Demirtaş Ceyhun

Yazar

Doğum
Ölüm
29 Temmuz, 2009
Eğitim
İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü

Yazar (D. 1934, Adana – Ö. 29 Temmuz 2009, İstanbul). Adana Lisesi (1953), İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü (1959) mezunu. Adana Belediyesinde memurluk yaptıktan sonra serbest mimar olarak çalıştı, İstanbul Mimarlar Odası Genel Sekreteri oldu. Ankara Büyükşehir Belediyesinde danışmanlık yaptı. İstanbul'da açtığı bir kitabevinin yöneticiliğini (1972-76) yaptı. Politika gazetesi genel yayın müdürlüğünün ardından, özel şirketlerde danışman ve genel koordinatör olarak çalıştı. Sis Çanı Yayınevi’ni kurdu ve yönetti. 29 Temmuz 2009 günü İstanbul’da vefat etti, Aşiyan Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Hikâyeleri 1955'ten itibaren Yeni Ufuklar, Pazar Postası Yelken, 1960'dan sonra Türk Dili, Antalya, Ataç, kendi çıkardığı Edebiyat Cephesi (1979-80) dergilerinde yayımlandı. Demirtaş Ceyhun'u pek çok sanatçıdan ve edebiyatçıdan ayıran özellik; edebiyatı başından itibaren, bilinçli olarak hem akıl ve mantıkla hem de duygu, düşlem ve sezinlemeyle birdlikte ele almasıdır. Bir yandan öykü ve romanlarıyla, bir yandan da araştırma, inceleme ve denemeleriyle, yazınsal türlerde ortak bir imgelem yaratmış ve edebiyatı toplumbilim ve siyaset bilimle, kültür bilimle, kuramsal düşünceyle beslemiştir. Tarih çerçeveli araştırma ve incelemelerinde, tarihi deneme tadında okutmayı başarmıştır.

Demirtaş Ceyhun, Asya romanı ile TRT 1970 Sanat Ödülleri yarışmasında başarı ödülü, Çamasan adlı hikâye kitabıyla 1973 Sait Faik Hikâye Armağanını, Apartman kitabıyla da 1975 Türk Dil Kurumu Hikâye  Ödülünü kazandı.

ESERLERİ:

HİKÂYE:  Tanrıgillerden Biri (1961), Sansaryan Hanı (1967), Çamasan (1972), Apartman (uzun öyküleri, 1974), Babam ve Oğlum (1985), Eylül Hikâyeleri (1987, yeniden yazılmış bas., Ayı İzi adıyla, 1997), Belki Yarın Anlarlar (seçme öyküler, 2004).

ROMAN: Asya (1970), Yağmur Sıcağı (1976), Cadı Fırtınası (1982).

ÇOCUK KİTAPLARI: Avşalı Çocuk (1978), Savaş ve Küçük Barış (1979), Ada'nın Kuşu (1979), Horozlu Ayna (1989).

DENEME-İNCELEME: Haçlı Emperyalizm (1967), Yağma Edilen Türkiye (1968), Bir Yeni Dev (1977), Yüz Yaşındaki Delikanlı Bulgaristan (1978), 20. Yüzyıl ve Edebiyat (1979), Babıâli'nin Şu Son Kırk Yılı (1984), Can Çekişen Kitap (1985), Bütün Dünyadan Özür Diliyorum (1989), Entellektüelden Entele (1989), Ah Şu Biz Karabıyıklı Türkler (1992), Türk Edebiyatındaki Anadolu (1996), Osmanlılarda Aydın Kavramı (1997), Kod Adı: ''Ulu Hakan'' 1 / Türk Aydınının Dramı: Medrese'den İmam Hatip'e (1998), Aydınlanma ve Laisizm (2000), “Eksilmedi Bendeki Umutsuz Umut" Çünkü Ben Edebiyatçıyım... (2000), "Soğuk Savaş" Yazıları (2001), Erikler Çiçek Açtı mı? (2004), Edebiyatımı Geri İstiyorum (2005).

ANI: Çağımızın Nasrettin Hocası Aziz Nesin (anı, 1984), Yaşasın Aziz Nesin (anı, 1995).

KAYNAKÇA. İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007, 2009), Necati Güngör / Demirtaş Ceyhun'la "Kod Adı: Ulu Hakan" üzerine: 'Ulu Hakan, Osmanlı'nın gerçek tarihinin şifre anahtarı' - Deniz Çalışkan / Bitmeyen Kavga (Cumhuriyet Kitap, 6.5.1999), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), Tuncer Urarol / Demirtaş Ceyhun ve Adana (söyleşi, Söylem, Haziran 1999),Yüksel Pazarkaya / Ceyhun, 'Ben Edebiyatçıyım'da edebiyatın dünden gelen sürecini irdeliyor (Cumhuriyet Kitap, 13.1.2000) – Aydınlanma ve Laisizm / Cumhuriyet Kitap, 16.11.2000), Feridun Andaç / Edebiyatımızın Yol Haritası (2000), "Soğuk Savaş" Yazıları / Demirtaş Ceyhun (Cumhuriyet Kitap, 15.11.2001), Tanzimet’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi 1 (2001), Türkiye Kültür ve Sanat 2010 Yıllığı (2010).

 

 

             

Rüşvet

RÜŞVET

 

Böyle bir şeyi kesinlikle beklemiyordu o gün. Üstelik avukatı da, böyle bir olasılıktan söz etmemişti sabah, mahkemede.

Bu kaçıncı duruşma... Artık bıkmış. Usanmış. Kaç yıldır, bu birbirinin benzeri, tekdüze duruşmalardan öylesine umudunu kes­mişti ki... Avukatı da, aylar var ki şöyle doğru dürüst arayıp sormu­yor, uğramıyor mu ne?

Gene dalmış gitmişti ıvır zıvır anılara. Meğer duruşma bitmiş. Askerler, sanıkları tekrardan zincirlerle bağlamak üzereydiler. Bir­den nasıl oldu? Avukatı, ilerden koştu geldi, üzerine atıldı, boynu­na sarıldı, yanaklarından şapur şupur öpmeye başladı.

-  Geçmiş olsun ağam, diyordu bir yandan da çığlık çığlığa. Haydi, gözümüz aydın, geçmiş olsun artık!...

-  Efendim? Anlamadım?

-  Gözümüz aydın ağam, gözümüz aydın!... Tahliye olduk!...

-  Anlamadım. Tahliye mi olduk?

-  Tahliye olduk yaaa!... Tahliye olduk artık. Artık serbestiz!

Avukatın gözlerine şöyle bir an, kuşkulu kuşkulu baktı Ağa. Bir türlü anlamlandıramıyordu duyduklarını.

-  Niçin? dedi sonra da öfkeyle. Niçin tahliye ettiler bizi? Niçin tutuklarını bilmiyorlar mı ki, niçin bıraktıklarını bilebilsinler? Sen de...

-  Ama niçin?

Ne garip... Tahliye olacağını duyduğu an ne çok sevineceğini sanırdı oysa. Ama şimdi... Tıpkı ilk günkü gibi... Tıpkı ilk tutuklan­dığı günkü gibi. Beyninin içini, bir burgu gibi habire oyup duruyor aynı soru; Niçin? Niçin? Niçin?

İnsan, aradan geçen bunca yıldan sonra, bunca olan bitenden sonra, tutuklandığı o i!k güne, sanki hiçbir şey olmamış gibi tekrar­dan geri dönebilir miymiş gerçekten? Tahliye olurken, her şeyini alıp da mı çıkarmış dışarıya? Hıh... Her şey öylesine anlamsızdı ki şu an... Tahliye olmak bile...

İşlemler tamamlanmış. Yazılmış. Çizilmiş. Kayıt defterinden düşülmüş. Zimmet defterinden düşülmüş. Niçin? Hep; Niçin? Ni­çin? Niçin?

Sanki bir düş görüyordu. Ya da, yıllar boyu düşlemenin doğa! sanrısıydı belki de bu... önde bir davul bir zurna, iki çingene. Ar­dında atlar, arabalar, faytonlar, yaylılar... Hısım akraba, konu kom­şu, dost arkadaş, kimi atına atlamış, kimi arabasına koşmuş... İki yanında soylu Arap atlarına kurulmuş, çevre aşiretlerin ağaları, beyleri... Say ki, bir düğün alayı. Tozu dumana katarak, ala ala hey'lerle dört nala köye gidiyorlardı. Ne zaman haber almış bunca insan, Yarabbi?... Oysa, artık duruşmalara bile ayıp olmasın diye nöbetleşe, şöyle bir uğruyordu çoğu hısım akraba. Hapishaneden artık anca cesedinin çıkacağından hiç kuşkuları yoktu, çünkü.

Niçin? Öyleyse, bütün bunlar niçin? Niçin? Niçin?

Tıpkı bir düşteymiş gibi dalmış gitmişken, birden nasıl oldu? Tanıdık bir sesin uyarısıyla mı? Yoksa iki yandan akıp giden bu bil­dik yoksul görüntülerin bilincine varmanın çağrıştırmasıyla mı? Bu düşsel yanılgıdan sıyrılıverdi, öfkeyle fırladı ayağa. Arabacının elinden dizgini kaptığı gibi kastı, faytonu durdurdu.

- Yeteeer!... diye bağırdı. Yeter be!... Neyin sevinci bu? Ne bayramını kutluyorsunuz böyle? Ne şenliği bu?... Kesin!...

Sonra da, yorgun, bitik, çöküverdi koltuğa, büzüldü kaldı.

Kendisini hâlâ eski kendisi mi sanıyorlardı ne?

Davul zurna susunca, kalabalık da beş on dakika içinde kendi­liğinden dağılıvermişti homurdanarak. Yakın akraba, birkaç bey, sesizce girildi köye. Eve varılır varılmaz da, daha avluda, merdivenin başında durdu. Konuklara yüzünü de dönüp bakmadan;

-  Sağ olun, dedi yarım ağız. Sırtımı değiştireceğim şimdi, artık kusura bakmazsınız.

Sözü biter bitmez de, taş merdivenleri hışımla, bir solukta çık­tı. Odada da karısına;

-  Bu gece kimseyi görecek, dinleyecek hâlim yok, anlaşıldı mı? Bu gece kafamı dinleyeceğim, dedi  buyurur.

Gerçekten de kimseyle görüşmedi. Ne karısının bir şeyler anlat­masına izin verdi. Ne hesap vermeye hazırlanmış yarıcıları, mara­baları, kâhyayı yanına kabul etti. Ne de kendisi bir şey sordu. On­ca çok sevdiği çocuklarıyla bile ilgilenmedi. Hatta, oğlunun niçin kendisini karşılamaya gelmediğini, şimdi nerede olduğunu bile sormadı. Geçmiş olsun gelmek isteyen ağaları beyleri de, özürler dileyerek, incelikle geri çevirdi. Kapandı kaldı odaya. Kapıyı pen­cereyi sıkı sıkı örttü.

Kimse akıl erdirememiş, bir anlam veremişti bütün bunlara. Ama fazla da üzerinde durmadılar, çekip gittiler birazdan. Ev hal­kı, ırgatlar, marabalar, uşaklar da olan biteni tam kavrayamadıkla­rından, suspus çekilmişlerdi köşelerine. Karısı, ne yapacağını şaşır­mış yapayalnız, öyle kalakalmıştı ortalıkta.

Yemeğe de inmedi kocası. Çaresiz, bir siniye dizdi yemekleri, yukarı çıkardı, sessizce süzülüp odaya, yere bıraktı döndü.

Gerçekten de öyle güzel kokuyordu ki hâlâ buğulanan bol kuru naneli yayla çorbası. Ama, yemeye de bir türlü karar veremiyordu ki... Acaba yese mi? Yiyebilir mi acaba? Ev yemeği bu, ev yeme­ği... Özel yapılmış... Bir, odanın içinde sinirli sinirli dolanıyordu. Bir, gelip dikiliyordu sininin başına. Karar verebilmek olanaksız. Ama öte yandan da içindeki yemek yeme içtepisi artık öyle azgınlaşmıştı ki... Ne garip... İnsanoğlu, kendisine de tam egemen değil galiba. Örneğin, şu an kendisi iştahına söz geçiremiyor. Acıkma diyemiyor vücuduna. Gerçekten de, düşünmeden diz çöküverdi sini­nin başına, kaşığa sarıldı. Acele acele bir yudum aldı çorbadan, yutuverdi. Bir kaşık daha. Gene acele yuttu. Bir kaşık daha... Olanak­sız. Üçüncü kaşık kaşık çorba, ağzında büyüdükçe büyüyordu. Yutamıyordu bir türlü. Öte yandan, midesi bulanıyordu, içi kabarıyordu. Neredeyse çıkardı çıkaracak... Baktı olacak gibi değil, daha fazla dayanamdı, fırladı evin arka avluya bakan pencerelerinden bi­rinin önüne, tahta kepenkleri zor açtı ve böğürtüyle uzandı dışarı­ya. İçinde ne var ne yok, kustu. İçi almıyordu...

Böğürtüyü duyar duymaz, zaten yüreği tıp tıp, kulağı kirişte, öyle tetikte bekleyen karısı koştu geldi yukarıya ya, kapı içerden kilitlenmişti. Yığıldı kaldı kapının önüne.

- Bre kurban olduğumun... dedi, komşular da duysun istemedi­ği için, usul usul. Neyin var? Hele gadasını aldığınım, neyin var, de bir... Derdini demeyen derman bulabilir miymiş bre kurbaaan? He­le aç kapıyı...

Yalvardı, yakardı. Ama boşuna... (...)

(Sansaryan Hanı, 1967) 

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör