım hıyar. Çok üşüyorum, Seyfo çok kaldı mı caddeye?” dedim.

Bana sarıldı, sırtımı ovdu, ufaladı. Sanki içime soba yakıyor gibi gibi sıcaklık hissettim.

“Az kaldı dino (deli), biraz daha dayan. Nehirde bir de kayıka bineceğiz. Oradan caddeye gideceğiz. Orada da gelen arabalara el kaldıracağız. Onlar duracak ve sizi alıp Batman’a götürece. Arabada bol bol ısınırsın”

“Seyfo, buranın adresini bilmiyorum ki, sana nasıl mektup gönedereceğim peki?”

“Diyarbakır, Silvan Şemrağ köyü yazarsın. Postaya atarsın öyle gelir. Hani abim askerde ya, bize öyle mektup gönderiyor”

“Tamam anlaştık”

“Beraday (yaramaz)” dedi.

Mehti amcam kayıkçı amcaya adam başı 75 kuruş verdi.

Kayıka binmenin keyfi insana ayrı bir mutluluk veriyordu. Suyun üstündesin, suya batmadan, ıslanmadan karşıya geçiyorsun. Ne güzel bir duygu...

Kayıkın üstünde annem ve Seyfettin’in ortasında oturuyordum. Kudret teyze ve Mehti amca da diğer kenarda oturuyorlardı.

Kayıkçı amca habire kürek çekiyor ve sanki suyu ikiye bölüyordu. Suyun dalgaları kaçıyordu bizden. Su bulanık ve ürkütücü idi ama zevk alıyordum. Kafama en çok takılan ise kayıkın suyun üstünde nasıl böyle durabildiği ve suya batmadığıdır.

“Seyfo sence biz niye suya düşmüyoruz ve bu kayık nasıl böyle gidiyor?”

“Bende bilmiyorum Mehti amcaya sorsana ”

“Sen niye sormuyorsun? Mehti amca! Mehti amca!” dedim.

Ama Mehti amca Kudret teyzeyle sohbete dalmış ve rüzgarın uğultusundan beni duymuyordu.

 

“Dur kayıkçı amcaya sorayım” dedim ve ayağa kalkmaya çalıştım.

Annem beni bir hışımla oturttu ve kızarak bağırdı.

“Cem! Ne yapıyorsun oğlum düşersin, boğulursun. Sakın bir daha kalkma döverim”

“Anne kayıkçı amcaya bir şey soracağım”

“Otur yerine bir şey soracak mış…”

“Seyfo inek gördün mü ne güzel sordum”

“İnerken unutmasak sorarız” dedi.

Hem konuşuyoruz, hem de suyun kıvrım kıvrım kıvrılan dalgalarına bakıyoruz ve hemde yüzümüze pamuk gibi düşen yağmur taneciklerini silmeye çalışıyoruz. Bazen de Seyfonun yüzüne tokat atıyorum. Oda beni çimdikliyor.

O benim tokatımdan ben onun çimdiklerinden korkuyordum. Çimdiği içimi cız ettiriyordu. Batman- Silvan caddesine geldik. Yağmur şapır şupur yağıyordu. Her yerimiz sırılsıklam oldu. Ne dolmuşlar geliyor ve nede yarım otobüsler.

Seyfettin anneme seslenerek;

 “Teyze! Teyze bence vazgeçin yağmur yağıyor, perişan olursunuz. Perişan olursunuz” dedi.

Annem kızdı;

“De git benamus, bu kadar yoldan sonra geri mi dönülür?” dedi.

Seyfo; korkudan daha artık sesini çıkarmadı ve sustu. 

“Ahmak sen annemin vazgeçmeyeceğini bilmiyor musun? Öyle bir şey söylüyorsun ki… Ne haber bak öyle korkudan altına edersin”

“Eşek çimdik atarım haaa… Kızdırma beni”

“Seyfo hıyar, bana mektup yazdığında Ayşegül’ü de yazmayı unutma tamam?”

“Niye ki, ne yapacaksın Ayşegül’e? Ona aşık mı oldun yoksa…” dedi.

Kahkaha attı. Yağmur tanecikleri dudaklarından çenesine doğru damlıyordu gülerken. Ona okkalı bir tokat attım.

“Başkasına söylersen öldüreceğim, evet Seyfo ona aşık oldum” dedim.

Biz konuşurken bir beyaz taksi geldi. Önce bizi geçti, sonra durakladı. Taksinin içindekiler bize baktılar. Sonra geri geldiler. Geri vitesinde sesini çok seviyordum. Taksinin içinde bir kadın, bir çocuk ve şöfür amca vardı.

Şöfür amcama sordu;

“Nereye gidiyorsunuz? “ Diye sordu. Mehti amcam;

“Ben değil. Aha yengemle yeğenim Batman’a gidecekler” dedi.

Yağmurda amcam zar zor konuşuyor, dili damağına yapışıyordu. Annem ve Kudret teyze onlara bakıyordu. Şöfür amca;

 “Tamam binsinler. Eşyaları bağaja atın… Ama dur bağajın kapısı bozuk” dedi.

Yağmurdan dışarı çıkmak istememesine rağmen çıktı. Şöfür bagajı açtı. Eşyalarımızı koydu içine. Mehti amcam;

 “Hadi yenge Allah yolunuzu açık etsin. Kendinize iyi bakın” dedi.

Yanaklarımdan, yanaklarından yağmur süzülen dudaklarıyla beni şapır şupur öptü. Cebime su gibi ıslanmış beş kağıt para koydu. Bende elini öptüm. Sonra Seyfettin’i kucakladım, öptüm ve son kez bir tokat attım.

“Seyfo artık bana çimdik atamazsın. Beni unutma tamam, mektup yazarım” dedim.

Seyfo çimdik atmaya davrandı ama sonra kıyamadığı için vazgeçti.

“Öküz dua et ki yolcusun. Hadi güle, güle inek. Tamam bende mektup yazarım” dedi.

Annem taksiye kurulmuştu bile. Bende annemin yanına yerleştim. Şöfür kontağı çevirdi ancak araba çalışmadı. Mehti amcam ve Kudret teyze arabanın sağ kenarında anneme bakıyorlardı. Şöfür tekrar dışarı çıktı. Ön kaportayı açtı ve çalıştırmaya çalıştı. O arada bende pencerenin camını açtım ve Seyfettin’e;

 

“Seyfo gitsene, sende inek gibi ıslandın”

“Cemoş giderayak kafamı bozma. Ankara’da beni hepten unutursun benamus”

“Seyfo seni hiç unutur muyum? Yalnız eşeklere karşıma…” dedim.

(…)

QERAXÊ DERYAYÊ EVÎNÊ QIRÊJ DIKE

KÜRT YAZAR’DAN ”KUMSAL AŞK’I KİRLETİR” YORUMU

Sevgili Okuyucularım;

Yurtdışında yaşayan Araştırmacı-Yazar Lokman Polat’ın, ”Kumsal Aşk’ı Kirletir” adlı romanımla alakalı yaptığı ve yürek ısıtan Kürtçe yorumunun ruhuna hiç dokunmadan sizlerle paylaşmak istedim. Türkçe’sini bir sonraki makalemde sizlere sunacağım.

Beni duygulandıran, kamçılayan ve ”okunma” hissi gibi mutluluğun zirvesini yaşatan saygı değer Polat’a, yürekten teşekkür eder, yazınsal ve edebi hayatından başarı ve esenlikler dilerim.

 

QERAXÊ DERYAYÊ EVÎNÊ QIRÊJ DIKE

 

Lokman Polat

 

Nivîskarê kokkurd Cuneyt Alphan ji Amedê – Diyarbekirê – ye. Wî çend pirtûkên lêkolînî û du roman nivîsiye. Ew di radyo û televizyonan de xebitiye û rojnamevanî kiriye. Niha li Zankoyê mamostetiya zimanê îngilîzî dike.

Digel ku ew ji gundeke Farqînê ye jî, diyare bi kurdî nikare binivîse û lewre jî berhemên xwe bi tirkî diafirîne. Bi min divê ew fêrê nivîsîna kurdî bibe û berhemên bi kurdî jî biafirîne, pirtûkên kurdî binivîse û biweşîne. Nivîskarê kurd sabrî Akbel jî berê bi dehan pirtûkên tirkî nivîsîbû, lê niha pirtûkên kurdî dinivîse. Divê Cuneyt Alphanê Farqînî jî hewl bide, bixebite û bi kurdî berhem biafirîne.

Romaneke wî qalinde û yek zirav e. Min herdu romanên wî jî xwend û li ser wan gotar nivîsî. Ez ê di pirtûka xwe ya li ser romanên romannivîserên kurd ku bi tirkî roman nivîsîne, gotarên li ser romannivîserên kokkurd û herweha gotara li ser herdu romanên nivîskar Cuneyt Alphan biweşînim.

Romana wî ya bi navê ”Kumsal Aşki Kîrletir – Sêlxan Evînê Qilêr Dike” di nav weşanên ”Ares Kîtap” de di sala 2009 de derketiye. Pirtûk 176 rûpel e. Di vê romanê de trajediya kurdekî koçber, pirsûpirsgirêkên malbatî, ferqiyeta çandên cuda, evîna qedexekirî, pîsîtiyên sazûmana kapîtalîst a hov û gelek bûyerên balkêş hene. Li bajarê Antalya`yê li qeraxa deryayê evîn çawa tê qirêjkirin, di siya şer de serpêhatiyên çawa pêk tên, dejerasyonên civakî çawa derdikevin holê, jiyana însan çawa tê guhertin û hwd, gelek tişt di naveroka romanê de cih digrin û bi dîmenên balkêş raberê xwendevanan dibin. Di hemû berhemên nivîskarê kokkurd Cuneyt Alphan de lêgerîna azadiya û têkişîna ji bo fikir û ramanên azad û pêkanîna aşîtiyê ango ji bo cîhaneke azad û aram e.

Destpêka romana wî ya bi navê ”Kumsal Aşki Kîrletir – Sêlxan Evînê Qilêr Dike” bi ravekirina dîmeneke bextewariyê ya malbateke kurd ku ji amedê ne û hêj nû koçê bajarê Antalyayê kirine destpêdike. Serlehengê romanê Kemal di jiyana xwe ya çûyî de gelek zahmetî dîtiye, êş û keder kişandiye. Ew dixwaze rojên bi êş yên paşerojê ji bîr bike û di pêşerojê de şad û bextiyar bibe.

Lê, li bajarên dewleta dagirker kurdbûn, kurdayetî, kurdî axaftin hêsan nîne û serê mirov dixe teşxelê. Dema jina Kemalê Amedî li nexweşxaneyê diwelide, ji bo ku li wir xesûya wî bi kurdî diaxife, di navbera Kemal û kesên nîjadperest û karmendên nexweşxaneyê de mineqeşe û pevçûn çêdibe.

Kemal li antalyayê bêkar e. Ew li wir li kar digere ku bixebite û pê debara malbata xwe bike. Ew herroj ji malê derdikeve diçe li kar digere û êvarê bêkû karekî bibîne vedigere malê. Koçberî, zahmetî û neçarî, pêdiviya jiyanê û ji bo debara malê gelek kurdên koçber dibine krîmînal, zarokên wan ji neçariyê dizî dikin. Kemal di vî zanînê de ye û ew bêkar, feqîr û belengaze lê xwe digre û nakeve nav karên qirêj û dizî nake, nabe krîmînal. Lêbelê ew yên ku ji neçariyê dibine krîmînal jî sucdar nake.

Kemalê Amedî li bajarê Antalyayê bêdost û bê heval, tenêtî dikşîne. Li Amedê gelek nas û dostên wî hebûn û li vir li Antalyayê nas û dostên wî tunin. Ew weke kevoka birîndar, weke çûka ku ji refê xwe veqete, weke bilbila di qefesê de ye, axîna welêt dikşîne û dinale. Kemal li Antalyayê kar nabîne, diçe Ankarê. Li wir jî êş û eziyet û perîşanî dikşîne. Malbata wî li Antalya û ew li Ankara. Pirs û pirsgirêkên malbatî dest pê dike. Pirsgirêkên malbatî malik li mirov dişewitîne, mirov neçar dike. Felaketên malbatî mirov mehf dike.

Jina kemal ku navê wê zîlane, ji kemal re dibêje ku ew dixwaze veqete. Kemal ji ber vê daxwaza ji hevûdu veqetandinê dimîne şaş û ecêb. Ew şoke dibe, êş dikşîne. Dema ew ji ankarayê tê Antalyayê ku çi bibîne...Jinê eşyayên malê firotiye û kurê xwe (ji xwe kurekî wan heye) girtiye û çûye mala bavê xwe. Mala bavê Zîlanê jî li antalyayê ye. Jina Kemal, Zîlan, êdî naxwaze ku wî bibîne. Kemal diçe bi xezûrê xwe re pev diçe, şer dike, lê dixe.

Hêlîna Kemal xirab bûye, malik lê şewitiye. Ew bê mal û bê malbat li holê maye. Gelo çima jina wî ew berda? Sedemê jihevûdu veqetandinê çine? Çima Zîlanê li hemberê mêrê xwe helwesteke weha hişk wergirtiye? Bersîvên van pirsan balkêşin û ji bo mirov bizanibe ka sedem çine, divê mirov romana nivîskarê kurd Cuneyt Alphan bi tevahî bixwîne.

Xwedê mirov nexe ber xezeba jinan. Jin di hêla evîn û tolhildanê de ecêbin, kesek nikare bi wan re here serî. Hz. Muhamed gotiye : ”Allah mahfizna min serî nisa.” Yanî Xwedê me ji xezeba jinan mihefeze bike, biparêze.

Nivîskar C. Alphan di romanê de forma ”Ez” bi kar aniye. Yanî vebêjê romanê bi forma ”Ez” serpêhatî û bûyeran rave dike. Lê, divê şaş neyê famkirin, ev ”Ez” nivîskar bi xwe nîn e. Lehengê romanê Kemalê Amedî ye. Min jî di hinek çîrok û romanên xwe de forma ”Ez” bi kar anîbû, ji hinekan xiyale ku ew ”Ez” ê romanê ez bi xwe me, ango nivîskar bi xwe ye.

Roman tam romaneke realîst e. Rastiya civakê radixe ber çavan. Nezanî û cahiliya cure cure kesên tirk rave dike. Guherandina însanan, çawa ku însan ji adet û tradisyonên xwe, ji çanda xwe dûr dikevin û herweha bajarên metropolên tirkan çawa însanan bedbîn dikin, bi şêweyeke rasteqînî tê ravekirin. Bûyerên ku di jiyana rojane de diqewimin, têkiliyên sosyal civakî, pirs û pirsgirêkên curbecur weke dîmenên zindî di nav rûpelên romanê de ji xwendevanan re tê pêşkêşkirin.

Piştî ku Kemal û jina wî Zîlan hevûdu berdidin, ji hev vediqetin, kemal dikeve rewşeke nebaş. Derûniya wî xirab dibe. Di nav deprasyonê de perîşan dibe. Ew kar nabîne ku bixebite. Perê wî yê ku hene jî diqede û ew li xerîbiyê êş dikşîne, tî û birçî dimîne û di parkan de radize. Di şevên sar û serma de razana parkan û tî û birçîbûn wisa hêsan nîne, gelek zor û zahmete. Ew bi xwarina simîtê zikê xwe têr dike. Lê, gelek caran simît jî nabîne, bi dest nakeve ku bixwe. Ew tê radeya ku ev cîhan li ber çavên wî reş dibe û dixwaze xwe bikuje.

Dema yek dikeve halê xirab, aboriya wî nebaş dibe, li dora wî dost namînin. Ji xwe dostê herî baş, dostê rasteqîn di roja xirab de diyar dibe. Kemalê Amedî di rewşeke xirab de li parkan radize û tu dostekî wî pê re nabe alîkar. Li parkê keçeka romanî (çîngene) pê re dibe alîkar. Keçik, dh lîrayê ku ji mêzekirina falê qezenç kiriye dide wî.

Di parkan de gelek kesên navsal û ciwan yên bêçare, bêhêvî, feqîr û belengaz radizin. Hemû jî kurd in û ji Kurdistanê ji ber şerê qirêj ya li hemberê gelê kurd, ji ber zilm û zordariya dewleta dagirker, ji ber êrişa leşker û tîmên taybetî yên hov (barbar) ji ber xirabkirin û wêrankirina gundan, şewitandina darîstanan û kuştinên dewleta kûr yên bi navê qesasên nediyar reviyane û hatine bajarên metropolên dewleta tirk yên li rojavayê anadoliyê.

Kemal ji ber birçîbûnê û neçariyê dixwaze xwe bikuje. Ew bi zikê birçî diçe ku biçe diyarê zinareke xwe biavêje xwarê, lê di rê de ji ber birçîbûnê doxa wî diçe, bêheş dibe û ji xwe ve diçe. Dema ew çavên xwe vedike ku li nexweşxaneyê ye û serûm pêve ye.

Keçika romanî ku navê wê Nazlî ye, tê serlêdana wî û ew bi hevre ji nexweşxaneyê derdikevin. Di navbera herduyan de têkiliyên germ, hezkirin û evîneke rasteqînî pêk tê. Evîna wan xapînok nîne, rastîn e. Ew bi hevre sohbet dikin, dilên xwe ji hevûdu re vedikin. Êdî ew aşiq in, evîndarên hev in. Evîna Nazliya romanî ji bo kemalê amedî dibe derman. Ew wî ji mirinê xilas dike, dibe xilaskara wî. Nazlî bawerî, xweşbînî, hizûr, evîn û hezkirina ji jiyanê dide wî û ew li cem Nazliya xwe ya narîn xwe şad û bextewar hîs dike.

Kemal û Nazlî li cem hev wisa bextewarin ku, hêj nezewicîne, lê soz û peyman didine hev ku, dema ji wan re zarok bibe, heger kurik be dê Nazlî navê wî dayne û heger keçik be dê Kemal navê wê dayne. Kemal dibêje ”heger ji me re keç bibe, ez ê navî berîtan daynim.” Lêbelê sedheyfûmixabin ku ev herdu evîndar nagîşin miradê xwe. Ew bi hevre nazewicin û ji wan re keç yan kur nabe. Çima ew nazewicin? Çima nagîşin miradê xwe? Trajediya Nazlîya evîndar û bextreşiya Kemalê Amedî dil û kezeb li mirov dişewitîne. Dawiya romanê bi gotina tirkî ”aciklî” ye, bi êş e, bi derd û kul e, tradejî ye. Dil û kezeba mirov dişewitîne.

Di romanê de di derbarê pirsa netewa kurd û ravekirina şerê qirêj ku dewlet li hemberê gelê kurd bi şêweyeke hovane dimeşîne, nirxandinên gelek baş û balkêş cih digrin. Kemalê Amedî li ser pirsa kurd û ferqiyeta bajarên kurdan û tirkan bi polîsekî re, bi nivîskarek re û bi gelek kesan re minaqeşe dike û rastiya û heqiya doza netewa kurd rave dike. Vebêj bi devê Kemalê Amedî ferqa bajarên kurd û tirkan bi vê hevoka manedar tîne zimên: ”Runiştvanên Antalyayê ji şerê ku li rojhilat dibe hayidar nînin. Li wir dengê guleyan û li vir dengê muzîka dîskoyan tê. Li wir hewar û feryada dayikan tê, li vir dengê hîrehîra dansê derdikeve ezman.”

Min ji naveroka vê romanê vî tiştî derxist. Mirov hertim ketî nîn e û herdem wenda nake. Xwedê deriyek digre û deriyeke din ji mirov re vedike. Jiyana mirov a kambax carna bi şêweyeke mucîzewî tê guhertin. Herweha di naveroka romanê de, şîroveyên di derbarê sedemên gelemperî yên ji hevûdu cihê bûnê, ji hevûdu veqetandina jin û mêran, pirs û pirsgirêkên malbatî û civakî baş hatine kirin. Fikir û ramanên li ser mijara hevûdu berdana jin û mêran zanîstiya mirov berfereh dike. Di vî warî de, mirov gelek tişt ji vê romanê fêr dibe. Ji xwe girîngiya romanan, pirtûkan yek jê jî eve ku; dema mirov bixwîne divê mirov tiştek jê fêr bibe. Ev roman hêjayê xwendinê ye û divê xwendevan bi baldarî vê romanê bixwînin.

 

 

Yazar: Lokman Polat

ALPHAN’IN ‘KÜRTLER VE ÖTEKİLER’ KİTABI ÇIKTI

ALPHAN’IN ‘KÜRTLER VE ÖTEKİLER’ KİTABI ÇIKTI

 

Mehmet Zeki ÖZER

 

Diyarbakırlı Gazeteci-Yazar Cüneyt Alphan’ın altıncı kitabı ‘Kürtler ve Ötekiler’ kitabı çıktı. Mehmet Zeki ÖZER Kürt sorununa çözümüne ilişkin çalışmalarıyla bilinen Gazeteci-Yazar Cüneyt Alphan’ın altıncı kitabı ‘Kürtler ve Ötekiler’ kitapçı raflarındaki yerini aldı....

Kürt sorununa çözümüne ilişkin çalışmalarıyla bilinen Gazeteci-Yazar Cüneyt Alphan’ın altıncı kitabı ‘Kürtler ve Ötekiler’ kitapçı raflarındaki yerini aldı. Kitabının ilgi görmesinden memnuniyet duyduğunu ifade eden Alphan, “Ülkeme ve halkıma karşı sorumluluğumu yerine getirdiğim için mutluyum” dedi.

Alphan, Kürtler ve Ötekiler kitabını yazmaktaki amacını, “bütün tarihsel olguları ortaya koyduktan sonra Kürt sorununun demokrasi ve evrensel hukuk içerisinde çözülmesi” olduğunu dile getirdi.

Kitabın içeriği hakkında bilgi veren Alphan, söz konusu bu çalışmanın iki yıllık bir çalışmanın ürünü olduğunu belirterek, kitapta, Kürtlerin tarihi, yaşadığı bölgeler, başlıca Kürt ayaklanmaları, petrolden doğan Kürt sorunu, petroldeki Kürtlerin kanı, emperyalist devletlerin Kürtleri nasıl piyon olarak kullandıklarını, Kürtleri kullanan misyonerlerin nasıl faaliyet yürüttüklerini, Kürtlerin İngilizlere karşı gerçekleştirdiği ayaklanma ve İsrail’in Kürtlere neden sahip çıktığını anlatmaya çalıştığını söyledi.

“Dünya üzerinde yaşayan bütün milletlerin hayatında inanç, etnik aidiyet, dil ve kültürel yaşam hep birinci sırada önemini korumuş ve yaşananların çoğu bu faktörler nedeniyle meydana gelmiştir.” diyen Alphan  “Tarihte birçok talihsiz milletleri örnek verebiliriz. Şu anda yeryüzünde sayıları kırk milyonu aşan Kürtlerin tarihi de çok kanlı, acılı ve sancılı olmuştur.” ifadesini kullandı.

 

 ‘Kürt Halkı Varlığını Sürdürmektedir’

 

Kürtlerin kurduğu devletlerin kısa ömürlü olduğunu kaydeden Alphan, “Kürtler, genellikle emperyalist sömürgeciler tarafından her zaman piyon olarak kullanılmış ve kanları üzerinde egemenlik sağlanmıştır. Egemen güçlerin her zaman yaptıkları gibi tarihi tahrif ederek hakikatleri karartarak ve parlatarak kendilerine göre bir tarih yazmışlardır. Yazılan bu tarih de, ne tarihin ahlakına, ne evrensel adaletin ölçülerine ve ne de insanlığın hiçbir kuralına sığmamıştır. Bu nedenle insanlık tarihi kadar eski bir tarihe sahip olan ve dünyadaki diğer halklar gibi Kürt halkı da yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen varlığını sürdürmek için büyük bedeller ödemiş ve ödemeye devam etmektedir.” diye konuştu.

 

 ‘Bölünme Paranoyası ve Korkusu…’

 

 Özellikle Cumhuriyet tarihinde Kürtlerin entografik gelişmişlikleri, tarihsel yaşayışları, geçmişten günümüze kadar yarattıkları eserler, sosyal, siyasal, eğitim, dil, din, kültür ve iç dinamikleriyle ilgili yapılmak istenen bütün çalışmalar engellendiğini kaydeden Alphan, “Kürtler adeta tarih sahnesinden silinmek istenerek üzerlerinde amansızca asimilasyon, ret ve inkâr politikaları uygulanmıştır. Bu baskıların temel nedenlerinden biri de bölünme paranoyası ve korkusudur.” şeklinde konuştu.

 

 ‘Kürtler Osmanlının Kurulmasında Rol Almıştır’

 

 Kürt paranoyası nedeniyle Cumhuriyet tarihinde yazılan kitaplarda Kürtlere yer verilmediğini ifade eden Alphan, şöyle konuştu: “Oysaki Kürtler, Osmanlı’nın kuruluş aşamasından yıkılış aşamasına kadar, yaşanan bütün savaşlarda Osmanlı’yla birlikte omuz omuza savaşmış, kan ve can vermiştir. Fas’tan Tunus’a, Cezayir’den Viyana’ya kadar at sırtında Kürt milis güçleri, Osmanlı güçleriyle birlikte savaşmış ve koca bir imparatorluğun kurulmasında büyük rol oynamıştır.”

Alphan, Kürt-Türk kardeşliğine emperyalist devletlerin oynadığı oyunlar, halkına ve ülkesine karşı sorumluluğunu yerine getirmek, oğlu Cem’in kendisine ‘Baba! Bu kardeş kavgasında ne yaptın’ diye sormaması için yazdığını söyledi.

KAYNAK: Mehmet Zeki Özer / Diyarbakırlı Gazeteci-Yazar Cüneyt Alphan’ın altıncı kitabı ‘Kürtler ve Ötekiler’ kitabı çıktı (guneydoguhaber.com, 28.01.2019).

Yazar: Mehmet Zeki ÖZER

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör