Cihan Aktaş

Yazar

Doğum
15 Ocak, 1960
Eğitim
İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Fakültesi
Burç

Yazar. 15 Ocak 1960, Pınaryolu / Refahiye / Erzincan doğumlu. Beşikdüzü Öğretmen Lisesi (1978), İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Okulu (1982) mezunu. Kısa bir süre mimar olarak (1982) çalıştı. Yeni Devir gazetesinde kadın sayfaları düzenledi (1983-85). 1980’lerin ilk yarısında Yeni Devir’de, 1990’larda Yeni Şafak’ta, 2008-2017 yılları arasında Dünya Bülteni ve Haberiyat sitelerinde yazdı.

Mavera dergisinde gezi notları (1986), Aylık Dergi‘de telif ve tercüme hikâyeleri ile denemeleri (1986-88) yayımlandı. Yazıları ayrıca Girişim, Bu Meydan, Kitap Dergisi, İzlenim, Kadın ve Aile, Kafdağı, Yeryüzü, Bilgi ve Hikmet, İslâmî Araştırmalar, Nehir, Dergâh, dergilerinde yer aldı. Tahran Tabatabai Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı dersleri, Eyüp Film Akademisi’nde Sinema Kültürü dersleri verdi. Halihazırda  Gerçek Hayat ve İtibar dergileriyle Sonpeygamber. İnfo sitesinde yazıyor. 

Bacıdan Bayan’a adlı kitabı TCK 312. maddeye aykırı bulunarak toplatıldı, ancak bu toplatılma kararı daha sonra bozuldu.

1992‘den itibaren Dergâh dergisinde yayımlamaya başladığı hikâyeleri edebiyat hayatında yeni bir dönemin göstergesi olarak değerlendirildi. 1995‘te Son Büyülü Günler adlı kitabıyla ile Türkiye Yazarlar Birliği, 1997‘de Gençlik Dergisi tarafından Yılın Hikâyecisi, 2002‘de Bana Uzun Mektuplar Yaz adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Romancısı ödüllerine layık bulundu. Türkiye Yazarlar Birliği üyesi oldu. 2009’da “Kusursuz Piknik”  isimli hikâye kitabı ESKADER tarafından yılın hikâye kitabı ödülüne lâyık bulundu. 2015’de Bursa 15. Edebiyat Günleri Ahmet Hamdi Tanpınar Ödülü’ne; 2016’da “Kızım Olsan Bilirdin” isimli kitabıyla Ömer Seyfettin Hikâye ödülüne ve aynı yıl Necip Fazıl Roman-Hikâye Ödülü’ne layık bulundu.

 “Cihan Aktaş öykülerinde, dindar kadının toplumdaki geleneksel konumunu sorgularken, alışılageldik yanlış ve çarpık kadın imajına itiraz eder. Bu öykülerde ayrıca dindar erkeklere de eleştiriler getirilir. Kadın, sadece bir sadakat, bir fedakârlık simgesi olarak değil, pasif konumdan ve evin arka odasından çıkmış, aktif ve çevresinde olup biten her şeyin farkında olan “müdahil” bir kimlik olarak sunulur. O genel olarak öykülerinde kimliğinden ödün vermeyen kadınların savruluşlarını anlatır. Kahramanlar inanç, kimlik sahibi insanlardır. İşte bu kimlik sahibi olmanın bir insandan ne götürüp ne getirdiğini öykülerinde irdeler. Kadınların iddiaları yanında, insani yanlarını, zayıflıklarını da gündeme getirir.” (Necip Tosun)

“Onu, kadın ve erkek aynı anda ilgilendiriyor. Aslında, bir ayrım ille yapılacaksa, bunda sahip olunan güç belirleyici olabilir. Yani gücünü suistimal eden iktidar ve zayıf kılınanlar, yazarın deyişiyle müstekbirler ve müstazaflar ayrımı, Aktaş’ın hikâyesi söz konusu olunca cinsiyet ayrımından daha gerçekçi olurdu.‘Ben bütün ezilenlerle ilgiliyim. Siyah ‘derililerle, muhacirlerle, boşnaklarla, çeçenlerle, başörtüsü dolayısıyla tahsil görmeyen öğrencilerle, sokak çocuklarıyla, güneydoğu sorunuyla ilgili olmakla aynı şey bu. Haksız ve adil olmayan iktidar problemi beni ilgilendiriyor.’ Bunlar birer tutunamayan olmaktan bambaşka olarak, tutunabileceklerken ellerine vurulanlardır. Hikâyelerin hepsini göz önünde bulundurduğumuzda, bunların sorunları dışında kalanlar, yazarlıkla ilgili olanlar ve Sovyetlerin dağılmasıyla önceki rejimin havarilerinin, kendi varlıklarını mücerret ve anlamsız bulmalarıyla ilgili varoluşsal sorunlardır.” (Hayriye Ünal)

“Sağlam bir dünya görüşüne ve duruşuna sahip olan Cihan Aktaş’ın kaleminden, hüzünlerle, kadınsı duyarlılıklarla, mümin sancılarıyla ve daha çok da zamana şahit olarak yazılmış öyküler okuyoruz.” (Selvigül Kandoğmuş Şahin)

ESERLERİ:

İNCELEME-ARAŞTIRMA: Hz. Fatıma (1984), Hz. Zeynep (1985), Sömürü Odağında Kadın (1985), Veda Hutbesi (1985), Sistem İçinde Kadın (1988), Tanzimat’tan Günümüze Kılık Kıyafet ve İktidar (2 cilt, 1989, 1990), Tesettür ve Toplum / Başörtülü Öğrencilerin Toplumsal Kökeni (1991), Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği (1992), Mahremiyetin Tükenişi (1995), Şark’ın Şiiri-İran Sineması (1998), Bacı’dan Bayan’a / İslâmcı Kadınların Kamusal Alan Tecrübesi (2001), Dünün Devrimcileri Bugünün Reformistleri-İran’da Siyasal, Sosyal ve Kültürel Değişim (2004), Yakın Yabancı (2008), Kardeşliğin Dili (2010), İktidar Parantezi: Kadın Dil Kimlik (2011), İslamcılık/Eksik Olan Artık Başka Bir Şey (2014), Şehir Tutulması (2015), Rüzgârla Yaşamayı Öğrenmek - Esenler’in Hikâyesi (Yayıma hazırlanıyor).

HİKÂYE: Üç İhtilal Çocuğu (1991), Son Büyülü Günler (1995), Acı Çekmiş Yüzünde (1996), Azizenin Son Günü-Azerbaycan Hikâyeleri (1997), Suya Düşen Dantel (1999), Ağzı Var Dili Yok Şehrazat (2001), Halama Benzediğim İçin (2003), Duvarsız Odalar (2005), Kusursuz Piknik (2009), Ayak İzlerinde Uğultu (2013), Kızım Olsaydın Bilirdin (2015), Fotoğrafta Aynı Duran (Yayıma hazırlanıyor).

ROMAN: Bana Uzun Mektuplar Yaz (2002), Seni Dinleyen Biri (2007), Sınıra Yakın (2013), Şirin’in Düğünü (2016)

KAYNAKÇA: İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Hayriye Ünal / Köprüden Düşenler: Cihan Aktaş Hikâyelerindeki Kadınların Psikolojileri Üstüne Bir Yorum (Atlılar, sayı: 8, Nisan-Mayıs 2001), Müge İplikçi / Bir Şey Olmak (Radikal Kitap, 21.9.2002), Mustafa Kutlu / Bana Uzun Mektuplar Yaz (Yeni Şafak, 16.10.2002), Selvigül K. Şahin / Halama Benzediğim İçin (Heceöykü, Nisan-Mayıs 2004), Sennur Sezer / Cihan Aktaş’ın Öğretmenleri (Evrensel-Net, 22.1.2005).

HALAMA BENZEDİĞİM İÇİN'den

Gece yarısının karanlığında kalın sabahlığımın önüne geçemediği sırtımdaki ürperti bütün vücuduma yayılırken terliklerimi bulmak için elektrik düğmelerine basarak odalarda dolaşıyorsam, yatağa geri döndüğümde er geç kavuşacağım sıcaklığın kaçan uykumu geri getirmeyeceğine inandığım içindir. Halama benzediğim için böyle hafif uykum. Ne yapayım... Ona benzemeyi ben istememiştim ve esasında ona benzetilmekten de hiç hoşlanmazdım. Canım sen de her gürültüyü duyma, diyorlar; her gürültüyü duymamak elimde olabilirmiş gibi... Ben de uykumun bu kadar hafif olmasını istemezdim, elimde olsa...

Bu saatte ev sahiplerine telefon edip de kiracılarını şikayet edebilir miyim... Edemem. Sahiden de utanıyor ev sahipleri kiracılarının gürültü patırtıları yüzünden ve yıl dolunca kontratı yenilemeyeceklerine söz verdiler. Sabır, sabır. Gün gelir bir tepsi dolusu çok çöplü taşlı kumlu kırmızı mercimeği ayıklamayı bile göze alırmış insan. Sabırla koruk helva olurmuş. Bu sözü Halam söylerdi ama tam olarak hangi durumlarda söylerdi, emin olamıyorum. Halamı bu sözü söylerken gözlerimin önüne getirmeye çalışırken, belki ‘helva’nın yol açtığı bir çağrışımla mutfağa yöneldim. Mercimek ayıklayacağım. Hiç değilse gündüz rahat ederim. Ayıklama işini savsaklamayayım diye akşamdan masanın üzerine koyduğum mercimek paketini açarken, masanın üzerinde öylesine atılmış gibi duran portakalları gördüm ve yine Halamı hatırladım. Portakalı çok severdi rahmetli ama gece yarısı uyanıp portakal yediği olmuş mudur ki... Herkesle iyi geçinen o melek huylu kadının komşularıyla bir anlaşmazlığı olacağını düşünemiyorum; daha derinlere daldığım zaman benim üst kat komşularım gibi laftan sözden anlamaz bir komşusu olduğunu da hatırlamıyorum doğrusu. Üst kattaki yeni kiracılar ki geçen ilkbaharda taşındıklarına göre artık yeni de sayılmazlar, gece ikiye üçe kadar uyumuyorlar, haftanın üç dört günü kalabalık misafirleri oluyor ve gece bir buçuk ikiye doğru bu misafirleri gürültü patırtıyla yolcularken onlar, ben sıçrayarak uyanıyorum. Şimdi de yere düşen ağır bir cismin sesine benzeyen bir sesle sıçrayarak uyandım ve uyuyamıyorum. Bu arada Halamı hatırlamayı sürdürüyorum. O uykusu gelsin diye çoraplar örerdi. Örerken ara ara uyurdu ve bu uykunun onu dinlendirdiğini söylerdi. Ne güzel motifleri vardı o çorapların, ne güzel renkleri vardı. Bir ara duvarlara astığım turunculu yeşilli o çoraplardan bazılarını üniversiteye giderken de giymiştim. Yeşil ve turuncu, yeşil ve turuncuydu Halamın renkleri, bir portakal ağacı dalının renkleri yani... Şimdi çok göze batabilir bu renkler bir çorapta, ama o zamanlar otantik giyimler modaydı. Halam da İstanbul’un göbeğinde yaşarken otantik giyimini koruma konusunda fazlasıyla hassasiyet gösterirdi. Oyalı tülbentleri mesela, kat kat etekleri, kınalı saçları, kınalı elleri... Üst üste kaç kat giyinirdi bilmem; şunu iyi biliyorum ki çok üşürdü rahmetli, yazın bile çorapsız terliksiz dolaşmazdı.. Benim gibi. Ya da ben onun gibiyim. Kendimi bildim bileli Halama benzetilmeye alışkınım ve bu benzetilmeye karşı bir tepki göstermeye de...

Halamın ona benzetildiğim yıllardaki yaşına yaklaştıkça, bu benzerliğe aklım yatmaya başladı. Mesela Halam rahmetli sohbet  etmeyi severdi. Sohbet sırasında sözü ele geçirip de bir hikaye anlatırken küçük hikaye sokaklarına da dalardı ama bu küçük sokakları canla başla tasvir ederken ana hikayeyi asla ihmal etmezdi ve her zaman ustalıkla dönüş yolunu bulduğu için dinleyenleri sıkmazdı. Ben de seviyorum uzun uzun sohbet etmeyi ve bir de bakıyorum ki söz sırasını ele geçirmişken gereğinden çok konuşmuşum, gereğinden çok açmışım kendimi,  karşımdaki can kulağıyla dinliyor diye ona bunu borçlanmışım gibi bir duyguyla. Halam da tabii uzun uzun konuşurdu ama içi dışı bir değildi onun. Bazı cümleleri içine atarak, bazı soruları duymazdan gelerek öyle çok, öyle etraflı konuşurdu ki, bugün konuşmanın, bu asal iletişim biçiminin dışındaki herhangi bir eylemiyle gözlerinin önünde canlandıramaz onu kimse diye düşünüyorum. Biteviye anlatıp durduğu pek çok şey bazen bir tefrika gibi kuşatırdı günlerimizi, bu tefrikaların önemli bir kısmı vefatıyla yarıda kaldı yazık ki. Belki bir teselli olabilir bu: Akrabalarımızdan saygın, sahasında uluslar arası başarılar göstermiş bir profesörün zannedersem doçentlik tezini hazırlamak için onun konuşmalarını gizlice kasete ya da kasetlere çektirdiğini duymuştum. O kasetlerin çözüldüğü metinlere henüz ulaşabilmiş değilim ama yazılmış, kağıda dökülmüş değil mi; gerekirse ulaşılabilir günün birinde... (…)

HİÇBİR YERE AİT OLMAYAN KENT

HİÇBİR YERE AİT OLMAYAN KENT

 

CİHAN AKTAŞ

 

Bursa, Katırlı Dağları eteklerinde yapılmış TOKİ konutlarını gösteren fotoğraflar dolaşıyor sosyal medyada. Düz bir alanda 10-12 katlı sayısız apartman, birbirine kenetlenmiş halde, göğe uzanıyor. Kafa karıştıran bir görüntüsü var doğrusu, niye orada olduklarına bir cevap bulamıyoruz. Arkada görünen tek tük evler bir köyün yutulduğunu veya yutulmak üzere olduğunu gösteriyor. Bina ormanı bir hayli kalabalık bir nüfusun haberini veriyor. Kim yaşayacak bu apartmanlarda, tahmin etmek zor. Başını sokacak bir ev sahibi olmaya çalışan insanlar, bu beldeyi hangi sebeple tercih edebilir? Hava güzel, ortalık yeşil, koyunlar bile var. Ama bakalım ileride koyun sürüsü otlayacak arazi bulacak mı buralarda? Beri taraftan, seçilen proje tipinin bu araziye hangi açıdan uygun olduğunu da anlamakta zorluk çekiyoruz. Arazi o denli geniş olduğu halde bloklar arasındaki mesafe bir hayli dar tutulmuş.

Van’ın Gevaş ilçesinde bulunan Selçuklu eseri Halime Hatun Kümbeti’nin arkasına yerel yönetim tarafında yaptırılan 7 katlı yurt binası için niye o arazi ve proje seçilmişti, onu da anlayamamıştık Yurt yaptırmak hayırlı bir iş, ama başka bir arsa bulunamaz mıydı? 7 katlı bina, 700 yıllık kümbeti önemsiz kılan bir iddiayla kapatmaya çalışıyor; nereden bakarsanız bakın. Herhangi bir bina bağlamlar gözetilmediğinde işte bu şekilde küçük düşebilir, ne kadar görkemli yapılırsa yapılsın.

Katırlı Dağı sitesi aklıma, Konrad Kastner’in Katedral (2014) filmini de getirdi: https://vimeo.com/143000225

Kastner bu belgeselde inşaat için mimari ile rant mimarisi arasındaki bağı, Ordos şehri üzerinden kurcalıyor. Küreselleşmenin katedrallerinden biridir, Çin Moğalistan’ında bir şehir olan Ordos. Yaklaşık 2 milyon nüfus için planlanmışsa da orada kimse yaşamıyor. Spekülatörler, sürekli yükselen bir yatırım değeri varmış gibi büyümeyi sürdüren inşaat alanlarına ihtiyaç duyuyorlar. Tuhaf belki ama akla Babil Kulesi geliyor. Birbirini anlamayan milyonlar sürekli çatışırken süren yıkım ve imarın sesleri, bir şeyleri örtüyor, dağıtıyor, ayrıştırıp yalıtıyor.

Çin, küreselleşmenin ufkunda parlayan yıldız, geniş nüfusunu Mao dönemi disipliniyle sert bir kalkınma hamlesi için seferber ederken, acımasız yöntemlere başvurmaktan kaçınmıyor. İnsanı hesaba katmayan büyümenin bir parçası, inşaat için mimari. Bu tür mimarlık anlayışının nihai planda Sovyetik “işçi sınıfı için mimari” siyasetiyle buluşması normal değil mi?

 

***

Küreselleşmenin “hiçbir yere ait olmayan kenti”, Batı medeniyetine özgü mimarlık krizlerinin ulaştığı yeni bir aşamayı haber veriyor.

Batı medeniyetine özgü mimarlığın yaşadığı üçüncü kriz, “projeci mimarlık” nedeniyle ortaya çıkmıştır. Bu krizlerden ilki, coğrafi keşifleri takiben “diğer dünya” ile yüz yüze gelince kendi kesin ölçüleri konusunda yaşanan kuşkulardan kaynaklanıyordu. Bunu telafi için ise ortaya çıkan boşluğa önce “sanat” dediler, sonra da “ütopya.” Gelgelelim kırılgan sanat kavramı devlet desteğine rağmen kendi kendine yeterli olamadığı için mimarlar, artık biricik ve vazgeçilmez sayılmayan muteber bir kaynağa, Vitrivius’un Mimari Üzerine On Kitap’ına başvurmaya devam ediyorlardı. (M.Ö. I. yüzyılda yaşamış bir mimar, mühendis olan Vitrivius’un bu eseri, ölçüler ve estetik alanında temel bir başvuru kaynağıydı). Derken, sanat kavramı bir başına ihtiyaca karşılık gelmediği için ütopya devreye sokuldu: Ütopya; sözcüğün düz anlamıyla “hiçbir yerin yeri.” Ütopyanın yerleşimi için sanat kapı dışarı edilmeliydi. Bu şekilde yaşanan ikinci krizin ardından “sanat olarak mimari” yerini “inşaat olarak mimari”ye terk etti.

Mimarinin bir mecburiyetle ütopya adına sanatsal yönünden arındırılarak inşaat mühendisliğine dönüşmesi, krizin aşılmasını sağlayamadı. Böylelikle, sanat ve mimariyi bir zamanlar olduğu şekilde özdeşleştirme eğilimleri, kayıp özneyi geri çağırmaya dönük arayışlarla beraber, sonuncu krizden çıkma çabasını yansıtıyor. “İnşaat olarak Mimari”ye karşı 1970’lerde tepki olarak postmodernizmin aniden serpilmesi, krizin aşıldığı anlamına gelmiyor henüz.

Mimarinin Çözünmesi (1975) kitabının müellifi İsozaki benzeri bir krizin Japonya’da asla yaşanmadığını hatırlatıyor: Japonya’da bir bina asla modern inancı yansıtacak şekilde salt proje olarak kabul görmemiştir.

Japonya bir mimari kriz yaşamadıysa, Türkiye niye yaşamaya devam ediyor? Bunun cevabı herhalde “aradalık” kavramında aranmalı. Japonya bir adalar ülkesi, Türkiye ise büyük göçlerin dalgalarına açık, bu arada sürekli kendine uygun bulduğu sıfatlarla sorgulanan, bu sıfatları ispatlaması beklenen bir ülke.

Sayısız sebeple acele ediyoruz: Korkularımız var. Göç alıyor, göçe zorlanıyoruz. Harf darbesi yaşadık. Korkularımız, bağlamlara önem vermediğimiz için de birikiyor olamaz mı? İhtişamlı ve “çılgın” projeler için ayrılan bütçenin sadece bir kısmıyla çevreyi dikkate alan bir mimarlık ve şehircilik üslubuna destek verilebilirdi. Gerçek ihtiyaçların Batı’nın aşmaya çalıştığı “inşaat olarak mimari” anlayışıyla örtbas edilmesinin örnekleri, zaman zaman siyasal aktörler tarafından da eleştiriliyor.

***

Konut ve ulaşım ihtiyacı henüz önemini koruyorken yüce bir zirve bakışıyla estetik eleştirilerine girmeyi tercih etmiyorum aslında. Refahiye’de gözlemlediğim gibi estetik açıdan göze hoş gelen projeler de gerçekleştiriyor TOKİ. Ancak, bu projede bile bir çevre bağlantısı problemi var. Bir tarafta yüzlerce yıldan beri kendine has bir üslupla gelişen bir kasaba, diğer tarafta ise bu kasabanın birikimi ile hiç ilgisi olmayan bir TOKİ yerleşkesi…

Katırlı konutları kabaca 70 bine yakın “dar gelirli” bir nüfus için tasarlandı. Oysa hemen yakında bulunan Gürsu ilçesinin nüfusu 50 bin civarında. Tarıma uygun araziler oluşturabilecek bir teknolojiye sahip değiliz, Anadolu’yu gezip gördüğüm kadarıyla. Öyleyse, birinci sınıf tarım arazilerine, hiç de çevre faktörü önemsenmeden küçük şehirler kurmak nasıl bir zorunlulukla ilgili olabilir? İnternette araştırma yaptığımda, Bursa’nın imara açılan tarım arazileri konusunda sayısız istismar haberine rastladım. Bu kadar önemli bir konunun birkaç hatırlı kişinin insafına terk edildiğine dair örneklerin göz önündeki sonuçları, bir an önce aklımızı başımıza almamız gerektiğini gösteriyor. Hatırlı tanıdıklar kanalıyla sadece birinci sınıf tarım alanları için değil, sit alanları için de imar izni alınması keyfiliği artık son bulmalı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bütün ülkede birinci sınıf tarım ve sit alanlarının inşaat sektörü ve fabrika atıkları tarafından işgaline ciddiyetle eğilmeli.

Tarıma ihtiyacımız olmayabilirmiş gibi bir telakkiye savrulduk son yıllarda. Bahçeler siteye dönüşürken, bahçe işçileri de inşaatlarda çalışıyor. Henüz Ordos’larımız yok bizim, ama bu gidişle herhalde olacak.

Dünya Bülteni, 26 Eylül 2016

 

 

 

 

 

 

 

 

KÜLTÜR MEKÂNLARI YA DA ORA AVM

KÜLTÜR MEKÂNLARI YA DA ORA AVM

 

CİHAN AKTAŞ

 

Fiziki çevrenin çok çabuk değişebildiği bir dönemde şahitlik niyeti sergileyen eserler giderek daha bir önem kazanıyor. Köksal Alver ile Duran Boz’un hazırladığı “Mekân Hikayeleri” bu açıdan öngörülü bir çalışma. (İz, 2017) 567 sayfalık kitap, hatıralarda yaşayan veya hâlâ faal olan hatırı sayılır kültür mekanlarını unutulmaz kılan sebepleri açma amacını gözetiyor.

Hacı Bayram Camii avlusu, Arif Ay’ın “Kızılay’da Turtes Pasajı’nda 16 metrekare var yok” diye tarif ettiği Saatçı Musa’nın dükkanı, Ahmet Özalp’ın Akabe Kitabevi üzerinden tasvir ettiği çatışma yıllarının kitap ortak paydasında sağladığı söyleşi uzamı, Seyfettin Ünlü’nün  benim de macerasına bir köşesinden dahil olduğum o coşkulu akışı konu alan “Mekânın Mavera’sı…”Böylece yazıp giderek tamamlanacak sayfa,  muhtevalı bir çalışma sözünü ettiğim. Alver ve Boz’un “Önsöz”de izah ettiği gibi, seçilen mekânlar arasında kitapevleri, dergi büroları, yazar büroları, ofisler, esnaf dükkanları, sahaflar, kütüphaneler, kahvehaneler, çayevleri, pasajlar, çarşılar, camiler, meydanlar, okullar yer alıyor. Ve bütün bu mekânların odağında da yazı, okuma ve entelektüel faaliyetler öne çıkıyor. Bir mevcudiyet gösterdikten sonra kapanan kültür mekânları, söyleşi ve muhabbetlerin gelişmesini sağlaması, muhit kurup camia oluşturması hasebiyle yaşamaya devam ediyorlar. Bu çalışmanın bize hatırlattığı önemli gerçeklik, bütün mekanları düz bir mantıkla yenilik adına silip süpüren sıhhileştirme ve mutenalaştırma projelerinin muhit oluşturan mekanlardan yoksun bırakmasının sebep olacağı unutma kolaylığı.

Kitap merkezli sohbet mekanları bir muhit oluşturmayı başardıkları için geleceğe iz bırakıyorlar.

Hüseyin Su’nun “Mekân Bilinci” başlıklı yazısında da altı çiziliyor muhit oluşturan mekânların değerleri geleceğe aktarmadaki önemli payının. Su, Nuri Pakdil’in ve bir dergi olarak Edebiyat’ın, “merkez insan”larımızdan diye nitelediği Atasoy Müftüoğülu’nun bürolarını, bu büroların Türkiye’nin kırk elli yıllık tarihindeki etki ve işlevlerini açıyor yazısında.

“Marşlar, siyasi analizler, tartışmalar, yorumlar…” Ali Ayçil’in yazısı Erzincan’daki Metinler Pasajı’nın “Hüzünlü Ova”ya kattığı umudu hatırlatıyor. Şahin Torun, Sahaf Nizamettin”in Erzurum’da, Saraybosna Caddesi üzerindeki “İnşirah Kitabevi’ni canlandırıyor gözlerimizin önünde tasvirleriyle; oradaydım, yine olabilirdim, diye doluyor gözlerim. Ahmet Özalp, Celal Ceran, Seyfettin Ünlü, Akif Hasan Kaya, Musa Bakırcı, Ali Emre, Hamdi Akyol, Abdullah Kasay, uğradığım, sohbetlerine katıldığım, uğramaya devam ettiğim mekanları yazmışlar.

Kitaptaki öteki mekan yazıları da birbirinden kıymetli, ne yazık ki tek tek değinecek yerden mahrumuz.

“Mekân Hikayeleri”ni okurken, kapansa bile yaşayan, yaşayan ve bir umut oluşturmaya devam eden binalar, salonlar ve dükkanlar, kitapevi ortamları canlandı gözlerimin önünde.  Kültürün mekanları, toplumu dalgalandıran söylemleri geliştiren salonlar, zamanla fiziki olarak yok edilseler de oluşturdukları anlam farklı mekanlarda gelişmeyi sürdürüyor.

Bu mekan varlığının karşısında yer alan bir örnek ise ORA AVM’nin hikayesinde devam ediyor.  Son yılların en büyük batığı olarak anılıyor proje; ölü bir mekanlar toplamı. Bilirkişi raporlarına göre dev AVM, Ziraat Bankası’nın verdiği 270 Milyon Euro kredi de dahil 685 milyon Euro borçla battı. 

 Esenler’in sınırlarında, Bayrampaşa’da, otogarın üst taraflarında geniş bir araziye sahip olan Ferhat Paşa Çiftliği’nin önemli bir parçası üzerine inşa edildi ORA AVM.  Aynı zamanda eğlence merkezi olarak tasarlanmıştı. 

Ferhat Paşa Çiftliği, çevre köylerde yaşayanlar için 1900’lü yılların sonlarına kadar bir hayat tarzı modeli sergiliyordu. O dönem havalide bu çiftlik ve bünyesindeki köşkün yaydığı imgeler açısından bakıldığında, bir burjuvazi oluşumu hedefinden söz edilebilir. 

Semtin kadim sakinlerinden Ali Tezcan ilginç bir hatırasını aktarıyor: Yan komşularının ortaokul çağındaki kızı, İngilizce dersi ödevi doğrultusunda Avrupalı bir öğrenciyle mektuplaşıyordu. Bir seferinde çiftliğin fotoğrafını çekip mektuplaştığı çocuğa gönderdi komşu kızı, “Ben işte bu çiftlikte yaşıyorum” diye. Yeşilçam filmlerinin hikayeleri o kadar da gerçeklerden kopuk değil.

Esenler’in Dörtyol tarafında komşusu olan çiftliğin arazisi o kadar genişti ki semt halkı belli yerlere ulaşmak için, mahrem sayılan merkez bölgeye girmeksizin bir kenarından geçmeye mecbur kalıyordu. Geniş arazi şehirde yaşanan hareketlenme karşısında bütünlüğünü koruyacak amaç ve programdan yoksun görünüyordu. Derken otoban çiftliğin içinden geçirildi. Çeşitli parselleri mirasçılar tarafından okul, hastane gibi kamusal mekanlar için bağışlandı. 2008’de yapımına başlanan ve önemli bir bölümünde kapalı gösteri merkezi, temalı park, otel, outlet, fuar ve sergi alanları içeren ORA AVM,  projesinde hava durumunun hesaba katılmaması, ulaşım sorunu ve yanlış bir zamanda açılması gibi nedenlerle rağbet görmediğinden 2011’de iflasını duyurdu.

  Google Maps’e göre Esenler Metro Durağı’ndan hareketle birkaç dakika içinde ulaşabiliyorsunuz ORA’ya. Ama gerçekler farklı. ORA’ya giden bir yol bulamıyor, dönüp duruyorsunuz havalide uzun zaman.

Esenler’in yerinde bulunan köyler ve Ferhat Paşa Çiftliği arasında kurulamayan tabii bağ, yeni  Esenler ve ORA arasında da kurulamadı. Bunca büyük projenin son derece önemli hususlar ihmal edilerek hayata geçirilmesine anlam vermek bir hayli zor.

Devasa ve hayatın pek çok birimini kapsama iddiasındaki tüketim ve oyalanma mekanları, etrafındaki insan unsurunu ve oturduğu zeminin tabiatını hesaba katmadığı ölçüde ıssızlığa mahkum oluyor.

Buna karşılık sözün tarihi tarafından tescillenerek var oluşunu sürdürüyor, insanları bir araya getiren kitap merkezli sohbet mekanları.   

Haberiyat, 19 Temmuz 2017

 

MÜLTECİ KADIN: ERTELENMİŞ YASLAR

MÜLTECİ KADIN: ERTELENMİŞ YASLAR

 

CİHAN AKTAŞ

 

Romanlarda okuduğumuz, filmlerde seyrettiğimiz olaylar bazen çok daha sarsıcı hikayelerle karşımıza çıkabiliyor. Göç, hicret, mültecilik, her zaman geçerli olmakla birlikte ulus devlet yapısı üzerinden yeni veçheler kazanan olgular.  Mülteci, pek azını fark ettiğimiz güçlüklerle dolu hayatların zorunlu öznesi. Çoğu zaman birden maruz kalınıyor ilticaya. Bazen ölümü göze alarak yollara düşmenin gerisinde nasıl bir felakettir başa gelen?  Göç yollarına düşmenin sayısız çeşidi var; bir türlü gidememenin de.  En zor olanı, sevdiklerini geride bir meçhul hal içinde bırakarak yollara düşmek olsa gerek.  Kişiliğini bütünleyen alışkanlıklarına yer bulamadığın yeni hayatında kendini yeni baştan tanımak ve ifade etmek zorundasın. Dil bilmiyorsan çocuklaşman gerekir, oysa hayatta kalmak için yetişkinliğine tutunmalısın.

Bir kadın için daha mı zordur bu yeniden çocuklaşma evresi? Alıştığı ne varsa mahrum kalabilir, ailesine gösterdiği ihtimamla ilgili sistemin dışında “dişi kuş” olmanın yeni kurallarını öğrenirken yalpalayabilir.  Yarım bırakılan her şey geleceğe dönük bakışa da bir kırılma halinde yansır. Kırgındır, evet, ama teselliyi kimden bekleyebilir ki? Sevdiklerinin bir kısmı kim bilir nerede ve terk edilen ocağın harabeye döndüğünü gösteriyor haberler. Ailenin erkeğin gündelik ihtiyaçlarını karşılamak için oluşturulmuş bir düzenek olduğunu söylemişti Aristoteles. Bana ise aile, kadının çocuklarını babalarıyla birlikte en içine yatacak şekilde büyüteceği bir sistem olarak görünüyor. Anlatacağım hikayede önce babasını yitirdi genç kız, ardından evini ve şehrini terk etti, annesi ve kardeşleriyle birlikte. Suriye’de yıllardır süren büyük zulmün çeşitli aşamalarında vakayı adiye haline gelen vakalar bunlar ve kuşkusuz, ayrıntılara daldığınızda normal hayatınıza dönmeye mecaliniz kalmıyor.

Kafileler halinde geliyorlar. İnsanlık hallerinin istisnası yok; bebek de var aralarında engelliler de. Başlıca amaç hayata tutunmak olduğunda, geride kalanlar birer kötü hatıraya dönüşüyor. Oturup dinlediğinizde şaşırıyorsunuz: Her şeye rağmen nasıl kahve yapıp ikram edebiliyor size? Gülümsemesi sağlık belirtisi olabilir mi?

Bir kampa, mültecileri ziyarete gitmiştim. Çok çocuklu temiz pak ailenin çadırını uygun gördü yöneticiler. Kapının önünde irili ufaklı sayısız ayakkabı vardı. Karşı taraftaki çadır da aynı aileye aitmiş; evin büyük oğlunu bir yıl kadar önce evlendirmişler. Bu çadırların içinde paravanlarla küçük odacıklar oluşturuluyor. Biz onunla küçük bölmelerden birinde konuştuk. Saz benizli, duru bakışlı, ince uzun bir genç kız Z. Türkçesi hiç fena değil, bazen Arapça bir kelime de katıyor, ama rahatlıkla anlaşıyoruz.  Yaşadıklarını zaman zaman başkasının başına gelmiş gibi soğukkanlılıkla anlatıyor. Kamptakilerin hemen hepsi aynı felaket yüzünden yollara düşmedi mi zaten…

Daha yirmi yaşında; anlattıkları üç yıl önce başına geldi. Halep’in bir köyünde, dar gelirli ama mutlu bir ailenin on çocuğundan biri olarak açtı gözlerini dünyaya. Babası L. beyaz eşya tamircisiydi.  Köylerinde mütevazı ve mutlu bir hayat sürdürüyorken birden baskınlar başladı. Endişelenen L. kız çocuklarını etraftaki güvenli köylerden aktarma yoluyla Halep’te yaşayan dayılarının evine gönderdi. “Bir kurşunla ölmenize katlanırım, ama namusumuza zarar gelirse ona katlanamam” diyordu. “Bana bir şey olursa kızlarımın başına ne gelir?” endişesiyle de birkaç ay öncesinde olmadığı kadar yaşça büyük kızlarına gelen evlilik tekliflerini değerlendirmeye açık görünüyordu. 

Z. Halep’te dayısının yanında yaşarken tanıştığı bir ailenin oğlu onunla evlenmek istedi. Yaşının küçük olduğunu düşünüyordu, olumsuz cevap verdi. Bir süre sonra köylerine döndüklerinde babası  bu konuyu ona açtı. Halepli gencin ailesini araştırmış ve iyi izlenimler edinmişti. Gönlü bu evliliğin gerçekleşmesinden yanaydı. “Namusuna sahip çıkacak bir aileye benziyor” diye belirtti. Adeta öleceğini biliyormuş gibi konuşuyordu, diye anlatmayı sürdürdü Z. Ailesiyle ilgili olarak gözü arkada kalmasın diye yapılması gerekenleri düşünüp, çareler araştırıyordu.

Vakit dar, şartlar ağırdı oysa. Bir o taraftan geliyordu askerler bir bu taraftan. Sonuncu kez Esed güçleri köye girdiğinde, arkadaşları L.’yi birlikte kaçmaya çağırdılar. Ancak o ailesini korumak için kaldı. Bir odaya saklandılar. L. kapıyı kilitleyip önüne elbise dolabını çekti: ne nahif ve acıklı bir korunma çabası… Kurşun sesleri arasında Kur’an okurken hatırlıyor babasını Z. , dualarını duyar gibi oluyor.

Nasıl bir kıyamet bu? Müslüman kimlikli saldırganlar yüzünden çaresiz baba, “Yarabbi, kızlarımı, çocuklarımı benden sonra koru, onların namuslarına halel gelmesin” diye yakarıyordu. Kur’an-ı Kerim’i semaya doğru kaldırarak sürekli aynı duayı okuyordu. O sırada Baas güçleri kapının kilidini kırmayı başardılar. İçeri girmek için dolabı itmeye çalışıyorlardı. Orada yaşanan sahneyi öğrendiğim kadarıyla bile aktarmakta zorlanıyorum: Askerler kapıdan girmeye çalışırken L., “namusuma zarar gelmesindense öldürürüm onu daha iyi” diyerek, kızına yöneldi. Nasıl öldürecekti? Haklı olarak cinnet anlarının ayrıntılarına girmek istemiyor Z.  Babası onu ölsün diye duvardan duvara çalarken askerlerin içeri girmek üzere olduğunu fark etmiş; dolabı kenara çekerek kapıyı açmıştı. Nasıl kapıyı kilitlerdi, hangi amaçla dolabı kapının arkasına yerleştirmişti? Şiddetli bir dayak ve hakaret sağanağıyla dışarıya sürüklendi.  Anneleri şok geçirdiği halde kapıya doğru attı kendini.  Çocuklar da tek vücut halinde peşinden gittiler.  Babalarını kurtarmanın yolu var mıydı, nasıl bir çare umabilirlerdi? Ellerini ve ayaklarını öperek askerlere yalvarmaya başladılar. Askerler, uzaklaşmadıkları takdirde onları da öldüreceklerini söylediler. Babaları da uzaklaşmalarını istedi; kendilerini kurtarmalıydılar.

Bu, Z.nin babasını sağlığında son görüşü oldu. Eve girerek kapıyı kapattılar. Beş-altı saat kadar sürdü çatışma sesleri; babalarının ölümü bu seslerin arasında ne zaman, nasıl karıştı, fark etmeleri imkânsızdı. Küçükler baygın düşmüş annelerinin etrafını sarmış, perişan halde ağlıyorlardı. Su yoktu evde, yemek yoktu.

Çatışma sesleri hafifleyip de sona erdiğinde aile fertleri evden çıkıp L.’yi aramaya başladılar. Bir köylünün feryadı kulaklarına ulaştı Z.’nin: “Allah kimseye L.’nin başına geldiği şekilde bir ölüm nasip etmesin!”  Babası, evinin kapısını kapalı tutmaya çalıştığı için rejim güçlerinin hışmına uğramıştı. Esed güçleri gitmiş, Özgür Suriye Ordusu askerleri gelmişti.  Z. ve kardeşleri babalarının cesedini ararken, askerler önlerini kestiler ve güvenlikleri için eve dönmelerini istediler. Z. terliklerini nerede çıkardı, bilmiyordu. Tabanları acıdığı halde eve dönmek istemedi. Bir sapakta kardeşlerinin arasından kaçtı ve cesetlerin bulunduğu sokağa ulaştı. Bir battaniyeyle örtülmüş ceset yığını arasında babasını bulmaya çalıştı. Birileri yardımcı oldu, birileri teselliye çalıştı. Giysilerinden tanıdı babasını; yüzü ve vücudu tanınmaz haldeydi. Girdiği şok hali içinde ablasının yaşadığı köye ulaştı, cenazeyi taşıyan kafileyle. Enişteleri L.’yi defnederken Z.  ve kız kardeşleri Halep’te yaşayan dayılarının yanına gittiler. Zamanın hızlandığı bir dönemdi.  Yasa gömülü yaşanamazdı, evlenmek için kılı kırk yarmadan karar vermek gerekirdi. Z., Halep’e daha önceki gelişinde kendisine talip olan gençle evlendi.

Gelin gittiği aile bir hayli varlıklıydı; onun ailesi ise kalabalık ve yardıma muhtaçtı. Çok geçmeden anlaşmazlıklar baş gösterdi ve kocası Z.’ye, boşanmak istediğini bildirdi. Savaşla gelen olağanüstü halde hiçbir sarsıcı karar layıkıyla sorgulanamıyordu; kendine acımayla kaybedilemeyecek kadar da kıymetliydi zaman.  Halep şiddetli çatışmalara maruz kaldığında Z., annesi ve kardeşleriyle Türkiye’ye yönelen mülteci dalgasına katıldı.

Kocası’nın Z.’yi uzun uzadıya düşünmeden boşaması ile babasının kendisinden sonra “namusunun çiğneneceği” endişesi içinde öldürmeye çalışması arasında nasıl da ürpertici bir bağ var! Üstelik Z.’nin tek örnek olmadığını gösteren sayısız haber okuyoruz medyada.  Mazlum, korumasız, hayatla mücadele edemeyecek kadar zayıf düşürülmüş kadınlar bir savaş sırasında akla gelebilecek en acıklı ve utanç verici hallere terk edildiler. Fuhşa zorlandılar, sığınaklardan kaçarak kayboldular, kuma konumunu kabullenmeleri dayatıldı. İzbe mekânlarda ayakta kalmaya ve kamplarda hayata tutunmaya çalışıyor çoğunluğu.

Z., kamp yaşantısından bir hayli memnun. İleride şartlar müsait olduğu takdirde bile Suriye’ye, köyüne geri dönmek istemiyor.  Zor tecrübelerini, hayat karşısında pratik bir bakış edinecek şekilde yorumluyor.  Gerçi “sahipsizlik” hâlâ en büyük endişesi. Babasının artık hayatta olmadığı yerde bir gelecek hayal edemeyeceğini söylüyor hep. Kurduğu bir cümle, kolaylıkla değişemeyen cahili telakkilerin kadınlar ve erkekler üzerinde oluşturduğu bir baskının yıkıcı ve hepimize sorumluluk yükleyen sonuçları üzerine düşündürüyor: “…çünkü bize sahip çıkacak babam yok artık, kötü olmaktansa, Allah’tan, bizlerin canını bir an önce almasını diliyorum.”

Dünya Bülteni, 4 Mart 2016

ŞEHRE ÇEKİ DÜZEN VEREN KADINLAR

ŞEHRE ÇEKİ DÜZEN VEREN KADINLAR 

 

CİHAN AKTAŞ

 

Baştan savma bir şekilde “ev kadını” diye tabir edilen çoğu kadının yılları, çocuk büyütmek ve ev idaresiyle geçer. Cadde ve sokak, çeşitli adreslere ulaşmak için geçilen yerdir. Kapı önü, “hanım hanımcık” sıfatıyla bağdaştırılmayıp dudak bükülen bir muhabbet alanıdır. Buna ilaveten Müslüman toplumlarda, modernleşme ile birlikte mütedeyyin kadınların sokakla ilişkisinde baş gösteren farklı bir uyumsuzluk dönemi var. Kadınları oldum olası sokakla korkutan söylem Kemalizm kamusuyla yeni gerekçeler edinmiştir. Mesela 2006’da Danıştay 2. Dairesi’nin başörtülü bir ana okul müdürünün görevden alınmasını haklı bulması, sokakların dahi kamusal alan sayılması gerektiği iddiasıyla savunulmuştu, yasaktan yana olan kesimlerde. 

Devlet ideolojisinin belirlediği ölçülere uymadığı takdirde sokakta görünmemesi istenen kadınlar, anneleri tarafından da sokaktan korkutulurlardı. Gerçi Avrupai normlarla yeni inşa edilen kamusal alan gibi, cadde ve sokaklar da bütün kadınlar için tehlikeliydi, Necip Fazıl’a göre. “Kadını kurtarınız, kadını eve döndürünüz” diye yazıyordu 1940’ların Büyük Doğu’larında. 1990’larda dahi bazı “muhafazakar” gazetelerde, kadınları, fitne sebebi olmamak için sokaklardan uzak durmaya çağıran yazılar yayımlanırdı.  Örf ve adet uyarınca da sokak, tehlikelere gebeydi genç kızlar için.

Tahsilli ve çalışan kadınların görece edindiği muhafazalara karşılık, ev kadınları için “agorafobi” hayli yaygın bir korunma tepkisi. Agorafobi, şehrin kamusal alanının kodlarını çözümlemek açısından da açıklayıcı güçlü bir tepki. Sennett “Ten ve Taş”da anlatır: İstanbul’un antik kökeninde vardır, kadınları agoraya layık bulmayıp, evlerin ücra odalarına kapatmaya sevk eden gerekçeler.

Fakat hayat da her zaman haklı çıkar. Yetmiş yedi yaşında bir nine olan Senuber Mehdur’u,Tahran’ın Yaftabad semtinde,  bir ana caddenin kaldırımına oturmuş resim yaparken gösteren fotoğrafı gördüğümde, böyle düşünmüştüm.

 Tahran’ın güneyine doğru inen semtlerde evler küçülür, bahçeler azalırken sokaklar da daralır. Yaftabat semrinde yaşayan Senuber Hanım caddenin bir kıyısına seriyor resim sofrasını. Bu mesainin sebebi sadece ekonomik değil, evdeki yalnızlıktan da yorulmuş yaşlı kadın. Çocuklara yönelik resimler yapıyorsa da büyük küçük, herkesi meraklandırıyor desenleri. Çocuksu bir neşeyle, doğaçlama, önerilere açık kalarak ve yine çocukluk çizgilerine geri dönerek çalışıyor resimlerini.  Şehrin nispeten tutucu sayılan bir kesiminde bir nine resim sofrası kurmuş, geleni geçeni buyur ediyor. 

Bu göz kamaştıran sahnenin arka planında, onu kaldırımda resim tezgahı açmaya zorlayan katı hayat şartları olabilir tabii. Çizgi ve desenlerle dışa vurduğu zengin iç dünyası, sevimli iletişim becerisiyle, kadının sokağa düşmesine ilişkin en yaygın klişeleri ve çirkin yargıları ters yüz ediyor Senuber Hanım.

Adını bilmediğim Zazaca türkü söyleyen kadını ise bir gece Karaköy’de, vapuru beklemek için salona doğru giderken gördüm.  Şaşırtıcı bir sükunetle, evinin bir odasınaymış gibi yerleşmişti mindere ve acıklı bir türkü söylüyordu. Onu bu denli sakin gösteren, türküyü söylerken aynı zamanda örgü örmesiydi. Saat gecenin on biriydi ve herhalde Anadolu kökenli ve belki varoş tecrübesine sahip orta yaşlı bir kadın, örgüsünün şişlerine tutunarak, iskeleyi kendi oturma odasına dönüştürmüştü. Duvarsız oturma odası, yolcu salonuna girip çıkanların oluşturduğu bir ilgiyle çevriliydi.  Mizansene benzetemediğim tabii sahnenin arka planını merak ettim doğrusu. Kürtçe’ye benzettim türküsünü, ama emin olamadım; daha farklı geldi.  Söylemeye ara verdiğinde yanına yaklaşıp sordum. Zazaca’ymış. O da bana son vapurun saat kaçta olduğunu sordu. Öğrenip söyledim. Son vapurla Pendik taraflarına dönecek. “Ev hanımı” ifadeli bir kadın, sesinin ve yüreğinin hüneriyle gecenin bu vaktine ve iskelenin bu köşesine ekmek parası adına el koyuyor. Örgü yumağı ve şişlerin aşina ifadesi bir koruma duvarı oluşturuyor orada. Sanatçının sesindeki acı tonu, zaman ve mekana dair bildiklerimizin sırasını şaşırtıyor zaten. Türkünün kelimelerini bilmesek de akışına ayak uyduruyor yüreğimiz ve gönülden alkışlayarak ayrılıyoruz yanından.

Benzeri alkışlar Mustafa Çiftçi’nin Adem’in Kekliği ve Chopin kitabında yer alan Diyeşet isimli öyküsünün kahramanı Cemiyet Yenge’yi düşündüğümde de yükseliyor gönlümden.  Sırf bu öyküsü bile tek başına Çiftçi’yi öykümüzün Çehov’u olarak adlandırmaya kafi gelebilir. 

Gelecek güvencesini önemsemeyen bir işçi olan Hamit’in ölümünden bir süre sonra,  gururlu ve gayretli karısı Cemiyet yenge ekmek parasına muhtaç bir hâle düşer. Biraz “el” kızı, çünkü “yenge” diye çağırıyoruz, dolayısıyla aramızda henüz kuşkulu bir mesafe var. Ama ne oldu? Öykü ilerlerken kendi aile fertlerimizden birine dönüştü.  Helal kazancın yollarında ilerleme çabasında yüreğimiz onunla birlikte sıkışıyor. Bu bir küreselleşme öyküsü değil, Yozgatlı bir “ev kadını”nın haysiyetiyle ayakta kalma mücadelesi. Cenaze yıkamaya başladı Cemiyet Yenge sırf ele güne muhtaç olmamak için, yas ortamlarında “diyeşet” yani “ağıt” okumayı öğrendi. Kıskanç nazarlara ince siyasetleriyle dayandığı halde,  yüreğinin yatmadığı adamlara yakıştırılmanın dedikoduları yüzünden evlere diyeşet okumaya çağrılmaz oldu. Sonuçta dar bir çevrede yaşıyor ve Ankara’dan da beklediği hastane gasilhanesi işine ilişkin hayırlı haber gelmiyordu. Ona layık bulunan talibe razı olmadı, gitti evlilik teklif etti, karısını yitirmiş “efendi, omzu geniş, ceketi ağır” taksici Tacettin’e. Evini gariplere verip onun evine taşınma şartını da koştu, evlilik teklifinin yanı sıra.

Şehrin muaşeretini şaşırtan kadınlar, bu hakkı helal lokmadan alıyorlar önce, sonra da rıza kavramından.  Evleri eski yaşadıkları evler değil ve televizyon karşısında aylak bir hayata razı olmuyorlar, kaldı ki tuzlarının kuru olduğu söylenemez. Birçok açıdan dışında tutuldukları cadde ve sokakları yeniden düzene sokan bir faaliyete dönüştürüyorlar dağarcıklarındaki sesleri, sözleri, renkleri. En çok yirmi sene önce “o saatte, orada” görüldüklerinde yanlış yerde durdukları düşünülürdü. Cemiyet Yenge’yi biraz ayrı tutmak gerekir, üç kadın arasında. Taşrada dar bir çevrede, nispeten genç dul bir kadının yapabileceği kadar koştu rızkının peşinde o; kendini geliştirme çabası da aynı dar çevrede mümkün olabilirdi. Mecburen gasılhanede çalıştı, mecburen ağıt (diyeşet) okudu evlerde ve hep daha iyi bir haber için bekledi. Öyle ya, bir de “yenge” diye çağırıyoruz: bir fark ortaya koyacaksa, her zaman yabancıya özgü ihtiyatlı bir ataklıkla gerçekleştirebilirdi bunu. 

Gerçek Hayat, 26 Eylül 2016

TUTKU, TEMELLÜKÜ HAKLI KILAR MI?

TUTKU, TEMELLÜKÜ HAKLI KILAR MI?

 

CİHAN AKTAŞ

 

Metin Erksan, sinemamızda toplumsal gerçekçiliğin öncüsü bir yönetmen olarak anılır sıklıkla.  Yılanların Öcü ve Susuz Yaz bu bağlamda ilk akla gelen filmleri. Suyun ve toprağın mülkiyetini, kullanım hakkını tartışması, bunu da dönemin Mahmut Makal ve Fakir Baykurt gibi popüler toplumcu yazarların diline göre bir hayli farklı, sarsıcı bir dille gerçekleştirmesi, fikir ve duygu dünyasının zenginliğini ortaya koyuyor. Erksan, film platosunu bir bakıma hayatın temel sorularının irdelendiği bir atölye gibi görmüştür.  Bu atölyede istediği gibi çalışamadığı zaman ise başka bir bağlamda sinema üzerinden düşünmeyi sürdürmüştür.

O dönemde Türk sinemasında nadir görülen yönetmen sineması olgusunu gündeme getirir onun filmlerindeki tematik bütünlük ve karakter özellikleri. Ahmet Hamdi Tanpınar’la Halide Edip’ten dersler almış. Türk sinemasında tamamen yasaklanan ilk film olan Karanlık Dünya’nın (1952) senaryosunu Bedri Rahmi Eyüpoğlu ile birlikte yazmış.  

Edebiyattan, felsefeden ve tarihten beslenmeyi sinemasına öncelediği de en verimli çağında film yapmak için gösterdiği titizlikten anlaşılabilir.

Sinemaya başladığı tarihlerde sinema faaliyeti sistem dışı bir dil ve söylemle neredeyse imkansızken, daha ilk filmiyle kendi arayışının bedellerini ödemeye başlamasını hatırlamadan konuşamayız Erksan üzerine. Aşık Veysel’in hayatını konu alan ilk filmi Karanlık Dünya  “tarlalardaki buğdayların clız görüntüsü, köylü kadınların ayaklarında ayakkabı olmaması, Veysel’in gözlerinin çiçek hastalığı yüzünden kör olması” gibi sebeplerle sansüre maruz kaldı. Bu sebeplerin ülkemizi dünyaya karşı küçük düşüreceği savunuluyordu. Karanlık Dünya daha sonra yapımcının sansür sebebi sahnelere müdahalesiyle değiştirilerek gösterime girdi.

Erksan sineması denildiğinde akla gelen sayısız film var, “yüzyılındaki yalnız yolculuğu”na rağmen. Sokak ve kadın ilişkisini değişen kamusallığın bilinciyle işlediği Şoför Nebahat (1960), Acı Hayat (1962), Susuz Yaz (1964), Sevmek Zamanı (1965) ve Kuyu (1968)…  En çok sevdiği filmi, Dokuz Dağın Efsanesi  (1959) ile aynı yıl gösterime giren Hicran Yarası’nın biricik kaydı, 1973’te DGSA’ya ait Fındıklı’daki arşiv binasında çıkan yangında yok olur. Erksan’ın çeşitli Yeşilçam klişelerinin toplandığı ve Hint sineması etkisi hissedilen bu filmini niye sevdiği, bir soru olarak hep hatırlardadır.

Suyu sahiplenebileceğini, insanı mülk gibi görebileceğini mi sanıyorsun yoksa? Aşkı veya âşıkın yüreğini temellük etmeye hakkın olduğunu mu iddia ediyorsun? Buna izin vermeyen bir gücü var varlığın. Kimi buna sünnetullah der, kimi tarihin ödünlemesi… Toprağın, suyun, hatta insanın “sahiplenilmesi” veya temellüküne karşı sorgulaması, Türk sinemasında çığır açan bir toplumsallık görüşü, Erksan’ın yapımlarıyla sinema uzamını değiştirdi. “Eğlence” olarak görülen sinema, bir kaygıyı açarak paylaşmanın etkili platformuna dönüştü. Seyirciyi çekme sebeplerine bağımlılığı yerini, seyircinin katkısını, katılımına da talep eden bir arayışa bıraktı. Kuşkusuz aynı dönemde farklı senaryolara imza atan Ayşe Şasa’yı da dahil etmek gerekir bu değişikliğin aktörleri arasına. Yılmaz Güney’in Seyyit Han’ının Yeşilçam klişelerini değiştirmedeki etkisini daha önce yazdım.

Erksan sinemasında bakış ve görme seviyesi, tasvirin algılanması, önemli bir kaygı olarak yer almaya devam edecektir. Daha önce sinemada eril kahramanın bakış açısıyla var olan kadın, onun sinemasında kendi sesiyle konuşmanın mücadelesini verir. Bu da varlıksal bir üşüme yaşanması anlamına gelir ki izlerken hissedersiniz.

Sevmek Zamanı, Erksan filmleri arasında en başarılı olanı değil. Hatta yönetmenin bu filmi yabancı oyuncularla yeniden yapmak istediğini biliyoruz.

Ancak bu film, sinema sanatını oluşturan en önemli bileşim olan tasvir olgusunun geleneğimizdeki tarifini hatırlattığı için önem taşıyor. Bir bakıma suret ve gerçek arasındaki temel ayrım ve dolayımlılığın anlamı üzerine gerçekleşen bir sorgulama, sinemamızın tabii gelişimi açısından kuşkusuz bilinçli bir adım olarak değerlendirilebilir. Temsil, araya giren bir sürü sebeple asli olanı bir yere kadar yansıtabiliyorken, insan nasıl oluyor da aslını değil de suretini seviyor? Surette var olan nasıl bir farktır ki bir gönlü sahici insan yerine tabloya yöneltiyor?

İnsan ölümlülüğü yeniden dirilişle düşünemediği oranda ölüme ilişkin belirtilere tahammülde zorlanır. Surete aşık olma burada, ebediliğe dönük arayışa dair bir keşif heyecanı/tutkusuna da karşılık geliyor. Sahici yüz gündelik hayatın izleriyle sürekli değişirken suret “o anı, o duyguyu” taşımaya devam ediyor. Oscar Wilde’ın Dorian Grey’in Portresi’nde rasyonel olarak ifade ettiği o değişmezliği, Erksan tasavvufi/varoluşsal bir bağlamda yorumlamayı deniyor.

İranlı yönetmen Şehriyar Parsipur’un “Nakş-ı Aşk” (Aşkın Portresi, 1991) isimli filmi, tasvir ve aşk konulu filmler arasında ilginç bulduğum bir örnek. Bir portrenin peşinde iz süren güzel sanatlar öğrencisi, Muhammed, kendisine taziye tablosu sipariş eden bir kıza aşık oluyor. Ancak kız ansızın ortadan kayboluyor. Yasak tasvirlerin peşinde bir arayış sırasında gerçek olanla tasvir iç içe geçiyor. Şah Muhammed Rıza dönemindeki taziye ve duvar resmi yasağı üzerinden gelişen hikayede öne çıkan soru ise şöyle: “Aşkın Portresi”ne her bakan, onu başka bir türlü görecektir.” Postmodern izlekleri var filmin; bu bazen aşırı geliyor. Muhammed nihayet kayıp portreyi bulduğunda, portredeki kızın âşık olduğu kız olduğunu görüyor. Ama bakalım gerçekten öyle mi?  Demek ki portre veya suret sadece bakanın, yani âşıkın bakışının eseri. Değişmezlik ve kusursuzluk arayışı üzerinden hakikati okuma çabasında konformist bir rahatlık yok mu peki?

İslam kültüründe yer tutan sevgiliye değil de onun suretine âşık olmayı anlatan efsanelerle bir bağ kuruyor, Sevmek ZamanıŞirin’in Düğünü isimli romanımda Nizami’nin Hüsrev ve Şirin’i kadar, Erksan’ın Sevmek Zamanı’nın da payı var.

Yüce aşkı sonsuzca yaşatmanın yolu olarak tutulma anını yansıtan surete saplanıp kalmak, aşkın sorumluluklarına özgü bir korkunun eseri olmalı. İnsan ölümlü, suretler yaşlanıyor, buna hazır mısın? Böyle bakıldığında Mecnun’un aşkı destansı yönüne rağmen başka bir açıdan işin kolayına kaçma tutumu olarak da okunabilir.

“Sevmek zamanı” bir fırsat. İşaretleri karşılık bulsa da aşkın, gerçek hayatın ömür boyu sürecek sınavlarını kim göze alabilir? Aşkı gündelik hayatın icapları açısından üstlenerek yeni safhalarına taşımak; galiba asıl kahramanlık bu. Erksan Sevmek Zamanı ile surete duyulan aşk üzerinden bizi bu soruyu sormaya sevk ediyor. Aşıkın muhayyilesi bir portrenin sınırlarının ötesine geçemiyorsa, problem kimde, nerede aramalı?

Yine temellük meselesine dönüyoruz: Bir insan ne kadar bir insana ait? Aşk sadece tutkuyla kavrulmak değil, temellük konusunda sınırlarını da fark etmektir. 

Sinemayı ve izleyicileri tasvir ve hakikat üzerine düşünmeye sevk eden, dolayısıyla Türk sinemasında yönetmenliği de bulunması gereken konuma taşıyan Metin Erksan, ömrü boyunca sadece pek de içine sinmeyen bu filmi yapmış olsaydı bile, Türk sinemasının kişilik arayışı sürecinin ustaları arasında ilk sıralarda yer alırdı adı.

(Gerçek Hayat, 13 Şubat 2017)

 

YAZ VE BAHÇE

YAZ VE BAHÇE

 

CİHAN AKTAŞ

 

Yazın ortalarındayız ve ben de İstanbul’un ortalarında bir yerde, masa başındayım. Her sene bu dönemde bahçeli bir yerde olmaya çalışırdım. Bu sene gecikmiş oylumlu bir metnin teslimi masa başında alıkoyuyor beni.

Bir seferinde, bir bahçeye gidememişken, Twitter’da şöyle yazmıştım:“Şimdi orada ince esen yel kekik tepelerinin kokusunu boş bir evin balkonuna taşıyor. Neresi mi orası? Her zaman bir ‘orası’ vardır.”

Orası, çocukluğumun bahçesi. Tahta balkonu çevreleyen elma ağacı, misafir odasının penceresinden süzülerek kırlentlerdeki nakışları canlandıran armut ağacı yapraklarının yeşil ışığı, denizliklerde sardunyalar, şişe içinde güneş ışınlarına yatırılmış gülsuyu şerbetleri, kayısı kurusu sergileri, kürünlü çeşme, taşlı yokuşun sırtlarında bahçeye bakan, bodrum katında fırını olan ahşap Rum evi, bahçede ikindi üzeri hazırlanan sazlı şiirli çay sofraları, camlı dolaplarda sıralanmış Halide Edip romanları, kasaba sinemasından yükselen anonslar…

Hayat sonsuzca uzanıyordu önümde, dünya keşfime ve müdahalelerime açıktı, şiir okuyor ve yazıyordum. İlkokul çağları...

Ev kalabalık olurdu öğle saatlerinde ve bahçeye kaçardım. Aynı ev dizisi üstünde, yola bakan bir başka evin izbe bodrumunda kitap zulam vardı. Babamın kitap-kırtasiye dükkanından onun izin verdiğinden fazlasını alıp saklardım zulaya, bahçe okumaları için. Kenarda bir dere vardı, sesini duyardım.

Bahçe ve kitap, hayat ve bahçe, sofra ve şiir birlikte sonsuza akıyordu.

Çocukken geleceğe akmanın yolunu arıyor insan, yetişkinliğinde ise çocukluğun saflığına özlemin yanı sıra aynı çağda açılmış yaraların telafisi üzerinden dünyaya yabancılaşarak, bu yabancılaşmadan duyulan korkuyla da sağlam ve kalıcı bağların arayışında yol alıyor.

Bu konuları geçtiğimiz Mayıs ayının ortalarında gittiğim Karaman’da sevgili arkadaşım Yasemin Akkuş ile kendi kurduğu bahçelerde uzun uzun konuşma fırsatı bulduk. Üniversitenin davetiyle gitmiştim, konu “Roman, Fıkıh, Futbol ve Komplo”ydu, ama biz daha sonra Yasemin’le saatlerce bahçesini konuştuk.

Yasemin Akkuş etrafına iyilik, güzellik ve umut yayarak yol alan bir bilim insanı, edebiyatçı, öykücü. Mimarı olduğu “Divan Şiiri Bahçesi”nden bu yana ise benim açımdan aynı zamanda kelimenin her türlü anlamıyla bir bahçıvan o. Üniversitenin kendi haline terk edilmiş iki iç avlusunu, Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi eski rektörü Sabri Gökmen Hoca’nın desteğiyle rengarenk birer bahçeye dönüştürmüş. Öğrenciler Divan şirinden geçen çiçekleri ve ağaçları o bahçelerde buluyor, duvarlarında ise atıf kaynağı şiirlerden mısralar okuyorlar.

“Gül yanak, nergis göz, servi boy; öğrenci bilmiyordu” diye anlattı bana Yasemin, bahçede çay içerken. “Tarif ediyorum, çiçeği internetten öğrenmeye çalışıyorlar. Hafız, Baki, Ahmedi, Fuzuli, Nedim… bu şiirlerde ne demek istiyorlardı? Onlara açıklamaya çalışırken divan şiirlerindeki gibi şairin hayalini canlandıracak bir bahçe olsaydı, diye düşündüm.” Bahçenin tasarımında havuz da vardı, ancak altyapı problem oluşacağını söyledi ustalar.

Esin kaynağı ise öncelikle hocası Namık Açıkgöz. “Üniversite yıllarında hocamız Namık Açıkgöz derse vazo içinde lâlelerle gelirdi, hâlâ da böyle yapar. Sümbül zamanı bahçesinden sümbül dalı getirirdi. Muğla’da Vali Konağı önünde bir erguvan ağacı varmış, öylesine anlatırdı ki hayran olmuştum ağaca.”

Adı Yasemin ya, yasemin de ekti bahçeye, gelgelelim her iki bahçede de tutmadı çiçek, kurudu. Tutmayan tek çiçek yasemin oldu. Öyle ya, bu bahçelere zaten “Yasemin Bahçeleri” diyoruz. Birlikte gezinirken ağaçları ve çiçekleri saydım: Kasımpatı, gül, lâvanta, nergis, menekşe, lâle, sümbül, çiğdem, leylak, hanımeli, erguvan, servi, söğüt, çınar, iğde…

Bir buçuk yıl kadar önce kuruldu bahçeler ve ben oradayken ilk meyvelerini verdi. Bu arada paneller düzenledi Yasemin. Geçen yıl “Klâsik Türk Şiirinde Çiçek”ti panelin konusu, bu yıl ise “Klâsik Türk Şiirinde Lale” oldu.

***

Temmuz ayında İstanbul’daydım, Ağustos’ta da öyle olacak. İstanbul’un kendine özgü iklim dengesini şaşırtan bir betonlaşma yaşandı son yirmi beş yılda. Eski bahçeler bir rüya gibi hatırlanıyor, koruluklar türdeşiyle içe kapanmanın siteleri oldular ve oluyorlar. Çocukluğumda gittiğim mesire yerleri yerini beton kulelerin oluşturduğu ıssızlığa terk ediyor gece saatlerinde. Çiçekçilerdeki renkli güzellikler ve duvar bahçe dizileri çocuklara bir bahçe zemini sunamıyor. Deniz doldurularak yeni parklar yapıldı, ancak sonuçta denizde işgal edilen alan da bir dengeye müdahale anlamına geliyor.

Şu da var ki herkes bahçe kurmayı bir başkasından bekliyor, bahçe kuramadığı için kusur aranan da eksiğiyle gediğiyle hep bir başkası.

Çocukluğumun bahçesini özlüyorum, reçellik güllerin kokusunu, kiraz ağaçlarının yaydığı serinliği, murdar ağaçlarının gölgesini ve kitap okuduğum, sadece okuduğum saatlerin dinginliğini…

Yasemin’in bahçesi canlanıyor gözlerimin önünde, bir metnin ilerlemeyen paragrafları arasında. Bitki çayları içiyor ve şiirden, hayattan, ölümden, kitaplardan, ortak hatıralarımızdan, mekân israfından, eğitim açmazlarından söz ediyorduk. Oradaydım, yine olabilirim. Taze ağaçların yapraklarının ışıltısı ve hanımeli kokuları, bir başlangıç duygusu uyandırıyor. Yapacak çok şey var, hiç de boş durulmuyor, ama zamanında yarım bırakılmış veya üstlenmekten kaçınılmış olanın yerini tutmuyor hiçbir meşguliyet.

Dünya önümüzde uzanıyor başka bir başlangıç için, henüz. Kuru, kavruk bir zemin nasıl dönüşeceğini anlatmaya çalışıyor az ötede; durup dinleyelim.

Haberiyat, 2 Ağustos 2017

 

ZAHA HADİD: SINIRSIZ TASARIM İMTİYAZI

ZAHA HADİD: SINIRSIZ TASARIM İMTİYAZI

 

CİHAN AKTAŞ

 

Zaha Hadid üzerine sağlığında yazmayı planladığım yazı ölümünden sonraya kısmet oldu, dolayısıyla ister istemez genişledi kapsamı. Hiç ölmeyecek gibi çalıştığını düşünürdüm Hadid’in. Şaşırtıcı projeleriyle yeryüzünün en pahalı zeminlerine damgasını vurmayı sonsuzca sürdürecekmiş  gibi geliyordu izleyenlere.  Bir o ülkede olurdu bir bu ülkede. Bazen bir derginin  “Dünyanın En Güçlü 100 Kadını” listesinde orta sıralarda yer alır, bazen prestijli bir mimarlık ödülünü alan ilk kadın mimar olarak anılırdı. Genellemelere itiraz edermiş gibi adını öne çıkaran hızlı bir hayat yaşadı. Teyzesinin yaptıracağı ev için örnekler göstermek üzere Bağdat’taki evlerine gelen bir mimarı tanıdıktan sonra, 11 yaşından itibaren mimar olma isteğini dile getirdiğini anlatıyor bir röportajında.  1972’de Beyrut Amerikan Üniversitesi’nin Matematik  Bölümü’nden mezun olduktan sonra, “AA”  olarak tanınan London Architectural Association School of Architecture’da mimarlık eğitimi görmeye başladı. 

Ülkesi Irak’ı en son 1980’de ziyaret ettiğini okumuştum Mimdap.org’ta yayımlanan bir yazıda. Fabrikatör babası, London School of Economics’te öğrenim görmüş, kısa süre ekonomi bakanı olarak görev yapmıştı. Varlıklı bir ailenin kızı olmanın avantajlarına sahipti. Söyleşilerinden bıraktığı izlenim çok aşina: Hem elit, hem sosyalistti. Bağımsızlığına düşkündü ve bunu koruyacak şartlara sahip oldu hep. Hiç evlenmedi. Bunu mesleki sürekliliğin zorunlulukla dayattığı bir medeni durum olarak görüyordu. Furuğ bir oğul vererek kamera tutma, şiir yazma hakkını kazanabilmişti. Hadid’in de-bütün imtiyazlarına karşılık-  evlenmeyerek tasarım yeteneğini geliştirmeyi sürdürdüğünü düşünürüm.

Günümüzde bir mimarın nasıl üslup sahibi ve etkili olacağını göstermesi açısından ilginç bir örnekliği var kuşkusuz. İç mekânla dış mekan arasındaki sınırları görünmez kılmaya çalıştığı izlenimi veriyor çizgileri. Bir ressam, bir heykeltıraş gibi tasarlıyordu, “yeni akışkan mekansallık”la ilişkilendirilen projelerini. Mimarlığın “gezegenler gibi asılmış yüzen parçalar”ından dem vuruyordu.  Çevre yollarıyla, gökdelen ağlarıyla, viyadüklerle ve geniş parklarla yarışıyordu binaları. Tabiattan aldığı ilham konusunda hayal gücünü ve çizgilerini sakınmadığı söylenebilir. California Elk Grove Kültür Merkezi’nden Changsha Meixihu Uluslararası Kültür ve Sanat Merkezi‘ne, Belgrad Beko ana planından  Japonya Ulusal Stadyumu’na; eserleri çevreye doğru yayılırken yer yer yanlış kılıflar geçirilmiş tabii varlıklar gibi görünürler. Dalgalı, kıvrımlı, eğri büğrü çizgilerini incelerken barok üslubu etkisi algılardım; sonraları hakkında okuduğum yazılarda işlerinin “barok modernizmi” olarak adlandırıldığını okudum. Barok döneminin usta mimarı Francesko Borromini, projelerinden tek bakış açılı perspektifi reddetmek suretiyle kendine özgü bir tarz geliştirmişti. Hadid de Yüksek Modernist mimarlığın ustaları olan Mies van der Rohe ve Le Corbusier’in mekanik ve katı kuralları olan, standartlara yaslanan bakış açısını reddederek modernist mimariye yeni bir açılım kazandırma çabası içinde oldu hep.

1950’lerden 1970’lerin ortasına kadar etki açısından zirveye ulaşan Yüksek Modernist mimarlık üslubunun özellikleri şöyle sıralanabilir: Düzgün kutu gibi planların tekrarı, standart arayışı, simetri, süsten kaçınma, yağmurlu ülkelerde bile düz çatının tercihi ve görkem. Çevreye hakim olacak şekilde yapılan büyük binalar ileride “beton kanseri” olarak adlandırılacak bir illet gibi görülerek yargılanacaktı. Devirler değişse de mimarın ihtişam arayışı kolayca değişmiyor. Zaha Hadid elbette bir Le Corbusier, bir Mies olarak temayüz edemezdi. Yüksek Modernist üslubun terk ettiği barok stilini betonarme ve çelik karkasla yorumlama yolunu tuttu. Mimarlık akımlarının üsluplarını kendi döneminin malzemeleriyle deneme konusunda cesur davrandı. Bir ressam gibi çizdi, bir matematikçi kadar şiiri aradı.

Yüksek modernist üslup, toplumu değiştirecek ölçüde hakimiyet kazanacak bir zihniyetin mimarisini gerçekleştirmeyi hedefliyordu. Yeni dünyayı biçimlendirme yönündeki tutkunun otoriter, hatta hegemomik bir dil ve üsluba yönelmesi, Yüksek modernist mimarinin de sonu oldu bir bakıma. Demokratik mimari  farklı toplumları kendi gerçeklikleriyle görmemekte ısrarının da gerekçelerini üretiyordu çünkü. Keskin çizgiler, ihtiyaçlar konusundaki evrenselci olma iddiasındaki standartlar ve evin konut olarak düşünülmesindeki mekanik yaklaşım, yeni arayışları getiriyordu gündeme. Bu açından bakılacak olursa   St. Louis, Missouri’de 1955 yılında tamamlanan, düşük gelirli insanlar için planlanmış, ödüllü Pruitt-İgoe Konutları’nın 15 Temmuz 1972’de belediye tarafından dinamitlenerek yıkılması ile Zaha Hadid üslubunun temayüzü arasında bir bağ var. Bir şeyler ihtiyaç ve arayışlara her açıdan cevap verememiş, böylelikle başka bir mecraya kapı açmıştı. Buna karşılık süreç hiçbir hegemonyanın o kadar da kolay geri çekilmeyeceğini, bazı açılardan kalıcılığını korumanın bir yolunu bulacağını gösterdi.

Hadid 1977’den itibaren mimarlık alanında çalışmaya başladı. İlk projeleri 1980 yılında uygulandı. Hem yüksek modernizme özgü ütopyacı mimari projeleri hem de “kitsch” post-modernist yorumları reddeden üslubuyla çok geçmeden dikkatleri çekti.1982 yılında Hong Kong’daki Peak Club evleri ve boş vakit merkezi tasarımıyla ödül kazandı, ancak bu projesi uygulanmadı. Frankfurt’ta yaptığı Vitra Yangın istasyonu projesi ise ancak on sene kadar sonra inşa edilebildi. Projeleri, bir sanatçıya özgü sezgiyle bir değişim ihtiyacı üzerine düşündürüyordu. Buna karşılık retrospektifinde, “modernizmin denenmeden bir tarafa bırakılmış önerilerini yeniden irdeleme gereği”nden söz ediyor. Amacını bu denenmemiş önerileri hayata döndürmek değil, yapının tasarımında yeni alanların önünü açmak olarak anlatıyor. Bu araçsallaştırmayla da post-modernizme yaklaştığı açık. Nitekim tasarımları 1980’lerde ortaya çıkan Dekonstrüktivist, yani “yapısal analiz” içeren post-modern akımın içinde değerlendiriliyor. Dekonstrüktivizm, bir yapıyı meydana getiren mimari unsurların bütünlüğünün parçalanması, yüzeylerle yapılan oyunlar, dış cephe gibi mimari unsurların dik açılı olmayan köşelerle yamultulması ve kaydırılması gibi yöntemlerle ayrışan bir akım. Bu akım içinde görülen binalar organik olma iddiasıyla birlikte bir belirsizlik duygusu uyandırırlar. Bazen benzeri bir projenin fotoğrafına baktığımızda cüretkâr bir çocuğun fotoshop yoluyla bize şaka yaptığı hissine bile kapılabiliriz.              

Hadid’in projelerindeki gölgeler ve belirsiz unsurların sürprizlerine açık ilgisi bazen İslami mimarlık geleneğinin etkilerine bağlanıyor. Resimlerinde perspektif bir imgenin içinde farklı kaçış noktalarına yer verilmek suretiyle çoğaltılıyor. “Uzay çağı” imgelerini hatırlatan projeleri çoklu perspektif noktalarından ve parçalı geometriden yararlanmanın rahatlığını yansıtıyor. Akla Derviş Zaim’in sinemasında karşımıza çıkan (minyatür esinli) “oynak zaman/oynak mekan” dizgeselliğine dayalı estetik anlayışını  getiriyor bu arayış. Le Corbusier’in  “yekpare dikmeleri”nin “ruhsuz monolitler” olarak eleştirilmeye başlanmasıyla birlikte mimaride hiçbir unsur yüksek modernizmin sınırlarına tabi olmak istemiyor. Mekan tanımlarından taşıyor, duvarlar ve tavanlar, pencereler ve kapılar, köşeler ve zeminler başını alıp gitmenin sınırlarını denemeye mecburmuş gibi görünüyorlar. Hadid’in “yeni akışkan mekansallık” adını verdiği, kavisli yüzeylerde kendini gösteren anlayışı ise nerede olursa olsun tasarladığı bütün binalarda modern hayatın kaotik yapısının açıklamalarıyla tarif ediliyor. Bu binalar İşte o şekilde olmaya hak kazanmalarını getiren güçlü bir tarihsel dayanağa sahip olduklarını kanıtlasalar bile bizde huzur duygusu uyandırmıyor, tamamlandıkları izlenimine de kapılmıyoruz.

“Sanat Mimarlık Kompleksi” kitabının bir bölümünü “Neo-Avangard Jestler” başlığıyla Hadid’e ayıran Hal Foster, mimarın mücadelesini başka birçok açının yanı sıra “mekanın tam anlamıyla çarpıtılması” olarak da tanımlıyor. Kıvrımları, rampaları ve sarmalları hem taşıyıcı eleman halinde hem de üslupsal jestler olarak projeyi yükleniyor.

Bir ressam sezgisiyle çiziyor Hadid, bu nedenle tasarımlarının piyasası tıpkı çizgileri gibi dalgalı.  Ancak riski göze alan kesimlerle sürdürebilir projeler hazırlıyor.  Zor detaylara sahip fütürist projeleri hem bütçe hem de mühendislik hesapları açısından müşterilerini zorluyor. Orta Batı Amerikalı ve geleneksel muhafazakarlıklarıyla tanınan iş gruplarının tasarılarına gösterdiği ilgi dikkat çekici. Çünkü arazileri geniş ve paraları bol; ayrıca görkemden hoşlanıyorlar. Hadid’in Ohio, Cincinnati’da yaptığı Rosenthal Modern Sanat Merkezi üzerine, “Soğuk Savaş yıllarından bu yana Amerika’nın sahip olduğu en önemli bina” olduğunu dair yorumlar yapılıyor.

 Bazı projeleri ilgi çekse de inşa edilmedi. (Akla Le Corbusier’in Cezayir ve Moskova için tasarladığı ama hayata geçirilemeyen projeleri geliyor). Tokyo 2020 Olimpiyat Stadyumu’nun inşası maliyeti ve çevreye verdiği zarar nedeniyle durduruldu.  Katar’daki, Dünya Kupası karşılaşmaları için yapılan Al-Wakrah Stadyumu için, inşaatı sırasında 1200 mültecinin öldüğüne dair iddialar öne sürüldü; ancak kendisi bunu yalanladı. Despot rejimlerle çalışmaktan rahatsız olmadığına dair eleştiriler de yöneltiliyor Hadid’e.  Yüksek Modernist üslup temsil gücünü haiz eserlerini emperyalist söylemlerle bütünleşerek gerçekleştirmişti. Hadid de görkemli tasarımlarını uygulamaya sokmak için “işte şu çevrelerle çalışmam” diye kılı kırk yarmadı. Kaldı ki başkentler için düşünülen geniş ölçekli bir Zaha Hadid projesi bir kentsel dönüşüm istilası, bir istimlak kıyımıyla birlikte gerçekleşiyordu. Bunun örneklerinden biri, Bakü’de inşa ettiği HaydarAliyev Kültür Merkezi. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün yayınladığı rapora göre, bu kültür merkezinin inşası için gerekli arsa hükümetin sistemli bir yasadışı istimlak ve zorla boşaltma operasyonuyla sağlandı. Evlerini terke zorlanan insanlara ise bunun karşılığı verilmedi. Bazı binalar insanlar henüz içinde yaşarken yıkıldı.  Hükümet aileleri evlerinden çıkarmak için bölgede elektriği, gazı ve suyu kesti. Bazen de insanlar sebepsiz yere tutuklandılar ve çıktıklarında evlerinin yıkıldığını gördüler.

İsminin bir marka olarak dolaşımının, projelerinin cazibesini artırdığı bir gerçek.  Hal Foster’in ifadesiyle “yırtıcı” sayılan kişiliği ve “egzotik” bulunan geçmişi, fark edilmesini sağlamıştı. Efsunlu bir ifade sergiliyordu. Mimarların siyah giyindiğine dair genellemeyi tazeledi. “Bedenin hareketlerini tanımlayan akışkan çizgilerden ilhamını almış” füturistik ayakkabılar tasarladı. “Dünya (89 Derece)” isimli resminde olduğu gibi yerçekiminden yoksun, perspektiflerin yamulduğu, ölçeklerin belirsizleştiği bir dünya için hayaller kurdu. Aaron Betsiky’nin “Hadidland” dediği bir dünya için tasarladı. Hocası Rem Koolhaas’a göre “kendi yörüngesinde bir gezegen”di. Yıldız bir mimardı.

Esasında modernizm kadar katı, post-modernizm kadar seyyaldi.  Mütevazı, tutumlu ve müşfik olmayı umursamadı. Devasa projeleri için dümdüz edilecek meskûn alanlarda bazı binaların içinde insanlar yaşarken yerle bir edilmesinden habersizmiş gibi çalıştı.  Oyunu kurallarına göre oynadığı muhakkak.

Dünya Bülteni, 18 Nisan 2016

 

1970’LERDEN UZUN MEKTUPLAR

Daha önce yayınladığı pek çok araştırma, inceleme, deneme ve hikâye kitabı bulunan Cihan Aktaş’ın “Bana Uzun Mektuplar Yaz”ında bir ilk romandan çok daha fazlası var. Çünkü tabiri caizse Cihan Aktaş, sanki bundan önceki bütün yazdıklarını bu romana ulaşmak için çalışmak amacıyla kaleme almış gibi.

Hele hele hikâyeleri. Dergâh Dergisi’nde ne zaman bir hikâyesi yer alsa sunuş yazısında vurgulanan “ha deyince romana evrilebilecek” ifadesi demek ki salt bir gönül alıcı ve teşvik edici cümle olmanın ötesinde ayağı yere basan bir beklentinin ifadesiymiş ki nihayetinde “Bana Uzun Mektuplar Yaz” gibi duyarlılığı, karakterleri, olayları ile zengin bir romanı okuma fırsatına sahip olduk.

Gerçi burada bir parantez açıp hikâyenin kısa romandan, romanın uzun hikâyeden ayrı, apayrı dünyaları olduğunu yani aralarındaki farkın nicelikten çok nitelikten kaynaklandığını vurgulamakta fayda var. Ancak aralarındaki uçuruma rağmen bu iki türün arasında bazı kıldan ince, kılıçtan keskince köprülerin bulunmadığı sanılmasın.

Romanın esas ağırlığını taşıyan karakteri olan Aslı’nın daha ortaokul çağında evinden kopup yatılı okula başlaması sırasında yaşadığı uyum sorunları; çevresini, dünyayı yaşadığı ülkeyi tanırken ve tanımlarken yaşadıkları ilginç ayrıntılarla okurun önüne serilirken bu genç kızın hayalleri, rüyaları, düşkırıklıkları, yalnızlıkları, duaları, seyrettiği filmler, söylediği şarkılar; bilerek ya da bilmeden katıldığı tartışma ve kavgalar, tuvalet duvarına yazdığı sloganlar aracılığıyla ve hatta yediği mide bozan amerikan peynirleri aracılığıyla anlatılan bir kuşağın hikâyesini “Bana Uzun Mektuplar Yaz” da okuyoruz.

“Bana Uzun Mektuplar Yaz”, esasen tam bir Türkiye romanı ve temaları tam teşekküllü bir Türkiye haritası çizmek isteyenlere zengin ipuçları sunuyor. 1970’li yıllarda taşrada çocuklukla gençlik arasındaki bocalama devresindeki bir genç kızın ailesiyle ilişkilerini onlardan ilk kez kopup kendi ayakları üstünde durmasının zorluklarını okuyoruz. “Devlet”in biçimlemeye çalıştığı zihniyetle ve bu amaçla biçtiği zihinlerle tanışıyoruz.

“Devlet”in ideolojisini yaymak için kurduğu ve özel bir önem verdiği öğretmen okullarını daha sonra yine siyasi sebeplerle sıradanlaştırmasının yani öğretmen olarak mezun olmayı bekleyen öğrencilerin herhangi bir lise mezunundan farksızlaştırılmasının hikâyesini öğreniyoruz. Ekonomik sıkıntıları sebebiyle bir iş sahibi olmak için yatılı öğretmen okullarından başka çaresi olmayan kızların bir anlamda önce devlet eliyle nasıl bir eğitime tabi tutulduklarını ve sonra da nasıl açıkta bırakıldıklarını okurken eğitimimizin ne menem bir boşvermişlik uçurumuna yuvarlandığını da görüyoruz.

Popüler kültürün Yeşilçam ve müzik aracılığıyla empoze ettiği değerler silsilesi ile karşılaşıyor ve 2000’li yılların televolelerinin öncülerini tanıyoruz. Sağ-sol çatışmasının ilk saflaşmalarına, ilk kavgalarına şahit olurken genç zihinlerin kendilerini ‘etrafına cami, ağyarına mani’ bir tanıma sahip olmadıkları sloganlarla, şablonlarla ilerleyen ‘fikir’ler için kendilerini teklifsiz ve karşılıksız adamalarındaki o naif benzerliğe şahit oluyoruz. 

Yazar: Suavi Kemal Yazgıç

ASIL HAYAT ŞİMDİ BAŞLIYOR

 ASIL HAYAT ŞİMDİ BAŞLIYOR

 

AYKUT ERTUĞRUL

 

Sabit Fikir, 1 Temmuz 2013

 

Tarihin her döneminde bizatihi edebiyatçılar tarafından edebiyata pek çok farklı rol biçilmiştir. Mesela Tanzimat döneminde yazan Ahmet Mithat için edebiyat toplumu eğitmek için bir araç konumundadır; Namık Kemal’e sorarsanız edebiyat pekala bir eğlencedir. Mizancı Murat içinse bir ahlak vaazı… Çok genel ve çizgileri geniş bir tanım yapacak olursak edebiyatın rolünün yazarın hangi dönemde yaşadığından bağımsız olarak onun nereye baktığı, baktığı yerde ne gördüğüyle doğrudan alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Denizin ortasında salınan bir motora baktığında Sabahattin Ali, içindeki balıkçının kıyıda onu bekleyen yarı aç çocuklarını, Sait Faik avdan memnuniyetsiz olarak dönen balıkçıların yan köyün balıkçısına pay vermeyeceklerini, Nâzım Hikmet güneşli günlerin habercisini, Bilge Karasu ise “avından el alan” bir avcıyı görebilir.

Şunu söylemeye çalışıyorum; somut ve soyut tüm bileşenleriyle birlikte çağ, yazarın eser vermesi aşamasında önemli bir etken olmasına rağmen onun şahsiyeti, dünyaya bakış açısı, kültürel algısı zamanın ruhu neyi vazediyorsa etsin, hâkim fikir ve sanat algısı neye işaret ediyorsa etsin kendi kişisel macerasından bağımsız düşünülemez. Buraya kadar her şey yolunda. Ama burada hemen hemen her yazarda hasıl olan bir marazi (mi emin değilim) durumdan söz etmeliyiz. Hikaye durum olarak tespit edilip kağıda aktarılırken, ilk cümleden itibaren yazarın içindeki ütopyacı, müdahaleci uyanır ve hayali de olsa yeni bir dünya inşa ediyor olmanın verdiği o duyguyla yazar, tahayyülündeki –iyi ya da kötü– şeyleri bu yeni dünyaya uygulamaya başlar. Buna en azından bu yazı içinde yazarın iradesi diyelim.

Cihan Aktaş’ın Ayak İzlerinde Uğultu kitabındaki öykülerine baktığımızda yazarın iradesinin –belli ki bir seçim gereği– mümkün olduğunca minimize edildiğini ya da daha doğrusu görünmez kılındığını görüyoruz. Aktaş, öykülerinde bir Tanrı yazar gibi hikayenin olağan akışına neredeyse hiç müdahale etmiyor. Bu serinkanlı, metninden uzaklaşmayı bilen bir yazarın mahareti. Hatta bu duygunun/iradenin bir yazarı en çok tahrik etmesi gereken final bölümünde bile gün yüzüne çıkma fırsatı bulamadığını görüyoruz. Mesela kitaptaki öykülerden “Çürük Ayva Kokusu”nda belli ki inançlarından dolayı Türkiye’de çektiği sıkıntılar sebebiyle Amerika’ya yerleşmeyi tercih etmiş Birsen ve Mesut isminde bir çiftin hikayesi anlatılır. Hamile olan Birsen, gurbette olmaya bir türlü adapte olamamıştır; bunu öyküde tekrar edip duran “koku” saplantısıyla anlıyoruz. Mesut da ülkesine geri dönmek istemesine rağmen Birsen’inki kadar saplantılı bir özlem yaşamıyordur. Bunda elbette Türkiye’de onu bekleyen zorlukların da etkisi vardır. Öykü Mesut’un ve özellikle Birsen’in Türkiye’de yaşadıklarını, Amerika’daki hayatlarını, ikilemlerini minik olaylarla anlatıyor ve galiba yazar bu karakterin ruh halinin kesinlikle anlaşıldığından emin olduktan sonra öyküyü aynı serinkanlılıkla bitiriyor. Az önce belki de biraz havada bıraktığım tespiti açmaya çalışayım. Ne Birsen, ne Mesut ne de öykünün yan karakterleri öyle derin kırılmalar, “yalnız filmlerde olur” denilecek türden keskin kararlar alıyorlar öyküde. Aktaş adeta bir anlığına bir ülkeye, bir sorunun temsili sayılacak bir ya da iki profile kamerasını yaklaştırıyor ve görüp anladığımızdan emin olduktan sonra da yeniden uzaklaştırıyor. Bu gerçeklik duygumuzu ve karakterlerle empati kurmamızı da kolaylaştıran bir etken oluyor. Biz okumayı bıraktıktan sonra da bu karakterlerin temsil ettikleri kişiler hayatlarına devam ediyor; bu insanlar, bu sorunlar, bu durumların gerçekten varolduğuna dair hiç şüphemiz kalmıyor. Karakterlerin hayatında bir kırılma yaşandıysa bile bu öykü zamanında gerçekleşmiyor; belki geçmişte kalmış ya da etkileri hâlâ devam eden kırılmalardan bahsedilebilir.

Bu yönüyle Aktaş’ın kitabı bir profiller galerisi gibi. Aktaş sanki bir vakanüvis edasıyla toplumun çeşitli katmanlarından –ağırlıkla dindar, eğitimli– kadınların karşılaştıkları sorunları not etmiş ve okurunu bu durumlarla, bu karakterlerle tanıştırıyor. Elbette bunu becerikli bir öykücü olarak, titiz bir dil işçiliğiyle yapıyor.

 Ayak İzlerinde Uğultu’nun 12 öyküsünün hemen hepsinin bu bakış açısıyla yazılmış olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye, İran, Amerika hattında yaşanan öyküler bu yönüyle 28 Şubat sonrasında farklı ülkelere savrulan dindar kadınların karşılaştıkları sorunları –buna kuşak çatışması dahil– anlayabilmek için de okunabilir. Aktaş, resmi tarihin aldatıcı, iktidara göre değişen, yoruma açık yapısına güvenmeyerek tarihe notlar düşüyor. Bu, yukarıda da atıf yaptığımız Sait Faik’in ünlü “Haritada Bir Nokta" öyküsündeki  yazar karakterin haksızlığı düzeltemeyince verdiği o unutulmaz tepkiye de benziyor. Cihan Aktaş’ın öykülerine pek çok açıdan bakılabilir; gerek genel estetik düzey, gerek karakter yaratmaktaki mahareti, gerek devam eden hayatın önemine yapılan vurgu Aktaş’ın kitabının dikkatle okunması için iyi birer sebep sayılabilir. Öykünün bitip hikayenin bitmediği bu öyküler bize hayatın devam ettiği hatta asıl şimdi başladığını hatırlatması dolayısıyla önemli. Evet, doğru duydunuz hayat şimdi başlıyor.

 

Yazar: AYKUT ERTUĞRUL

CİHAN AKTAŞ’IN ÖĞRETMENLERİ

CİHAN AKTAŞ’IN ÖĞRETMENLERİ

 

Sennur Sezer, Evrensel.net, 21 Ocak 2005

 

Cihan Aktaş'ın Kapı Yayınları arasında çıkan öykü kitabı önce adı yüzünden dikkatimi çekti : "Ağzı Var Dili Yok Şehrazat". Masal anlatarak kellesini kurtaran bir kadının geleneksel kadın tipine indirgenmesi ilginçti. Kitabın arkasında okuduğum "Nedir hikâyeden beklediğimiz? Hayatı öncelemesi ve yalanı dışlaması. Gerçeküstü görünse bile bizi hakikatın yanına biraz daha, biraz daha yakınlaştırması" cümleleriyse kitabı okumama yol açtı. Çünkü bu tanım "öykü ve gerçek" ilişkisinin bence doğru bir tanımıydı.

Cihan Aktaş, 1960 Pınaryolu/Refahiye doğumlu. Bir öğretmen kızı. Öyküleri arasında öğretmenlerle ilgili iki öykü dikkatimi çekti. Öykülerden birinin adı "Göç Hazırlıkları". Tutucu bir kasabada Öğretmenler Sendikası'nın şubesini açmaya çalışan, TİP'i tutan, Çetin Altan'ı beğenen, Akşam, Yeni Ortam gibi gazeteler okuyan, üstelik karısının üstüne kayıtlı bir kitapçı dükkânı olan bir öğretmenin öyküsüdür bu. Öğretmen, ailesinin yerlisi olduğu bu kasabada, yeni atılımlar peşindedir. Öğretmenin kızı anlatıyor öyküyü. Kıza bir gün arkadaşlarından biri "Senin baban komünist" der. Kızcağız bu suçlamanın nedenini anlamadığını söyleyince "Komünist işte, anarşist" diye yineler arkadaşı. Kızın "Babam oruç tutuyor, teravihlere gidiyor, dedemin bize namaz sureleri öğretmesine de karışmıyor" itirazları para etmez. Söylenti büyür: "Cumalara bile gitmiyormuş- komünist kitapları satıyormuş- komünistlerle düşüp kalkıyormuş-Fransızcacıyla içtiği su ayrı gitmiyormuş." Söylentilerin temelinde pek çok kişinin ilden alışverişe geldiği kitapçı dükkânı vardır elbet. Öğretmenin arkadaşlarının da. Ama olayın bir başka nedeni daha vardır: "Her zaman zayıftan yanadır babam, üzerine gidilenden yanadır, ne var bunda. Birkaç hafta önce, uzak köylerden gelen bir Alevi Kürt'ün cuma namazı için camiye girmek istemesi üzerine camide olay çıkmıştı. Babam köylüden yana olup onun camiye girme hakkını savununca, imamla tartışmışlardı ve araları bozulmuştu. Yine o ezilen yoksul köylü, aydın öğretmen ve yobaz imam tartışması...

Düşünüp duruyordum: Köylülerin çektiği yoksulluğun farkındaydım ama bir imam böyle yaptı diye bütün imamların hilekâr olmasını kabul edemezdim ki. Camideki hadiseden bir süre sonra babam hakkında, öğretmenleri boykota teşvik ettiği, yasak kitaplar sattığı gibi iddialarla soruşturma açıldı. Müfettişler geldi. Ancak yasak kitap satışı kanıtlanamadı. Babamın ilkokul öğretmeni de olan ilkokul müdürü, sağcı olduğu halde babamdan yana tavır almıştı. Akrabalık, hısımlık bağları hatta suçlanılan kişinin insanlık yönü ve şahsiyeti, siyasi düşüncenin önüne geçerdi böyle durumlarda." Ama fısıltılar durmaz. Kasabanın "karmaşık doğası" evdeki herkesi "bir lekelenmişlik, bir damgalanmışlık duygusuna" iter. Dede babayı suçlar. İhbarcının kimliğinin açığa çıkması, bu adamın güvenilmezliği kitapçı öğretmeni kurtarmaz. Bu ata yurdu kasabada yaşamaları olanaksızlaşmıştır. Göçe hazırlanırlar. Kitapçı dükkânını genişletmek, okuma odası düşleri yarım kalmıştır. Bu öykü, kasabanın komünizm varsayımları üzerine öylesine ayrıntılar içeriyor ki, Cihan Aktaş'ın bu tür bir olaya tanık olduğunu düşünüyorsunuz ister istemez. Onun alaya aldığı Cumhuriyet okurları da, köy edebiyatı da hatta Karaoğlan fasikülleri de "yanlış nerdeydi" sorusunu örtemiyor. Bir başka öğretmen portresi de Boş Koltuk öyküsünde işleniyor. Öyküyü anlatan kadın, bir otobüs yolculuğunda bir türlü öyküsünü yazamadığı Köy Enstitüsü mezunu, emekli öğretmen dayısını anımsıyor. Onun artık çevresiyle yaşadığı uyumsuzlukları. Oysa o öğretmen bir zamanlar "sayısı belirsiz-çoğu öksüz ve yetim- öğrencinin köylerden toplanarak yatılı okullarda okumasına vesile olmuştu." O çocukların yakınlarından buna karşı çıkanlar olmuştu ama... bugünkü gibi hiçe sayılmamıştı, saygı görmüştü hep. Şimdi kasabayı bir piknik alanı olarak, silah talim alanı olarak kullananlar, onun çevreyle ilgili düşüncelerini geri kafalılık sayıyordu. Yoz davranışlara karşı çıkmaya çalışan bu eski eğitim emekçisiyse sonunda gençlerin her söylediğine karşı çıkan biri durumuna düşüyordu. Yaşlı adam, yeğenine boşalmış köyleri gösterip "Herkes göçüyor"diye yakınır. Sonra da "canlandırılmasına eğitildiği köylerin ölümünü gören bir öğretmenin acısını ve aczini" yazmasını ister ondan. "Terör, kuraklık ve kolayca para kazanma tutkusu yüzünden" boşalan köylerin acısını duyan ihtiyar bulunduğu yerden ayrılmaz. "Tek başına kalsa bile can veren köylerin kaderini paylaşacaktı".

Çevresinin yadırgamasına kulak asmadan tek başına tavla oynayan Köy Enstitülü öğretmen, bir ihbar ve dedikodu sağanağıyla baba ocağını, ata yurdunu terk etmek zorunda bırakılan, bir başka kasaba yerine büyük şehri seçen öğretmen...Cihan Aktaş halkıyla ilişki kurmayı başaramayan aydınları eleştirmek istiyor sanki.. Ülkü ocaklarının açıldığı, herkesin sağa oy verdiği dönemde sola gönül veren bir öğretmenin portresi, Cihan Aktaş'ın "hikâye hayatı öncelemeli ve yalanı dışlamalı" kuralını doğruluyor. Bu öğretmen portreleri uyumsuz da olsa gülünç değil. Trajik. Alttan alta eleştirse de bir saygı borcu ödüyor gibi Aktaş. Üstelik altmış sonrası ilericilerinin aşırılığı, köy edebiyatının katı çizgileri alayla anlatılsa da öğretmenin öyküsüyle gülünçlüğünü yitiriyor. Cihan Aktaş'ı bundan sonra bu öyküleriyle anımsayacağım. Öğretmen emeğine duyduğu saygıyla. 

 

Yazar: SENNUR SEZER

HAYATA VİTRAY PENCEREDEN BAKMAK

 

HAYATA VİTRAY PENCEREDEN BAKMAK

 

Asım Öz

 

Yeni Şafak Kitap Eki, 12 Ekim 2016.

 

İranlı yönetmenler üzerine yıllara yayılan yayımlanmış/yayımlanmamış çalışmaları bulunan Cihan Aktaş, 10 Kasım 2008'de Abbas Kiyarüstemi'nin başlangıçta ismi “Ağlamak” olarak konulan, muhtemelen üç kuşaktan kadın oyuncuyla çekilmesinden ötürü gecikmeli bir şekilde seyircinin karşısına çıkabilen ve sonraları Şirin (2008)'e dönüşen deneysel filmi üzerine bir yazı kaleme alır. Aktaş'ın, hem sözlü hem de görsel alanda hükmünü icra eden kalıpları, çok iyi bilinen bir anlatı kanalıyla kırmaya çalışan Kiyarüstemi'nin bu görsel macerasını kavramaya çalışırken kurduğu cümleler arasında şunlar dikkat çeker:
“(…) sinema ve sanat konusunda klişelerle düşünen bir zihin için 'Şirin', en fazla birkaç cümleyle anlatılabilecek bir hikâyedir. Belki yalnız Kiyarüstemi sinemasını iyi tanıyan bir seyirci, bu filmin İran sinemasına üç kuşak boyunca emek vermiş onlarca kadın oyuncunun Hüsrev ve Şirin (ki bizde daha ziyade Ferhat ile Şirin olarak tanınıyor, bu hikâye) efsanesini dinlemeleri sırasındaki tepkilerine yoğunlaştığını, bu tepkilerdeki ortak dili yakalamaya çalıştığını kavrayacaktır.”

 

ROMANTİKLİĞİN ÖTESİ

Doğrusu bu satırlar bana oldukça önemli göründü. Zira Aktaş, her şeyden evvel Abbas Kiyarüstemi'nin Şirin üzerinden kurduğu dünyayı ve karakterleri kendi roman anlayışına yakın bulur gibidir. Hatta yakınlıktan farklı olarak bir tür akrabalığa uzanan hatırı sayılır tespitler de yapılabilir. Bunun için, öncelikle yapılması gerekenlerden biri Cihan Aktaş'ın Şirin'in Düğünü adıyla yayımlanan yeni romanına dikkat kesilmektir. Elbette bu kısa yazıda, bu “akrabalık” ilişkisinin izini detaylı olarak sürmenin imkânı yok. Fakat bunun neden ve nasıl olduğunu kısmen de olsa gösterebilmek mümkün.

Cihan Aktaş'ın romanı Şirin'in Düğünü, Şirin etrafında oluşan çok-zamanlı, çok-mekânlı hafızayla kurulmuş sinematografik bir kitap. Unutmaya karşı, hatırlayarak huzurlu olmanın mümkün olduğunu serimleyen anlatı içinde anlatı bu… Bir yanıyla rengârenk, diğer yanıyla ise hüzün yağdıran sahnelerle dolu; aşkla, var olmakla, duygudaşlıkla örülü benliğin kolayca taşınamayacak hüzünlü karşılaşmaları dahası benliğine azap veren muhasebesi. Romanın ilk cümlesinin “Halası Safure Hanım ne kadar itiraz etse de kargaşa çıkacağı söylenen mitinge katılmıştı” (s.7) oluşu, karakter kadrosunun kalabalık olacağına işaret ediyor. Hemen ifade etmek gerekir ki, bu mitingin düzenlenme sebebinin darbe söylentileri olması okurun romana daha canlı bir şekilde dâhil olmasına katkı sunabilir. Kaldı ki romanın başkarakterinin “Darbelerden bunaldı toplum” deyişi Türkiye'nin değişmeye başladığının dahası yazarın güçlü sezgisinin yansıması. Ama aynı zamanda günümüze kadar daima iki darbe ve krizler arasında yaşamaya mecbur bırakılan “her dönemi zor geçen” bir ülkenin/toplumun alacakaranlık yıllarının sonrasına derinlikli bir bakış.

Roman boyunca, hayatını başka bir adla sürdürmeye icbar edilen Şirin'in odağında Flaubert'in “görme biçimleri” dediği bakış açısı ve hayatı algılama tarzına şahit oluyoruz. Aktaş'ın önceki romanlarında (elbette hikâyelerinde de) karakterlerinin özne olması bu romanda da karşımıza çıkıyor. Okurlar, Aktaş'ın romanlarında romantik romanların aksine müspet ve menfi yönleriyle eylemlerinin faili olan bir bakıma kendi seçimini yapmaktan, onun peşinden gitmekten geri durmayan kırılgan karakterlerle karşı karşıya kalırlar. Elbette bazen bu karakterler de başka karakterlerin gözünde romantik olmakla itham edilebilirler.

“Gece lambasını açtı, olduğu gibi yatağa girerek yorganı üzerine çekti. O kasabada ne oldu, hayal etmeye çalıştı. İnsanları düşündü tek tek, ilişkileri, aile içinde korku duyuran cümleleri, kasabadan ayrıldıktan sonra sürdürdükleri gizlenme çabasının ayrıntılarını… Daha önce hatırladıklarından fazla veya farklı ne bir cümle duyabiliyor ne de bir sahne görebiliyordu. Çocukluğunun büyülü iklimi bir yalana dönüştüğünde ondan geriye ne kalırdı, o takdirde hangi noktadan başlatırdı hayatını…”

İşte bu yüzden; seçim yapan, zaman zaman eylemlerinin muhasebesini yapmaktan bir an da olsa geri durmayan karakterlerden dolayı, tarihi bir anlatıya yaslanan roman daha ziyade günümüze uzanıyor. Zaten edebiyatın tabiatında da ya yeni karakterler ya da eski karakterlerin yenilenmesi söz konusu değil midir?

Cihan Aktaş, romanında, insanoğlunun duygularını etkileyici bir duyarlılıkla keşfe çıkıyor. Klasik edebiyatın büyük karakterlerden biri olarak çok tartışılan ve yanlış bilinen Şirin'den izler taşıyan roman ünlü aşk efsanelerinin hiçbir zaman eskimediğini de ortaya koyuyor. Yazarın böylelikle hem şifahi hem de yazılı alandaki mevcut kalıpları, çok iyi bilinen bir anlatı kanalıyla kırmaya çalıştığı söylenebilir. Çünkü klişelerle düşünen bir zihin için Şirin, en fazla birkaç cümleyle anlatılabilecek bir hikâyedir.

Oysa romanın başkişisi Şirin, halasından hep rol yaparak yaşaması gerektiğini öğrense de benliğini maskelerle geri planda tutmayı yediremez. Bu bakımdan Şirin, son zamanların en ilgi çekici roman kahramanıdır. Dahası Şirin'in dünyaya ve hayata bakışına ve algılamasına odaklanarak bir çözümleme yapılabilir. Karakterin dünyayı algılamasına etki eden sebepler bahsinde, siyasi, kültürel, edebi ve yazarın bireysel özelliklerinden yararlanılabilir. Özellikle minyatür, resim, mimarlık odaklı tartışmalar ve “Üslup İncelemeleri” bölümü bu bakımdan oldukça zengin veriler sunuyor. Başka bölümlerde de bunlara rastlamak mümkün:
“Minyatür kasabayı hatırlıyordu, Beyaz Atlı'yı. Ağaçlar şiirini hatırlıyordu, parkta ağaçların dallarından sarkan resimlerle karşılaşmasını. Şahmeran'ı hatırlıyordu, Rabat yolundaki çamlıkta Faruk'la otururken karşılarına çıkan boz yılanı. Hiçbir çizgi aynı kalmıyor, bakışının eğitiminden geçiyor, bakışını eğitiyordu. Çocukluğunun en güzel yıllarının bir yalan olmadığını gösteren sahneleri karanlık bir tezgâhın montajından kurtarabilirmiş gibi bir umutla incelemeyi sürdürüyor ve keşfettiği cümle veya imgeleri tasarladığı uzun metrajlı film için bir kenara not ediyordu.” Keza kültürel alan siyasi olandan bağımsız olmadığından arka planda daima insanlık durumları, siyasi umutlar ve hayal kırıklıkları, türlü hesaplar, yanılgılar, koyu karanlıkla geçmişten gelen sesler, kaybolmak üzere olan yaşam biçimleri de vardır.

DÖNÜŞÜM YILLARININ KARAKTERLERİ

Roman karakterlerinin deneyim alanları, belli çevrelerin alışkanlıklarındaki dönüşümleri kuşakları ihmal etmeden son derece etkili bir şekilde gösterir. Ebeveynlerin çocuklarına yükledikleri mesuliyetlerin getirdiği yorgunluklar da göz ardı edilmez elbet. Kusursuz Piknik'i çağrıştıran “kusursuz temsilci” beklentisine karşın hayatı “dolu dolu yaşamayı” düşünen karakterlerin yaşadıkları gerilim dikkat çekiyor. Hayır faaliyetleriyle tanınan modern muhafazakâr Safure Hanım, iş bağlantılarından dolayı farklı mekânlara gitmek zorunda kalan Melike, hırslı, zeki ve kendini geliştirmeye çalışan Faruk, Mimar Sinan'da resim eğitimi alan Naman, zenginlerin daima gizleyecek bir şeyleri olduğunu düşünen Kürşat bize çok şey anlatır. Elbette daha başka karakterler de var; Sadık Efendi, Maria/Meryem, Hüsnü Ertuğrul, Kaymakam Bey, Yelda, Emir… Aslında bir bakıma Tanzimat sonrasındaki bölünmüş bilincin süreklilik arz eden boyutları da var karakterlerin bir kısmında. Erkenden kalkıp giyinen Sadık Efendinin sabah çayını fincandan içmesiyle, hayat tarzı propagandası yapan bir derginin İngiliz muhafazakârlığını anımsatan fincanlı ilanlarını bir arada düşünebiliriz. Safure Hanım'ın başörtülü Esma'ya, Esma'nın ise kendisine “bacı” diye hitap edilmesini doğru bulmayan bakış açısı başlı başına irdeleme konusu yapılabilir. Kısacası, anlatının sesleri üzerinde durup düşünülmek istendiği takdirde “yakın” geçmiş bütün saydamlığıyla yakalanabilir. Nerede durmalı, dünyayı nasıl görmeli soruları eşliğinde hayat ve roman ilişkisi değişik boyutlarıyla kavranabilir. Hem zaten romanın bölümlerinden birinin başlığının “ Hayatı Bir Başka Açıdan Öğrenme Dersleri” olması da buna bir işaret değil midir?

Ayrıca yazarın kulağında konuşlanan onca ses ve hikâye kulağımıza sıçrayıverir. Bizse yazarın dinlediklerini nasıl anlattığı üzerine düşünme fırsatını yakalarız. Yazarın neyi nasıl dinlediği/gördüğü açısından da Şirin'in Düğünü'ne bakabiliriz. Fasıl biçiminin değişimi, yüksek topuklu kadınlar, havalı sosyetik kadınlarla görünmeyi seven danışmanlar, beton cangılı andıran şehirler, gökdelen piyasası, kartvizitsiz sürdürülemeyen hayatlar, medyatik olmaya odaklı eylemler ve daha pek çok gösterge roman karakterleri dolayımında önümüze gelir. Belki de asıl olan acı tecrübelerdir. Her ne kadar roman, toplumsal alanın kendisini merkeze almasa da, toplumsalın dönüşümünün çeşitli tezahürlerini yansıtır. Karakterlerin gündemine giren kitaplar ve yazarlar üzerinden, okuma biçimlerinin dönüşümünü görüp yeni ilmekler atabiliriz.

Başka bir açıdansa Şirin'in Düğünü romanındaki sesler, yazarın önceki romanlarına nazaran daha da çoğullaşmıştır denilebilir. Bana kalırsa, bize hem yakın hem de içinde yaşadığımız akışkan zamanların etkisinden dolayı çok uzak gibi görülen zor zamanları hatırlamadan romanı bihakkın anlamlandırmak pek mümkün değil. Yanı sıra saklanılan, başka bir adla yaşamak zorunda kalınan zamanların ardından gelen dönüşüm yılları, zamanın aşındırması yüzünden güçlükle seçilen iç içe geçmiş çizgiler.

Cihan Aktaş, kimi zaman kaybetmekten korkan, parça parça olan karakterlerinin neyi niçin yaptıklarını, yapmaya çalıştıklarını göstermeye çalışan anlatıcısıyla, okurlarının, karakterlerinin iç dünyalarını anlamaya davet edildiği bir roman dünyası kurar. Bu bağlamda ele alınınca, bu roman, geçmişe zaman ve mekân ölçeğinde bir hafıza yolculuğu olarak da okunabilir.

Okurunu tarihin ve kültürün kollarına bırakmakla kalmayan yazar, aynı zamanda cesaret, geçmişle hesaplaşma, aşk, kırılganlık ve insanın insanda sınanışı üzerine düşünmeye sevk ediyor. Hâsılı Şirin'in Düğünü, geçmişin, elden kayıp giden zamanın ve insanın temel yanılgılarının bir kez daha gözden geçirilmesidir.

 

Yazar: ASIM ÖZ

HÜSREV İLE ŞİRİN KAVUŞSA BİR TÜRLÜ KAVUŞMASA BİR TÜRLÜ

  

HÜSREV İLE ŞİRİN KAVUŞSA BİR TÜRLÜ KAVUŞMASA BİR TÜRLÜ

 

Yıldız Ramazanoğlu, Karar, 8 Mart 2017.

 

Cihan Aktaş, “Üç İhtilal Çocuğu” adlı hikâye kitabıyla bize kayıt altına almaya değer kıymetli bir hikâyemiz olduğunu gösterdi. Peş peşe gelen hikâye kitaplarında insana, kadınlara, taşraya, hasret ve gurbete, göçe, kentleşme süreçlerine, şehir hallerine dair nice konuları ele aldı, bütün bu altüst oluşların insan yaşamındaki etkilerini nazara verdi. Daha özel hikâyelerin bir araya geldiği kitapları da var: “Azize’nin Son Günü”, Bakü’de yaşadığı zamanların izlerini taşıyarak Azerbaycanlı kadınları anlatır. “Ayak İzlerinde Uğultu”da savaşların, ilticanın, umutsuzluğun ve umudun iç içe geçmiş tedirginliğinin acısını görmek mümkün. Son hikâye kitabı ise unutmanın sızısına odaklanmış: Alzheimer hikâyelerinden oluşan “Kızım Olsan Bilirdin”. Akıl ve kalp arasındaki ilişkiyi, geçmiş güzellikleri, hatırlayamamanın en yakınlar üzerindeki etkisini, daha nice karmaşık ruh halini ele alıyor eserinde.

***

Aktaş, roman yazması hususunda Mustafa Kutlu’nun teşvikini dile getirir her zaman. Hikâyeye sığmayan oylumlu anlatımı, detayları incelikle işlemesi dikkatini çekmişti demek ki büyük ustanın. Hikâyelerini yazarken bir yandan da romanlarını içinin derinliklerinden çıkardı Aktaş, özverili çalışmalarıyla.  

İlk iki romanı “Bana Uzun Mektuplar Yaz” ve “Seni Dinleyen Biri” dönem romanları olarak adlandırıldı. İlki tam anlamıyla ve bütün büyüsüyle bir gençlik romanı. Yatılı okulda geçen bütün duygular, altüst oluşlar, aile hasreti, arka planda ise zamanın toplumsal hareketliliği, siyasal tercihlerin çarpışması ve yeni yetişen çocuklar üzerindeki yoğun etkileri anlatılır. İkinci roman ise 28 Şubat sürecindeki tartışmaları, modern zamanlarda Müslümanlığımızı inşa ediş biçimimizi anlatır ki fonda yasaklar, bir halkın inançları ve egemenler arasındaki çatışmalar var. “Sınıra Yakın Yol”, karşılaşmalar ve sınır romanı olarak farklı bir yerdedir. Fakat son romanı “Şirin’in Düğünü” için tam olarak bir dönem romanı demek mümkün görünmüyor. Çünkü başrolde Şirin olmasına rağmen en geniş manada insanın cinsiyeti aşar bir şekilde kendini arayışının anlatısı. Nizami’nin, Hüsrev ve Şirin’in izini süren, onları şimdiki zamanda güncellemeye çalışan eser, günümüz dünyasında bir aşkın imkan olarak hala mevcut olup olmadığının da bir sorgulaması.

Amasya’da kök salmış bir ailenin babasının kaymakamlık göreviyle Mardin’e atanması sayesinde orada doğup büyüyen, sağlam arkadaşlar edinen Şirin’in anne babasının faili meçhul bir cinayete kurban gitmesiyle başlayan dramı… Halası tarafından tedbir amacıyla adının Nursuna olarak değiştirilmesi ise Şirin’in yeniden aslına dönebilmesi için kurgulanmış bir metafor ve aslında hepimizin farklı maskelerle aslımızdan uzaklarda yaşadığımıza dair de güçlü bir gönderme. Buradan itibaren kendi varlığımızla, değerlerimizle, hakikatle buluşmanın nasıl da emek istediğini Şirin ve diğer kahramanlar üzerinden okuyoruz romanda. Şirin’e aşık Kürşat kadar onu seven ve evlenmeye bile muvaffak olan Faruk da baş kahraman. Onun temsil ettiği mütedeyyin bir ailenin gelgitler yaşayan, tutunamayan çocukları çok iyi gözler önüne serilmiş. Köklü inanç değerleriyle süfli yaldızlı hayatlar arasındaki yolculuklarından hayırla çıkmaya çalışan biri.

***

Hüsrev ile Şirin’in de başlarından türlü çeşit olaylar geçer, kavuşup yine ayrılırlar ve çalkantılar içinde sürer hayatları. Romanda da Kürşat içine kapanır, Faruk güya kavuşmuştur sevdiği kıza ama “onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine” faslı yoktur günümüz evliliklerinde ve aşklarında. Evlilik de bir okul gibi öğrenilen, sabrımızı şefkatimizi fedakarlıkları sınayan; bileyen, başarıdan değil hikmetten söz edilmesi gereken bir duraktır aslında.

Bu sisli hallere romanın son sözlerinde rastlamak mümkün: “Bir kalp daha ne kadar daralabilir, ne kadar ağrı sızı çekebilirdi? İşte orada duran kabartıyla öteki çukurda ona en yakın düşen kalıntı, bir turnanın aynı yöne doğru uçan ancak bir sebeple parçalanmış kanatlarını andırmıyorlar mıydı? Tartışıyorlardı, öfkeleniyordu Faruk, onu anlayışsızlıkla suçluyor ve gidiyordu. Sanki hiç kavuşmamaları gerekiyordu; sonsuzca, ne tam bir kavuşma ne de kesin bir ayrılık yaşanacaktı. İşte bu şekilde sürecekti hayatları.”

Yazar: YILDIZ RAMAZANOĞLU

İNSANI İNSANLA AVM’LERDE DEĞİL MAHALLEDE BULUŞTURMAK LAZIM

İNSANI İNSANLA AVM’LERDE DEĞİL MAHALLEDE BULUŞTURMAK LAZIM

 

YUNUS EMRE TOZAL, Yeni Şafak Kitap Eki, 21 Nisan 2015



'İnsanın en büyük erdemi, şehir kurmaktır' diyor Eflatun. Şehir kurmak medenileşmek demektir. İslam medeniyetinde sanata bakış açısı da böyledir. Sanat sadece seyredilmez, aynı zamanda “yaşanan” bir şeydir; o yüzden Mimar Sinan'ın camilerine girdiğimizde, sanki iç âlemimize girdiğimizi fark ederiz. Sinan'ın camilerinde kıyamdayken, eğer caminin pencereleri açıksa kâinatla hemhal oluruz. Sanki bedenimiz camidedir ama ruhumuz kâinatla bütünleşmiştir.

Son yıllarda özellikle sosyoloji, psikoloji gibi disiplinlerden uzak kentsel dönüşüm projelerinin açtığı sorunlar ve rantın herkesin faydalanabileceği bir sisteme; kamuya aktarılamaması, doğru bir şehircilik algısının oluşumunu engelledi. Nedir doğru bir Şehircilik algısı? 1789 Fransız İhtilali sonrasındaki dönemde bir cetvel alınıp çizilen Paris şehrinin oluşumundaki planlardan, klasik Osmanlı mimarisinin bizlere bıraktığı şehirlerden biri olan Safranbolu'nun o mahremiyeti koruyan şehir düzenine insanoğlunun Şehircilik algısı sürekli yenilenerek değişti, moda tabirle güncellendi, güncellenmeye devam ediyor.
Cihan Aktaş, İz Yayıncılık tarafından yayımlanan yeni kitabında şehircilikte yaşadığımız akıl tutulmasının sebeplerini araştırıyor. Kitap üç bölümden oluşuyor. Bölümlere Hâl ve İmkân, Bakışlar ve İzlenimler başlıklarını veren Aktaş, Şehircilik ve Mimari okumalarından hareketle hem kuramsal hem tecrübelerinden hareketle katıldığı çalışmaları bir araya getirmiş. Kenti meydana getiren sokağın ve mahallenin insan ilişkilerindeki etkisini inceleyen Aktaş, Türkiye'deki Şehircilik sorunlarını ve problemlerin kaynağını analiz ediyor.

 

HAMAM, MEDRESE VE CAMİ

 

Yakın tarihe göz attığımızda, örneğin 1800'lü yıllarda Fransa'da şehir planlamacıları bir şehrin planını çiziyor, yolların nereden geçeceğini cetvelle gösteriyor ve başka bir değerlendirme yapılmadan çizilen planlar uygulamaya konuluyordu. Bugün Paris'in şehir planı böyle bir süreçten geçerek hazırlanmıştır. Osmanlı'da ise bundan çok farklı bir süreç işliyordu. Şehir bölgeyi tanımayan, topografyasını anlamayan plancılar tarafından masa üzerinde çizilmiyordu, aksine Turgut Cansever'in ifadesine göre Osmanlı'da bir şehri kurmak için gelen işçiler, ilk önce şehrin hamamını inşa ediyorlar; şehri kuracak insanların temiz pak olabilmesi, çalışanların temizliğini sağlamak için... Ardından medrese inşa ediliyor, bilgi ve hikmet ortamının kurulması için... Sonra cami, daha sonra etrafındaki evler ve mahalleler inşa ediliyor yavaş yavaş. Cihan Aktaş kitabında camilerin şehir içinde merkezi önemini yitirilmesinin, bir dünyevileşme göstergesi olduğunu ifade ederken; aynı zamanda mahalleyi oluşturan unsurların bugün artık gittikçe yok olmaya başladığını belirtiyor.

Bugün artık dünya şehirlerini yürüyerek gezebilir, yatay planlamada istediğiniz yere yürüyerek gidebilirsiniz. Olması gereken de budur; yürüyerek yatayda insanın karşısına bariyer, AVM ya da herhangi bir engel çıkmamalı; toplumun kaynaşması sağlanmalıdır. Paris'te, New York'da, Amsterdam'da herhangi bir güvenlik kontrolünden geçmeden şehri yürüyerek gezebilirsiniz. Ama bugün İstanbul'da artık X-Ray cihazının kullanılmadığı çok az AVM var ve gittikçe X-Ray cihazlarının kullanımı artıyor. Kimi kimden koruduğunuzu zannediyorsunuz diye insan hayıflanıyor X-Ray cihazlarından geçerken. Cihan Aktaş da özellikle yatayda toplumun kaynaşmasını sağlayacak çalışmaların yapılması gerektiğini; mescit, okul, pazaryeri ve kültür merkezi gibi kullanım yerlerinin mahalleyle sokakla irtibatla olması gerektiğini ifade ediyor. Bu noktada kentsel dönüşümün mantığının sorgulanması gerektiğini ifade eden Cihan Aktaş, şu önemli soruyu soruyor: Herkes türdeşiyle yaşarsa kardeşlik ve tebliğ/doğruyu bildirip yanlıştan sakındırma vazifesi nasıl gerçekleşecek?

 

ZORLUKLARI AŞMAK

 

Şehri planlarken çocuğuyla genciyle, yaşlısıyla özürlüsüyle engellisiyle kısacası toplumu bir bütün olarak bir araya getiren tüm fertleriyle düşünülmeli değil midir? Aktaş, bu noktada hamile bayanların da şehirde yürüyüş yapacakları yerlerin; park alanlarının bulunması gerektiğini, şehri insan hayatının bulunabileceği tüm evrelerde elverişli bir hale getirmenin önemini bir mimar olarak sorguluyor. Japonya şehirlerinde metronun kalabalık saatlerinde belirli vagonlarının bayanlara ayrıldığını gördüğünü, bizim de kalabalık şehirlerimizde bayanların şehirde yolculuk edebilmesini kolaylaştıracak çalışmalar yapabileceğimizi ifade ediyor. Şehri nasıl güzelleştirebiliriz ve şehirde yaşamanın zorluklarını nasıl aşabiliriz soruları etrafında fikir üreten Aktaş, şehri planlarken mekânların insanlar üzerindeki etkisini de unutmamak gerektiğini belirtiyor.

Kentsel dönüşüm deyince ister istemez akla haksız kazançlar, emsal yükseltmeler, 2B orman alanlarında gerçekleşen imar afları ya da sit alanlarının imara açılması gibi konuların da akla geldiği bir algı, doğru bir algı değildir. Şehircilik, kamusallaştırma projeleriyle gündeme gelmemelidir; üreten, yaşatan ve “örtük kanunsuzluk” uygulamalarına geçit vermeyen bir algı ile oluşturulmalıdır. Bugün 16/9 Zeytinburnu kulelerinin ilk yapılmaya başlanmasından şu ana kadar geçen gündem tartışmalarına, her şeyden önce hangi dünya şehrinde deniz kıyısına böylesine büyük bir yapı yapılabiliyor diye bakabilirsek; nasıl bir Şehircilik algısı oluşturmamız gerektiğini daha iyi anlayabiliriz. 16/9 sadece silueti etkilemiyor, aynı zamanda bir tarih anlayışını; bir medeniyet tasavvurunu da tahrif ediyor.

Cihan Aktaş'ın “Şehir Tutulması” kitabı sadece mimar ve mühendisler değil, Şehircilik okumaları yapan herkese hitap eden bir çalışma. Bir mimarın hayata farklı pencerelerden bakabildiğinin de en güzel örneklerinden biri. Çünkü Aktaş, sadece mimari alanda değil, edebiyat, felsefe, siyaset ve özellikle psikoloji alanındaki okumalarından da hareketle aslında bir Şehircilik kitabı yazmış. Turgut Cansever'den Gezi Parkı'na, Emre Arolat'ın Sancaklar Cami'sinden Mimar Sinan'a, geçmişten geleceğe okumalar yapıyor, bir ümit Şehircilik algısının değişebilmesine zemin hazırlıyor. Şehrin karşısında kaybeden insanı kendisine çağırıyor.

 

Yazar: YUNUS EMRE TOZAL

KIZIM OLSAN BİLİRDİN

 

KIZIM OLSAN BİLİRDİN

 

MİNE ALPAY GÜN

 

Milli Gazete, 26 Aralık 2015

 

CİHAN Aktaş’ın son yazdığı öykü kitabı, Kızım olsan bilirdin. Velut ve universal üsluplu bir yazar Cihan Aktaş. Her yıla bir ya da iki kitap çalışmasını yetiştirmek için çaba vermekte. Cins bir beyin, evrensel inançla bezenmiş bir yürek o, müthiş bir çalışma azmiyle çağım ızın sorunlularını kökten yaklaşımlarla inceleyen, irdeleyen, çözüm önerileri sunan bir yazı ustası. Tek başına bir mektep olma yolunda sorumluluğunun ışığını kısmadan, modernizmin cirit attığı çağda münzevilikten azade derviş. Rutine ve albenisizliğe ödün vermeyen yazar, giderek artan ve yükselen biçimde düşünce dehlizlerinde ilerliyor. Geçilmez gibi görünen labirentleri birkaç kalem darbesiyle aşıp daha ilerilere yol alıyor. Yoğun bir imgelem tufanıyla okuyucusunu Medine tü l Fazıla ya taşımaya çalışıyor.  Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği, Mahremiyetin Tükenişi, Bacıdan Bayana/İslamcı Kadınların Kamusal Alan Tecrübesi , Bir Hayat Tarzı Eleştirisi İslamcılık , Kardeşliğin Dili , Şehir Tutulması , Üç İhtilal Çocuğu , Suya Düşen Dantel , Duvarsız Odalar, Sınıra Yakın başlıklı eserleri, yapıtlarından sadece bazıları ve ne kadar okunsun ki bir gün gelip Cihan Aktaş kitaplarından usanılsın.

Yazmak onun için bir mücadele ve eylem hiçimi. Harlı bir şekilde yol veriyor kelimelere, cümlelere. Fikir yoğunluğu giderek artarken, kısırlaşan dünyaya karşı evrensel düşünceden aldığı ivmeyle okuyucusu için yeni direnç kaleleri, sığınakları inşa ediyor yapıtlarında. Sekülerleşen ve sekülerleştikçe öz ve estetiğini kaybeden insanı yoksulluktan çıkarıp, kaybettiği hazineleri yeniden kuşanmaya çağırıyor.

Deyim yerindeyse o modern çağın erdemi savunan bir münadisi tiryakileri de her yıl sabırsızlıkla beklemekte onun kaleme aldığı romanları, hikâyeleri, inceleme araştırma kitaplarını.

 Çok genç yaşta başladığı yazı hayatının artık ustalık dönemini yaşayan yazarın yapıtları, sevenleri arasında bir bağımlılık oluşturmakta. Yaşam fotoğraflarının ezgilerini, renklerini, şiirini bulduğumuz öykülerinde, her birimizin kendimizdenlikleri görüp gülümsediğimiz. Artık geçip gitmekte olan hayatların flu gölgelerinde esrik savrulmalarımızdır onun cümlelerinin bize bu kadar iyi gelmesi. Bazen hiç aklımıza gelmeyen bir detayda bulmuşuzdur dedelerimizin sadece bizim bildiğimizi sandığımız te heee diye başından savmasını. Ya da hiç öyle öyküye buyur edilmesi aklımızdan geçmeyen kişilerdir onun yapıtlarında okuyup sevdiğimiz sarıtenin yolunu gözlediği güzel gömlekli delikanlı. Hani, olaylar yumağında boğulmayız çoğu zaman kavramlarla nefes alırız ya da onun anlatımının nefasetine kapılıp çoğu kitabının kişilerini yıllar geçse de unutamayız.

Hangimiz kusursuz pikniklerde bulunmadık ki ve yıllar geçse de o fotoğrafların renklerini, seslerini unutmak mümkün mü kızım olsan bilirdin de, Alzheimer hastalığının soğuk yüzü ile karşılaşıyorsunuz ve bir korku filmi gibi çevrenizde çoğu insanın hasta ve yakını olarak çektiği bence maddi rahatsızlıklardan çok daha yıpratıcı bir süreci, yazar; okuyucusunu derinden sarsarak ele almakta. Mazinin geçmiş güzellikleri, bir daha asla kavuşulamayacak anılarda kalan ve ucu paslı bir bıçak gibi kalbi daima ağrıtan o mutlu masal, sonra masalın kahramanının evlatlarını bile hatırlayamaması. Bir zamanlar şen şatır, mutfağında dizi dizi tencerelerle yemek pişen baba ocağının yaşlı ve bir de hasta hele hele alzeheimer a yenik düşmüş bireyleri ile evlatların gözünde cazibe yitimi yaşaması galiba hepimizin sorunu. Unutmak gibi kocaman bir uçurumla okuyucusunu yüzleştiren yazar, hüznün en katı katmanlarını sorgulatmakta. Hayatımızın en başat kişisi annemizin yaşlılık ve Alzeheimer ile bir bebek gibi evlatlarına muhtaç olması, çocuklarını anne sanacak kadar rol değişimine gidişi, özellikle kızların annelerinin bu hafıza yitimi karşısında derinden sarsılışını; annesinin ve kendisinin, çevresinin yaşadıklarının izdüşümünde çok dokunaklı bir anlatımla kaleme almış yazar. İnsan, C. Aktaş’ın dediği gibi, Kendi kendinin misafiriydi, kendi kendini ve çocuklarını ağırlıyordu yeryüzünde ama hep o hafıza denen hazine sayesinde idi bu ağırlama onu yitirdiğinde, yaşamın suları yokuş yukarı akmaya zorlanıyordu ve buna da güç yetirilemiyordu.

Yazar: MİNE ALPAY GÜN

KIZIM OLSAN BİLİRDİN

KIZIM OLSAN BİLİRDİN

 

NURCAN YURDAKUL, Dergah, Mart 2017.

 

Kitap okumak iyi, çok iyi bir şeydir. Bu önermeye itiraz edecek bir Allah’ın kulu çıkmaz. Görüşlerin, bakış açılarının çeşit çeşit doğup, büyüyüp, serpildiği bu dünyada herkes bu fikrin altına imzasını atar. Peki o vakit neden insanlar az okurlar ya da hiç kitap okumazlar. Bu sorunun cevabı ancak bu konuda bir kitap yazılarak verilebilir. O yüzden ben sizlere sadece hangi kitabı niçin okumalısınız konusunda zaman zaman görüş temin etmeye çalışacağım.

Cihan Aktaş’ın Kızım Olsan Bilirdin kitabına öncelik vereceğim bu çabamda. Çünkü bu kitap sadece bizim edebiyatımızda değil dünya edebiyatında da ihmal edilmiş hatta hasıraltı edilmiş bir konuyu okuyanın gözüne sokuyor. İyi de ediyor. Alzheimer hastası bir anne Sıdıka Hanım ile ona bakan, bakmaya çalışan bir kız evladın hikâyesi anlatılırken ev denilen devin çekilip çevrilmesinin de nasıl kurşun gibi ağır, çalı gibi dikenli bir iş olduğu su yüzüne çıkarılıyor.

Kitap Sıdıka Hanım’ın alzheimer hastası olan babasının bunama halleri ile başlıyor. Bu babaya tabii ki erkek kardeşi değil Sıdıka Hanım bakmaktadır. Şaşmaz bir kuraldır. Analar babalar mallarını mülklerini erkek evlatlarına bırakır, elleri iş tutarken onların hesabına çalışır, bakıma muhtaç olur olmaz da kız evlatların yanlarına postalanırlar. Fakat Sıdıka Hanım’ın babası Sıdıka Hanım kadar ağır geçirmez bu hastalığı. Onunkisi alelade bir ihtiyarlık bunamasıdır. Burada yazar annenin neden bu kadar ağır geçirdiğini tüm iyi edebiyat eserlerinde olduğu gibi hiç demeden hikâye eder. Ve anlıyoruz ki alzheimer olunmaz kişiler alzheimer edilir. Nasıl? Öğretmen bir babanın kızını o kadar erkeğin içinde ne işi var diye okutmayışını, çocuk denecek yaşta sokak oyunlarından koparılarak evlendirilişini içine sindirememiştir Sıdıka Hanım. Bu tenzil-i rütbe edilmiş hali, mühendis kocası tarafından tahkir edilişi, hatta aşağılanışı ve bitmez tükenmez, her gün tekrar edilen ev işleri, bir şehirden diğerine göçlerde her yeni muhite ailenin adapte edilişi ve itibarının himayesi ve de daha kim bilir neler Sıdıka Hanım’ı elden, ayaktan ve akıldan düşürmüştür.

George Orwell Papazın Kızı adlı romanında annesinin ölümünden sonra Dorothy’nin başına gelenleri anlatır. Dorothy’nin Oxfordlu Papaz babasının, mensup olduğu kilise modern toplumda itibarını kaybetmiş, adamın maaşına hiç zam yapılmamış üstelik karısı ölmüştür. Lakin babanın bütün bu kayıpları kafasına takmasına mani olacak ve kendi lehine telafi edecek bir kaynak vardır elinin altında: Kızı Dorothy. Gece uykusundan, boğazından, dişinden tırnağından artırdığı her şeyi babasının rahatının ve itibarının muhafazası için seferber eder. Bu çabası sonucunda alay konusu olur, saygınlığını sonunda da aklını yitirir.  Başında bir annesi olsa bölerdi Dorthy’nin yükünü şüphesiz.

Zehra’nın annesi Sıdıka Hanım da sadece alzheimer olmaz aklını da yitirir. İşte tam da bu noktada Kocabaş’ın yerine kendisini koşan Elifçik [i]gibi, klişeyi ve evi ihya eden Dorothy gibi, ölen arkadaşlar gibi, mezar taşlarından suskun sessiz, sitemsiz[ii] ev denilen devi çevirme vazifesini, ailenin itibarının muhafazasını kız evlat Zehra sırtlanır. Zehra artık sadece kendi evinin değil annesinin evinin de hem işçisi hem idarecisi olmuştur. Bir banyo nasıl temizlenir, bunamış bir yetişkine izzeti nefsini incitmeden yemeği nasıl yedirilir, aynı anda öbür odalarda olup biten, çocuklar nasıl takip edilir, detayları ile gerektirdiği zekâ ve organizasyonla kitap bir gerilim romanını andırır.  Annenin bala bulanmış elbisesi banyoya götürülürken, bilmem kaçıncı kattan-katları batsın- kendini kaldırıma atması nasıl engellenir? Aktaş biraz daha acımasız davranıp bu gerilimin dozunu artırabilirmiş bu işten kariyer muradı olsaymış. Yazar bir şeyin, evlerde dönen zulmün, fabrikalarda üretilmekte olan biteviye kahır[iii]dan daha az olmadığını anlatmayı murat etmiştir. Muradına da nail olmuştur.

Asla didaktik bir kabalığa ve kestirmeciliğe tenezzül etmez. Boynunu uzatıp çalışan bir ırgat gibi, kelimeleri arayıp tarayıp bulur, inceden düşünüp der demek istediğini. Kitap ancak bunamış bir anneye bakmak suretiyle bu işin cümle inceliklerine vakıf olan biri tarafından yazılabilirdi ya da insan ruhunun dehlizlerine inebilen çok iyi bir gözlemci tarafından.

Zehra tıkandığı noktada bakıcı desteği almaya kalkışır. Bakıcıyı seçmek de eve tutundurup anne babasıyla bakıcının arasını bulmak ve onları birbirine teyellemek de Zehra’nın işidir. İşte bu noktada başka bir trajedi huzura çıkar; bakıcı ellerine terk edilen ihtiyarlar meselesi. Bunun vicdan azabı da diğer tüm günahlar gibi Zehra’ya yazılır. Sıdıka Hanım torunlarını bakıcılara baktırmamış kendisi bakmıştır. O vakit şimdi nereden çıkmıştır bu dilini, şartını şurtunu bilmeyen yabancı kadınlar.

Sorunlar gitgide çetrefilleşir ağırkanlı günlerin içinde. Çetrefilleşen meselelere yenik düşmez yazarın hikâye ediş gücü. Annenin bunamayla beraber nasıl üç, beş, on beş yaşlarına döndüğünü görüyoruz. Bazen üç, beş yaşında bir çocuğun, bazen on beş yaşında birisinin halleri, kelimeleri yetmiş yaşında bir ihtiyarın kabına sığdırılır. Nasıl olur, demeyin. İşte bu yıllar arasında Sıdıka Hanım’ı Zehra taşır, şehirden köye, yetmiş yaştan on beş yaşa. Annesinin çocukluğunu, gençliğini kestirmeye çalışır tüm kapasitesiyle. Yenildiği yerde de lafı yer: Kızım olsan bilirdin!

Kitap okumanın faydası nedir sorusuna en baştaki soruya dönersek, ben kendi adıma öğrenmeye dayalı bir davranış değişikliği ile bitirdim bu kitabı. Kesp eden bu meleke annemi muntazam arayabilme becerisini verdi bana. Az şey midir?

 

 

 

 

 



[i] Fazıl Hüsnü Dağlarca, Mustafa Kemal’in Kağnısı

[ii] Yağmur Atsız, Günlerimiz

[iii] İsmet Özel, İçimden Bu Zalim Şüpheyi Kaldır, Ya Sen Gel Ya Beni Oraya Aldır 

 

 

 

 

 

Yazar: NURCAN YURDAKUL

ŞİRİN’İN DÜĞÜNÜ

ŞİRİN’İN DÜĞÜNÜ

 

SAMED KARAGÖZ, Milliyet, 10 Aralık 2016

 

 

Bugün 2016 yılı Necip Fazıl Ödülleri töreni yapılacak. Törene Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da teşrif etmesi bekleniyor. Saat 19.00’da Haliç Kongre Merkezi’nde yapılacak törene geçen yıllardan farklı olarak arzu eden herkes katılabiliyor.

Bu yıl Necip Fazıl Ödülleri’nde hikaye - roman ödülüne layık görülen Cihan Aktaş’ın yakın zamanda yayımlanan “Şirin’in Düğünü” isimli kitabından bahsedeceğim.

Açıkçası kitabı elime alınca gözüm korktu. 600 küsur sayfalık bir eser söz konusu. Ama kitaba ne zaman başladım, hangi ara bitirdim hiç anlamadım. Su gibi akıyor. Cihan Aktaş’ı ilk olarak bu akıcı üslubundan ötürü tebrik etmem gerekiyor. Bütün hikayeyi anlatıcının dilinden okuyoruz. Normal şartlarda okuru yorabilecek bu anlatım tarzı, Cihan Aktaş’ın başarısı sayesinde romana ayrıca akıcılık katmış.

Yazar, kitabın adının da verdiği ipucundan anlaşılabileceği üzre Ferhat ile Şirin’e göz Açıklama: http://i.milliyet.com.tr/GazeteHaberIciResim/2016/12/09/fft16_mf8142147.Jpegkırpıyor. Ama Nizam-i Gencevi’nin “Ferhad ile Şirin”ine. Cihan Aktaş bu mesneviyi karakterleri koruyarak yakın geçmişimize başarılı bir şekilde aktarıyor.

90’ların sonu, 2000’li yılların başında geçen kitapsadece bir aşk hikayesi olarak tanımlanamaz. Kitap boyunca Şirin, Nursuna olmaktan vazgeçip kendini bulmaya çalışır. Şirin’in kaymakam olan babası sürekli tehditler almaktadır. Mardin’den apar topar taşınırlar. Şirin arkasında çok sevdiği iki çocukluk arkadaşını; Şirin’e deli diavane âşık Kürşat’ı ve Naman’ı bırakmıştır. Kaymakam olan babasına yönelik tehditlerden dolayı adını değiştirmesi gerektiğinde Nursuna adını alan Şirin hemen akabinde babası ve annesini kaza görünümlü bir faili meçhul cinayete kurban verir. Şirin’i korumaya alan halası hem yeni kimliğine onu alıştırırken hem de zaten varlık içinde ama çocuksuz bir kadın olduğundan kendisine de bir varis yetiştirmektedir.

Mimari izler

28 Şubat döneminin izlerinin hâlâ devam ettiği günlerde geçen roman boyunca ülkenin gerçekleştirdiği dönüşümün sancıları da ele alınıyor. Bir yandan sivilleşme ve geçmişle yüzleşmeyle birlikte özgürlüklerin gerçekleşmesi söz konusuyken bir yandan bu duruma direnenleri yazar ustalıkla ele alıyor. Farklı kesimden insanların hayatları ele alınırken, mesneviye örneğin romanda Şirin’in atının adının Şedbiz olmasıyla geçiş sağlanıyor.

Roman boyunca mimariye dair izlenimler, bilgiler okura eşlik ediyor. Frank Lloyd Wright’ın Şelale Evi detaylı bir şekilde anlatılırken, Ludwig Mies van der Rohe’nin eserleri de es geçilmiyor. İstanbul’un nasıl değiştiği, yeni yapıların ve kentsel dönüşümün sancıları ustalıkla romanın içine yerleşiyor. Okuru hiç sıkmadan, hiç de didaktik olmayan bir dille mimarinin önemi vurgulanıyor.

Romanda sadece mimarlar değil, ressamlar, sanatçılar, filmler, yazarlar, müzisyenler de anlatının bir parçası. Bunların yazarın kendi beğenisine dair ipucları taşıdığını düşünmeden edemedim. Örneğin Pink Floyd’la Şeyh Galip aynı cümlede yan yana yer alabiliyorken Salvador Dali’nin senaryosunu yazdığı “Endülüs Köpeği” isimli 1929 tarihli ilk sürrealist film de karşınıza çıkabiliyor.

Şehirler ve ülkelerle buraların yaşantıları, âdetleri, görenekleri ve yemeklerine de atıflar var. ABDJaponyaAzerbaycanHindistan, Mardin, İstanbul, AmasyaKonya ve Fas  kitapta geçen bazı yerler.

Bu kısa yazıda romanı enikonu analiz etme imkanım yok, lakin uzun zamandır okuduğum en iyi romanların başında gelen “Şirin’in Düğünü”nü herkese tavsiye ederim. Son olarak bu yıl üçüncü kez düzenlenmesine rağmen son derece başarılı bir ödül Necip Fazıl Ödülleri. Star gazetesinin Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın destekleriyle düzenlediği ödül olması gerektiği gibi iki önemli alanda öne çıkıyor. Birincisi, kazanana prestij sağlıyor; ikincisi, Türkiye şartlarında hiç de azımsanmayacak bir maddi ödül veriyor. Her alanda kazananlara 20 bin lira veriliyor ki yanılmıyorsam Türkiye’de sanat alanındaki en büyük maddi ödül. Umarım bu ödüller yıllarca, akamete uğramadan, aynı güçte devam eder. 

 

Yazar: SAMED KARAGÖZ

“ŞİRİN’İN DÜĞÜNÜ”

“ŞİRİN’İN DÜĞÜNÜ”

 

FUNDA ÖZSOY ERDOĞAN, Yedi İklim, Mart 2017.

 

Destanlar, efsaneler, masallar her ne kadar geçmişin izlerini taşıyor olsalar da bazen terkisine aldığı geçmişi şimdiki zamana taşıyabilir; bir modern çağ yazı türü olan romanın omurgasını oluşturabilir. Cihan Aktaş’ın son romanı Şirin’in Düğünü’nde olduğu gibi.

Cihan Aktaş, Nizami’nin tanınmış mesnevisi Hüsrev ile Şirin’den yola çıkarak, bu mesneviyi merkeze alarak, günümüzde geçen bir aşkı anlatır romanında.   Ancak sadece bir aşk hikâyesi de değildir Şirin’in Düğünü.  Katmanlı yapısında ülkenin yakın zaman siyasi tarihinden insani zaafiyetlere, çarpık şehirleşmeden kültürel erozyona, pek çok ayrıntıyı da alt tema olarak içinde barındırıyor.

606 sayfalık roman,  27 bölümden oluşuyor. Her bölüme, o bölümde işlenen alt temaya uygun olarak isimler verilmiş. 100 sayfa süren ilk üç bölümün romanı toparlayıcı, okuru romana bağlayıcı görev üstlendiğini söylemek mümkün. Çünkü buraya kadar her bir bölümde,  romanın üç temel karakterinin, Şirin, Kürşat ve Faruk’un bakış aşılarından geriye dönüşler, bu üç karakterin çocukluklarına gidişler var. Böylece romanın asıl zamanı olan günümüze ulaşana kadar karakterlerin iç çalışmalarının temellerinin hangi hadiselere dayandığı, kişiliklerinin oluşumuna etki eden çevrenin detayları ayrıntılı olarak ve geniş perspektiften verilmiş oluyor. O yüzden bu ilk üç bölüm için, romanım girişi de diyebiliriz.

Romanın görünen tarafı, üçlü bir aşk hikâyesinden oluşuyor. Tıpkı Hüsrev ile Şirin mesnevisinde olduğu gibi. Şirin, romandaki ve bu ünlü mesnevideki kadın karakteri temsil eder. Faruk, Hüsrev’i; Kürşat ise mesnevinin ikinci boyutunda yer alan Ferhat karakterini. Yine mesnevideki ayrıntılarda da yer aldığı gibi Ferhat’ın misyonunu üstlenen Kürşat, mimarlık eğitimi almış biri olsa da taş işçiliği üzerine ince çalışmalar yapan ve romanda çocukluk aşkı Şirin’e ona olan aşkını ispatlamak için kayalıkları oyarak bir taş ev yapmaya çalışırken; bir holding patronunun veliahttı olan Faruk da tıpkı mesnevideki padişah Hürmüz’ün oğlu Hüsrev gibi iktidar gücünü kullanarak Şirin’i etkilemeye çalışan kişidir. Romanın ayrıntılarına inildikçe bu özelliklerin dışında da pek çok yerde mesnevi ile romanın örtüştüğünü görürüz. Mesela Şirin’in varlığından Hüsrev’i mesnevide hizmetkârlarında bir ressam haberdar ederken, romanda bu görevi holdingin ressamlarından Naman üstlenir. Ya da mesnevide ağaca asılmış Hüsrev’in resmini görerek Şirin’in ona âşık olması için nasıl ortam hazırlandıysa, romanda da bir orman gezisi sırasında aynı mizansen oluşturulur ki, bu mizanseni zenginleştirmek ve modernize etmek adına,  Şirin’i etkileyeceği düşünülen  Cahit Zarifoğlu’nun “Ağaçlar” şiirini Faruk’un okuduğu bir barkovizyon gösterisi de ilave edilir.

Buradan yola çıkara geçmişte yazılmış bir mesnevide olsun, modern zamanların mesnevisi kabul edebileceğimiz bir romanda, aslında bir metnin içine sığdırılan “aşk”ın, metinlerarasılıktan faydalanarak  kişileri de zamanı da bütünleyebileceğini söyleyebiliriz. Üstelik zamanı oluşturan an’lar, zamanın akışkanlığından ötürü geçmişe dönüşse dahi, geçmiş, şimdinin içinde yaşamaya hep devam eder. Yazarın gerçeği sözcüklerdir zira. O sözcüklere yüklenen aşk ve zaman algısı da gerçeğin aynasını oluşturur. İster Nizami’nin Hüsrev ile Şirin’i olsun ister modern çağdaki Şirin’in Düğünü romanı, sözcükler değişse dahi, söylenecek olanlar değişmiyor. Üstelik büyük eserler,  merkeze alınan aşk olsa dahi, katmanlı yapılarıyla çok şeyler anlatmaya devam ediyor okuruna.

Romanda yer alan rüyalara da değinmek gerekir. Özellikle Faruk ve Kürşat’ın rüyaları romanın akışını belirlemesi açısından önemlidir. Faruk daha üçüncü bölümde rüyasına giren dedesinin ona müjdelediği büyük aşkının Şirin olduğunu fark etmesi ile Şirin’in kalbini kazanmak için mücadeleye girişecek, bir anlamda onca çelişkiler yaşadığı hayatında romandaki trajik unsurunu başlatacaktır. Kürşat ise rüyasında aşkını bir yük olarak taşıması gerektiğini gördüğünde, aşkı için artık yapabileceği bir şey kalmadığını anlayacak, aradan çekilip izini kaybettirerek bilinmezlere doğru yol alacaktır. Kürşat’ın rüyası ile okura hissettirilen bu tercih, romanda Şirin’in Faruk’a olan aşkını ete kemiğe bürünerek yaşamasını kolaylaştıracak.

Belki de rüyalar, kader defterimizin biz uykudayken açılan sayfalarıdır…

Ama şu da bir gerçekti ki “Sadece çocuksuluğunu koruyan yüreklere yerleşmeye razı oluyor aşk.”(s.135) Masumiyetini yitirince aşk, kirleniyordu. “Kusurlarını fark etse de zaaflarını aşamayan” Faruk’un aşkı, adaleti işine geldiği gibi algılayarak ve uygulayarak her şeyin en iyisini kendi biliyormuş gibi Şirin’in adına da kararlar verip ona tahakküm ederek,  inşaat sektöründe kanuna uydurularak yaptığı modern zamanın kibirli sembolü gökdelenler, dev AVM’lerle kirlenirken, bu düzeni reddeden Kürşat’ın şahsında aşk,  temiz kalmaya devam eder. Çünkü o, “hayatının anlamı kıldığı aşkı koruyup geliştirmek için kendi kabuğuna çekilmiş, yalnızlaşmıştır.” (375). 

Şirin’in Düğünü, anlatım açısından da farklı bir roman. Karakterlerin iç konuşmaları ile diyalogları iç içe geçirerek, “ben” anlatıcı ile 3.tekil anlatımı birlikte kullanarak yazar, okuru zorlamakla beraber, anlatımda farklı bir lezzet oluşturmayı da başarmış.

Son olarak şunu belirmeliyiz ki; Şirin’in Düğünü, merkezine aşkı almakla beraber, ülkenin yakın dönemine tanıklık eden tarafıyla da yazarının entelektüel gözlemlerini yansıtırken,  olaylara bakışında tarafgir olmamaya dikkat ettiğini görüyor ve Cihan Aktaş’ın bu tarafsız bir göz olma çabasını takdirle karşılıyoruz.

 

Yazar: FUNDA ÖZSOY ERDOĞAN

YİRMİ YIL SONRA ÜÇ İHTİLAL ÇOCUĞU

YİRMİ YIL SONRA ÜÇ İHTİLAL ÇOCUĞU

 

ASIM ÖZ, Dünya Bülteni, 5 Mart 2012

 

 

Cihan Aktaş’ın sonraki yıllarda yazdığı hikâyelerin nüvelerini satır aralarında barındıran gelenek ile modernizm arasında bir varoluş zemini kurmaya çalışan bir kadın kuşağına özgü, kaygıyla umut arasında gidip gelen bir yolculuğun ayrıntılarına yoğunlaşan Üç İhtilal Çocuğu yeniden yayımlandı

Asım Öz/ Kültür Servisi

 

Edebiyat ürünlerine dikkatle bakıldığında bu ürünü ortaya koyan yazarın toplumsal ve siyasal konumlanışı hakkında da bilgiler edinmek ya da daha öznel bir deyimle çıkarımlarda bulunmak mümkündür. Eserin yazıldığı ve konu edindiği dönemlerin baskın sorunsallarına ilişkin kültürel çözümlemeler yapılırken kimliksel konumlanışlar da mutlaka dikkate alınır.

Seksenli yıllardan itibaren Türkiye'de İslamcı söylem ve kadının İslamiyet'teki durumu/konumu üzerine sorgulamalar öze dönüş, gelenek, modernleşme ve feminist tartışmalara paralel bir ivme kazanmıştır. Bütün bu süreçleri çok yakından yaşayan ve olaylara tanıklık eden Cihan Aktaş, Türkiye'de 'kılık ve kıyafet' bağlamında inancı gereği başını örten kadınların yaşadıkları sıkıntıların temeline inerek farklı bir bakış açısı getirmiş, Müslüman kadının serüvenini anlamamız için ciddi bir çaba göstermiştir. İşte bu yüzden Cihan Aktaş, bana öyle geliyor ki, seksen sonrasında zaman zaman ivmelenerek, bazen durup kendine dönerek yürüdüğü yolda tarihsel bir dönemece karşılık geliyor.

Cihan Aktaş'ın yazı/n anlayışının temel ilkelerini - bakış açısı, konu, tema, kişiler, dil, üslûp, teknik vb.- yazı ile yapmak istediğini belirlemiş bir yazar kimliği ile ilk  hikâye kitabı Üç ihtilal Çocuğu  (1991) ile son öykü kitabı Kusursuz Piknik (2009) ve kitaplaşmayan öyküleri göz önüne alındığında kitaplarında geniş bir kişiler kadrosuna yaslandığı, bu kişileri hem birbirleriyle hem de toplumsal/sınıfsal koşullarıyla ilişkilendirerek betimlediği, bu ilişkileri belirgin bir çatışma ve çelişme süreci içinde anlattığı, tanınabilir bir mekân-zaman boyutunu önemseyerek tarihsel art-alanı somutlaştırmayı öngördüğü anımsanacak olursa üretken ve yaratıcı  bir yazar olduğu görülür. Bu bağlamda düşünce ve inceleme alanında yayınladığı ondan fazla kitabını da  yazın toplamına eklemek gerekir.

ÖZ İNŞANIN AĞIR YÜKÜ

İslamcı kadının kimliksel konumlanışındaki gerilim noktalarına nüfûz etmek kadar seksen sonrası İslamcı zihnin kamusal söyleminde önemli bir boyut kazanan kadın konusundaki tartışmaları, değişim süreçlerini, savrulmaları, kırgınlıkları ve elbette kırılganlıkları metinler üzerinden okumak,  bu süreci anlayabilmek için Cihan Aktaş'ın -ister edebi isterse düşünsel olsun- metinlerinin gerçek bir politik güçlenme için imkânlar sağlaması açısından önemli bir anlamlar/imkânlar ufkuna sahip olduğunu düşünüyorum. Çünkü Cihan Aktaş, dili, anlatımı ve toplumumuz/d/a kadın ve Müslüman kadının dolayısıyla da Müslümanların konumuna kadın/lar/ın yaşadıkları açısından irdelemeler getirişiyle "öncü" bir yazardır. Müslümanların kültürel evreniyle "feminist bakış"ın kimi yönlerini bağdaştırışı nedeniyle, toplumsal bir kadını ya da kadının toplumsal yanlarını kurcalayışı yazarlığının ana izleklerinden biridir.

Kuşkusuz Aktaş, bir yazar olarak sadece Müslüman kadınların dolayısıyla da erkeklerin yaşadıkları sorunları/çözülmeleri anlatmakla kalmamış, dergi ve gazetelerdeki yazılarıyla, inceleme-araştırma tarzı kitaplarıyla, hikâye ve romanlarıyla   farklı sorunları  geniş perspektiften ele alan ender yazarlar arasında yer almıştır. Onun bu çabası ile ilgili olarak öncelikle belirtilmesi gereken husus  Aktaş'ın ele aldığı konuları/sorunları dönüştürerek ele almış olmasıdır. Sorunlara yaklaşırken ne gelenekselliği ne de modern yaklaşımları tümden olumlamayan bir dönüşüm perspektifini içinde barındıran bir bilinç inşasını önemsediği için Vahiy merkezli bir bilinç/kimlik dönüşümünü esas almaktadır. Ancak onun bu sancılı/gerilimli düşünsel çabasının gereğince anlaşılıp değerlendirildiğini de söylemek iyimserlik olur.

Erkekle kadın arasında, ister fıtrî özelliklerden, ister tarihsel toplumsal konumlardan, ister her ikisinden birden kay­naklansın derin duygusal, düşünsel, davranışsal farklılıklar olduğuna dair önemli bir birikim var. Edebiyat alanında da, erkek yazarla kadın yazar arasında hiç de azımsanmayacak konu, duygu, biçem, imgelem fark­lılıkları var. Dikkatli bir okumadan sonra bir edebiyat ürününün yazarının kadın mı, erkek mi olduğunu, ya­zarın kimliğini bilmeden de anlamak çoğu kez olanaklıdır.  Özellikle seksenli yıllardan sonra düşünce, kültür, sanat, edebiyat alanında kadınların da yazmaya başlamaları, kitaplar yayınlamaları, dergiler çıkarmaları, kendileri tarafından da, 'kadın hikâyeci', 'kadın yazar', 'İslamcı kadın yazar" tanımlamalarının kullanımını yaygınlaştırmıştır.

Yukarıda sözü edilen iki boyutlu kavrayışın sonucu ortaya çıkan durumu  "konumsallık" ve "kesişimlilik" gibi deyimleri kullanarak da ele almak mümkün. Bireylerin ve grupların önemli sosyal farklılıklar boyutu açısından birbirlerine göre nasıl tanımlandıklarını görebilmek ve bundan bahsedebilmek için konumsallığa gereksinimimiz var. Üç İhtilal Çocuğu'na odaklanan bu yazının amaçları doğrultusunda, konumlandırmayı iktidarın iki boyutunda, hem toplumsal cinsiyet hem de siyasi iktidarın hiyerarşik otoritesi bazında vurguluyorum. İktidarın elbette daha pek çok boyutu var ama İslamcı kadın ve yazını ele aldığımızda bu ikisinin konuyla daha yakından ilişkili olduğunu düşünüyorum. Konumsallık kavramı, karmaşık ve öngörülemez şeyler olarak kimlikten ve benlikten bahsetmeye özellikle uygundur; çünkü her birimiz farklılığın birden fazla boyutunda bulunuruz.  "Kesişimlilik" ise, konumsallığın farklı boyutlarının birbiriyle nasıl kesiştiğini ve dolayısıyla da her birey veya kolektifin aynı anda pek çok konumu deneyimlediğini gözler önüne seren bir terimdir.

Çağdaş Amerikalı eleştirmenlerden Harold Bloom, Etkilenme Endişesi (2008)adlı kitabında, erkek yazarın hep kendinden önce yazmış olan erkek yazarlardan etkilenme endişesi taşıdığını ve bu nedenle edebiyat tarihinin babalar ve oğullar arasında bir çatışma olduğunu ileri sürer. İslamcı kadın yazarın kaygısı ise tam tersine kendinden önce yazan ve örnek alabileceği bir kadın yazar geleneği olmayışından kaynaklanan bir özgüven ve öz inşanın ağır yükünden kaynaklanır. İslamcı erkek yazarları örnek almanın da sıkıntılı yanları vardır. Ya onların çoğunun geleneksel dünyasından kaynaklanan eleştirilerine teslim  olacaklar  dolayısıyla onların kültürel sermayelerine bağımlı olacaklar ya da kendi öz inşalarının ağır ama onurlu sorumluluğunu kabul ederek yazın dünyasında kendi özne olma süreçlerini pekiştireceklerdi. İşte İslamcı kadın yazarların genel olarak yalnızlığı bu kültürel koşullanmalar ve biçimlenmeler üzerinden bütün yeryüzü otoritelerinin sorgulanmasından kaynaklı bir kendini yaratma çabasının neticesidir.

İnançlarından dolayı başlarını örterek okumak isteyen Müslüman kadınların yaşadıkları trajik durum, pek çok kitapta  ele alınmıştır. Başörtülü kadınların içine sürüklendikleri sıkıntıların yol açtığı psikolojik  travmalar, etkisini gelecek kuşaklar üzerinde de sürdürecek gibi gözüküyor. Bu süreci şu ya da bu şekilde yaşayan bir yazar olarak Cihan Aktaş'ın ilk öykü kitabı bu sorunu  bütün boyutlarıyla içerir. İslamcılık akımına siyasal ve kültürel bağlamda önderlik eden aydınların, fakihlerin kadınlarla ilgili yeni ve farklı yorumlarına ilişkin  kadın yazarların bir şekilde söz almaları da öykülerde görülür. Müslüman kadınların  dini doğrudan anlama imkanlarının sağladığı bilinçlenme ve Müslüman  toplumların modernizmle karşılaşması ve hesaplaşmaya girme halleri de öykülerin arka planı olarak  dikkat çeker. Bu arka plan edebiyat metnini ortaya çıktığı toplumsal ve tarihsel koşullar bağlamında okuyan, irdeleyen ve yorumlayan bir  eleştirel bakışın ıskalamayacağı  önemli bir boyuttur.

Yazarın irdelemeci gözü bugünün olayların geçmişle bağlarını, kuşaktan kuşağa aktarılan kültürel genetiği gözler önüne sererek aslında yaşananların birbiriyle ilişkili olduğunu ortaya koyar. Her yazar gibi onun yazarlık kimliği de karmaşık ve katmanlıdır. Verimli bir yazı serüveni olan Cihan Aktaş'ın gerek kurgu/anlatı gerekse akademik nitelikli metinler toplamında toplumsal cinsiyet kavramı ile ilintili söylemsel düzenlemeler için aklıma geliveren bütün bu ço­ğalmaya açık soru/n/lar içinde ilkin dikkatimi çeken noktalar hususunda Hz. Fatma ile Wirginia Woolf  "gerilimi" ya da "sınırı" tanımını kullanmak mümkündür. Nesrin Tağızade Karaca'nın hazırladığı, Edebiyatımızın Kadın Kalemleri (2006)  adlı  derlemede  "Siyasal İslamcı Yazında Ahlak, Yaşam ve Kadın Kimliği" başlıklı yazısı yer alan Dilek   Doltaş,  Aktaş'ın modern, gerçekçi, sorgulamacı ve bireyselmiş söylemi hakkında şu  tespiti  yapar: "Cihan Aktaş'ın kadın kahramanları, çağdaş feminist kadınlar gi­bi bireysel bir arayış ve sorgulama içindelermişçesine kadın özgürlüğü, ve eşitliği konularına yaklaşırlar" Bu sorunsallıktan/kesişimlikten  yola çıkarak farklı bir ilişkisellikten söz etmek, yazı ve kadın ilişkisinin kuruluşunun  başka bir anlamı olduğunu varsaymak, alternatif öz­ne tanımlarını ve böyle tanımlar üstüne kurulabilecek eleştirel ve siyasi etkinliklerin önemini de kavramak demektir.

İSLAMCILIĞIN ÇÖZÜLÜŞÜNE İLİŞKİN ERKEN SEZGİLER

Cihan Aktaş Üç İhtilal Çocuğu kitabında askeri darbelerin suskunlaştırıcılığı, eklektik kimlik arayışları, sağcılık gibi siyasal içerikli sorunlar yanında, geleneksel ai­le yapısının İslamcı kadını dışladığını, onu çaresizliğe ve suskunluğa ittiği­ni anlatır. İslamcı kadının geleneksel değer yargılarının kafesinde değil, öncü ve devrimci kimliğinin vazgeçilmez olduğunu söyler. Kitapta yer alan ilk öykü "Teşekkürü Hakketti­niz Bay Yargıç"ın ana karakteri üniversite yıllarında örtünerek özneleşen ken­disiyle aynı ideolojiyi paylaşan arkadaşlarıyla ideal İslam toplumu düşünceleri kuran, örtüsünü çıkarmamak için üniversite diplomasını almayan, sonunda da kendi gibi idealist  bir Müslüman gençle evlenen bir kadındır. Evlendik­ten sonra kocasının "giyimine, kuşamına, işine ye boğazına" düşerek "pa­ranın en önemli güç olduğunu savunduğundan", kocasının ailesindeki kadınların İslam'ın hayata dönük kuşatıcı yanını bırakıp şekilciliğine önem vermelerinden yakınır. Bu yönüyle hikâye postmodern darbe süreğinde yazılan çoğu metnin dünyasını ilk olarak ortaya koyması bakımından dikkate değerdir.

Kadrican Mendi  Haksöz'de yayımlanan  "Cihan Aktaş'ın Hikâyesi"  başlıklı yazısında genel olarak Aktaş'ın  anlatı serüveni hakkında şu yargılarda bulunur: "Cihan Aktaş'ın hikayesinde, tüm bu gidiş gelişleri, gerilimi, kıpırdanışları, kopuşları, tutunamayışları, mazeretleri ve izahları bulmak mümkün... Ya da tersten söyleyelim; farkında olmamak mümkün değil. Cihan Aktaş İslamcı kuşağın temposu yüksek hikâyesini genellikle, üniversite görmüş, kitap oku(muş)yan, en azından bir zamanlar idealist olan İslamcı kadın kahramanların, çevredeki; modernizme teslim olmuş, pragmatikleşmiş, iktidar karşısında yumuşamış, (fiziki olarak şişman veya meyyal) erkek tiplerle, kocasını kaybetmemek için saçlarını sarıya boyatan, yüksek topuklu giyen, günlük hayatın yavanlığına hapsolmuş, sığ ve renksiz kadın tipler arasındaki tezatları bağlamında işler. Farklı statü ve geçmişlere sahip bireylerin bir şekilde bu omurgaya eklemlenmeleri anlatıyı sığlaştırmaz bilakis ayrıntıların zarif örgüsü hikâyeyi zenginleştirir. Cihan Aktaş'ın zengin portföyünde bu bütün içerisine oturtulmuş birçok yan temayla karşılaşıyoruz. Bazen bir alerjinin yol açtığı, ya da doğum öncesi fiziki durumun verdiği aşırı duyarlılık halini öne çıkartarak, çatışmanın ortasındaki bireyin (kadının) dünyayı ve hayatı algılayışındaki değişiklikler üzerinden, toplumu, tarihi ve bunların üzerinde var olmaya çalışan insanı önemseyerek renklerine ayırarak sunuyor okuyucuya."

Öykünün sonunda  öykü karakterinin çokbilmiş iktidarın temsilcilerine karşı  "Hayatıma çeki düzen vermem gerektiğine önce ben karar verebilmeliydim" diyerek çözümü de çözümsüz­lüğü de kendi içinde bulabileceğini ifade edişi öznenin oluşumu bakımından dikkate değerdir. Anlamın bütünselliği ve belirliliği, metnin yazarın zihninde bir kaynak, bir başlangıç noktasına sahip olduğu, edebiyatın amacının soyutu somut aracılığıyla yansıtmak, yani görünenle görünmeyen, bireyselle evrensel arasında metaforik ilişkiler kurmak olduğunu bu öyküyü izleyen ve darbelerle sürdürülen modernleşme öyküsünün toplumda yol açtığı korkuları kurcalayan bir uzun hikâye olarak da okunabilecek olan "Üç İhtilal Çocuğu" ile "Süleymaniye'den Sonra Bir Toplantı" başlıklı hikâyelerde de görmek mümkün. Öykülerde kadın   karakterlerin -seksenli yıllarda- üniversite eğitimi sırasında örtünerek özneleşmeleri İslam'ı bir hayat tarzı olarak kabul etmeleri, ken­dileri gibi İslam'ı bir dünya görüşü olarak kabul eden kişilerle evlenmeleri, evlendikten sonra hem ev içi uğraşlarının ağırlığı hem de eşlerinin kamusal alandaki yaşama uyma ve orada başarılı olma/kariyerizm hevesleri nedeniyle İslami yaşamdan uzaklaşmala­rı anlatılır. Kadınlar içine düştükleri uzlaşmacı  tavırlar nedeniyle  Müslüman'ca bir gelecek kurma ideallerinden koparlar, kocalarına ve çevreye yabancılaşırlar, yalnızlık ve düş kırıklığı yaşamlarına hakim olur. Sürüklenmekten ibaret olan hayatı, yaşanılır hâle getirmek için sürekli arar, döner durur kahramanlar ve bu öykülerin so­nunda kadınlar bir silkinip kendilerine/özlerine dönmeye, kendi doğrularının kimliksel yaratıcılığında inşa ettikleri bir dünyada yaşamayı umut ederler.

Bu bakımdan Cihan Aktaş'ın öykü dünyası yaşantıyı boğan, görünmez kılan her türlü geleneksel ve otoriter suskunluğun edebiyatın ve düşüncenin oluşturduğu yazının ince ve keskin neşteriyle delinmesi var olan gerçekliklerin gözler önüne serilmesidir. Hüseyin Su Bir Yağmur Türküsü(1999)'nde Aktaş'ın öykü dünyasını şu ifadelerle çerçeveler: "Genelde kadın (daha genelde de insan), özelde Müslüman kadın, verili bir dünyanın, dayatılan bir dünyanın kıskacında, darmadağınık, allak bullak olmuş bir hayatı yaşamak zorundadır. Hayatın her alanında çelişkilerle karşılaşır. Evde, işte, sokakta, çarşıda, pazarda, kentte, kasabada, köyde; inançta, inkârda, sevgide, nefrette, eylemde, eylemsizlikte, okulda, okul dışında, gelenekte, modernizmde, yurt içinde ve yurt dışında... Onun için sükûn yoktur. Her alan, her düşünce, her mekân, her ilişki, her birliktelik... Sorgulanmak durumundadır. Hepsinin de yeniden inşası gerekmektedir." Müslüman "özne"ye zorunlu ve mutlak, benliğinin özsel ve sahih bir unsurunu inşa etme çabasının sıkıntıları olarak da okunabilir bu gerilim.

Kadının imge olarak ilgili metinlere nasıl yansıdığı ve yansıtıldığı, sorusu din ve modernizm, gelenek ve modernizm, İslam ve Batı,  Kuran ve gelenek gibi karşıtlıklarla ilgili tartışmaları anlamak açısından önemlidir. Soyut İslami anlayışların somuta dönüştürülme sürecinde Müslümanları geçirdiği değişimlerin de var olduğu unutulmamalıdır. İslamcı kadın yazarlar yapıtlarında kültü­rel özgeçmişlerini çoğunlukla Müslümanların kültürel özgeçmişlerinin peygamber döneminin (Asrı Saadet) ölçüt ve davranış biçimlerin­de yattığını söylerler. Öte yandan, toplumsal cinsiyetin kültürel yoğrulabilirliği, insanlar tarafından yeniden yorumlanmaya ve dönüştürülmeye açık niteliği özneleşme için de bir imkândır.  İs­lamî kişilikleri yaratıcı bir kültürel öz arayışından kaynaklanan ufuk açıcı yaklaşımla yorumlayan İslamcı kadın yazarlar, İslami bir söylemle açıklamaya çalıştıkları ve kültürel geçmişle­rine uygun buldukları düşünce, değer ve davranışları kök karakterlerin örnekliği üzerinden tüm toplum için bağ­layıcı kılmaya çalışırlar. Bu yorumlama stratejisi bir beden siyaseti olarak gündemleştirilen Müslüman kadının bağımlı, ikincil ve pasif bir konumda olduğuna ilişkin kibirli ve ötekileştirici yorumlara karşı da bir cevap içerir. Cihan Aktaş'ın hem Üç İhtial Çocuğu'nda yer alan hikâyeleri hem de başka yazı ve hikâyeleri söz konusu olduğunda, Hz. Fatma ekseninde öne sürülen ideal kadın modelinin, kadınları soyut olarak yücelten söylemden ziyade, pratiğe yönelik sorumluluklar ve eleştirellik perspektifinde daha gerçekçi, dolayısıyla mutedil ve anlaşılır bir zemine yerleştirildiği görülür.  Tarihsel bir örnek olarak Hz.Fat(ı)ma muhakkak ki Aktaş'ın farklı kadınlık durumlarına etkin olarak müdahalede bu­lunmasını sağlamıştır. Cihan Aktaş'ın iki biyografik metninden birinin Hz. Fat(ı)ma ile ilgili olması bu çerçevede üzerinde durulması gereken bir noktadır.

Zaman zaman kadın duyarlığının en üst düzeyine yaklaşan, kimi zaman karamsarlık kimi zaman "Süleymaniye'den Sonra Bir Toplantı"da olduğu gibi abartılı bir hayal kırıklığı toplamı veya bütün bunları kuşatan endişe hâlini barındıran Üç İhtilal Çocuğu son yıllarda İslamcılığın çözülüşüne ilişkin milat arayışlarında işaret edilen doksanlı yılların ortaları ile iki binli yılların öncesine değil, seksenli yılların ortalarına işaret edişi bakımından da  atlanmaması gereken temel bir eserdir. Hikâyelerde yer alan kimi göndermelerin postmodern darbe sonrası dönüşümlerle dudak uçuklatacak  boyutlara varan  çakışması gözden kaçmayacaktır.  Sadece  serbest piyasa ekonomisinin imkanlarından söz eden  Nuran'ın akrabasını hatırlamak bile yeter ama şunu da anmadan geçmeyelim: "Bizim gittiğimiz yollardan o çoktan dönüyormuş. Türkiye'nin şartları çok çok farklı, dünya Müslümanlarına da Müslümanlığa da ne yapacaksa Türkler yapacak, her şeyin hesabı kitabı var, kazandıklarımız elden gitmemeli" Bu nedenle, olunan yerle olunmak istenilen yer arasındaki mesafeyi kavramak için de dönülüp bakılması gereken  bir kitap Üç İhtilal Çocuğu.

Cihan Aktaş, Üç İhtilal Çocuğu, İz Yayıncılık,2012

 

Yazar: ASIM ÖZ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör