Etem Oruç

Şair ve Yazar

Doğum
Eğitim
Eğitim Enstitüsü

Şair ve yazar. 1947 yılında Aydın’a bağlı Kuyucak ilçesinin Karapınar köyünde doğdu. İlkokulu Karapınar köyünde, ortaokulu Nazilli’de, öğretmen okulunu Ortaklar Öğretmen Okulu’nda, Eğitim Enstitüsünü Türkçe Bölümünü İzmir’de okudu.  Siirt, Isparta, Denizli, Aydın ve Nazilli’de 29 yıl öğretmenlik yaparak emekli oldu. Yaşamını Nazilli’de sürdürmektedir.

Ortaklar Öğretmen Okulu’nda başladığı yazı çalışmalarına, Öğretmen Dünyası, Çağdaş Türk Dili, Afrodisyas-Sanat, Berfin Bahar, Kıyı, Öykü Teknesi, Beşparmak, Çalı, Çıtlık, Aykırı Sanat, Adıçkuşu, Sarızeybek, Adabelen, Akköy, Aydın Aydın, Hürsöz, Maki, Tay, Tomolos gibi, pek çok sanat ve düşünce dergisinde sürdürdü. 

Etem Oruç, daha çok Ege yöresinin efelerini, Ege’nin yaşam biçimini, kültürünü, araştırarak öykü ve şiirleriyle dillendirdi. Coğrafyam kaderimdir diyen yazar, Ege toprağından beslenen bir zeytin ağacı gibidir. Kökü toprağında gövdesi, dalları yıldızlara uzanır. Kalemini bir pergel gibi doğup büyüdüğü topraklara saplayarak Ege kültürünü harmanlar. Ege’nin bitek toprakları havalandırıp kültür varsılı haline getirmeye çalışır.  Geçmişimizi aydınlatarak, geleceğimizle bağ kurmayı sağlar. Dil Derneği, PEN, Türkiye Yazarlar Derneği, Aydın Yazarlar ve Şairler Derneği üyesidir.           

 

Öykü Ödülleri:

 

2003’te Sarızeybek, 2004’te Hacıbektaş, 2005’te Samim Kocagöz ve Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri,  2006’da Ümit Kaftancıoğlu, 2007’de Mevlüt Kaplan , 2007’de Aydın kültür 3. Yörük Ali Efe, 2016’da Aydın Gazeteciler Cemiyeti Efe Kültürüne Katkı ödüllerini aldı.

 

Şiir Ödülleri:

 

2005’te Sarı Zeybek, 2006’da Yenice Laiklik ve Dünya Barışı şiir ödüllerin aldı.

 

Kitapları:

 

Kuşadalı Bir Yurttaş (2003),  Günebakan (2005), Nazilli Cumhuriyeti (2010), Çakıcı Dağdan İnmiyor (2011), Gizemli Kadın Efe (2012), Atçalı Kel (2013), Yağdereli Sinanoğlu Efe (2013), Şu Ege’nin Efeleri (2014), Ege’nin Kızı (2015), Birgili Cennetoğlu (2016), Ege’de Börklüce (2017), Bedreddin (2017), Umur Bey’den Atatürk’e Efelik (2018), Meyhaneci Şahap (2019).

KAYNAK: Etem Oruç (Bilgi teyidi, 13.02.2019), Etem oruç kitapları (kidega.com, idefix.com, kitapyurdu.com, 28.01.2022).                                                                                     

HALİKARNAS BALIKÇISI İLE VEHBİ KOÇ

HALİKARNAS BALIKÇISI İLE VEHBİ KOÇ

Etem Oruç                                                                           

                                                                                         

Yıl 1967, mevsim sonbahar, Söke Ovası bembeyaz sanki her yerde kar var. Beyaz altın dediğimiz pamuğun para ettiği yıllar. Kuşadası’nda Efsane Kaymakam Özer Türk’ün turizmi yeşerttiği,  Bodrum’da da Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın sokaklara palmiye diktiği  zamanlar. Halkarnas Balıkçısı Bodrum’u dünyaya tanıtırken bir yandan balık tutarak, sünger çıkararak, turizm rehberliği yaparak  geçimini sağlamakta, diğer yandan da Ege Uygarlığının Yunan uygarlığı olmadığını, Anadolu uygarlığı olduğunu belgelerle kanıtlamaktadır.                                                                                                                Vehbi Koç ailesi İzmir’dedir. Eşi pamuğun yetiştirlip iplik haline dönüşmesini merak etmektedir. Söke’de modern pamuk tarımı yapan Fahri Tanman yakından görmek için 1951 model Mercury marka otomobille yola çıkarlar. Vehbi Koç'u ve eşi Sadberk Hanım, İzmir'den Söke'ye giderken Kuşadsı’nda, Gazi Beğendi denilen yerden  şehri görünce manzarayı çok severler. Sahil olduğu gibi boyluboyunca uzanmaktadır. Sahil yolunu izleyerek Kadınlar Denizi’ne değin gelirler. Buralar sazlarla, hasır otlarıyla kaplıdır. Sadece güney ucundaki İmbat Oteli yeni açılmıştır. Ben de geçici bir görevle bu otelde çalışmaktayım.  Öğle molası için girdikleri İmbat Oteli lobisinde Halikarnas Balıkçısı olarak tanınan Cevat Şakir'le karşılaşılaşırlar. Balıkçı, kocaman sesiyle onlara bir "Merhaba!" der, daveti kırmayarak Koçların yanına oturur. Rehberlik yaptığı turist kafilesi istirahate çekildiğinden üç saate yakın  beraber olurlar.. Ve onun mitoloji dünyasında, ilginç olaylarla dolu sanal bir gezintiye çıkarlar.

Cevat Şakir, o dönemde, Anadolu Uygarlığı'nın Hellen Uygarlığı’nın temeli olmadığını savunuyordu.  Halikarnas Balıkçısı, Batı Uygarlığı'nın Anadolu asıllı olduğunu kanıtlayan mitolojik olayları coşku dolu üslubu ile dünyanın dört köşesinden gelen yabancılara anlatmayı kendisine verilen milli bir görev sayıyor, zaman zaman rüzgâr gibi esiyor, şimşek gibi çakıyordu. Meandros, Artemis sözcüklerinin Luvice olduğunu söylüyordu. Onu dinlerken, insan, başka dünyalarda, tarih öncesi tanrılarla buluştuğunu sanıyordu.  Beraberce büyülü bir duyguyu paylaştığımız sırada, Balıkçı:                                                         

"Ey Koçzade! Sen Paris'in Koç'unu bilir misin?" diye söze başlamış, Truva'lı çoban Paris'in karabaşlı, burgaç boynuzlu, sırtı kestane renkli koçunu şöyle tanıtmıştı.                

"Koç, koca başını yavaş yavaş yere eğdi, toprağı ve otları kokladı, birden bir küheylân gibi sıçradı, önayakları ile toprağı kazımaya başladı, sonra yayından boşanan bir ok gibi uçarak sürünün içindeki koyunun birini ayaklarının arasına aldı ve onu ön ayakları üzerine çökertti." Bunları anlatırken bir tiyatro artisi gibi olayları canlandırıyor, dalgalı denizler gibi coşuyordu.                                                                                                                

Yalnız memleket sorunları ile ilgilenen Vehbi Koç, konu "Koç" olunca, Cevat Şakir'in bu renkli, yüksek sesli ve heyecanlı anlatımının etkisi altına girmiş:                                               

"Cevat Bey, bunları yaşamış gibi anlatıyorsun. Sen ne müthiş adammışsın yahu!" demekten kendini alamamıştı.

O gün, Balıkçı'nın, kâh eserek kâh kükreyerek anlattığı "Apollon ve Dafni" hikâyesine gelince:                                                                                                                        

"Batılılar Apollon'u Hellen saymak için kırk dereden su getirdiler ama boşuna… Apollo Anadolu'ludur. Olimpos tanrılarını yaratan Homeros, Apollon'u Anadolu'da buldu.

 Apollon'un dört tapınağı Ege kıyısı boyunca Batı Anodolu'da sıralanır: Grineum, Klaros, Didyma ve Patara'dadır bunlar...

Bir gün, Apollon, çiçek kokularının kaynaştığı bir vâdiden geçerken gökkuşağını duvaklar gibi bulutlardan aşağıya süzülüp türküler söyleyen güzeller güzeli bir kızın başına doğru süzüldüğünü gördü. Ve Güneş Tanrısı Apollon'un yüreği aşkla   dağlandı. Bu kız, Tanrıça Artemis'in meleklerinden Dafnis'ti.                                                                                     

Balıkçı'yı dinlerken etrafımızda kümelenen kalabalığın farkına varmamıştık. Cevat Şakir, zaman zaman ayağa kalkıyor, kol hareketleriyle hikâyesini görsel bir şölene benzetiyor, bizleri Apollon'un ve Dafnis'in aşk dünyasına götürüyordu.Vâdi, peri kızı Dafnis için, çiçekten, ışıktan ve renklerden oluşan bir düş âlemiydi. Çırılçıplak göğsü, kar beyaz omuzları ve yüzüne yayılan mâsum gülüşü ile Dafnis, Apollon'u büyülemişti. Ama ne yazık ki, peri kızının kalbi erkeklere karşı sonsuza dek kilitliydi.    Dafnis daima bâkire kalacaktı."

Otelin lobisi tiyatro sahnesine dönmüştü. Hepimiz büyük bir dikkat ve heyecanla Halikarnas Balıkçısı'nın teatral oyununun sihrine kapılmıştık. Apollon'un güzel Dafnis'in peşinden koşuşu, ona duyurmaya çalıştığı ateşli aşk sözleri, nefes alışları, kızın tanrıları yardıma çağırış çığlıkları... Ve sonra, peri kızının yorgunluktan kendinden geçişi ve bedenini Apollon'un kucağına salıvermesi... Apollon Dafnis'in çıplaklığını örten saçlarını bir yana atarak onu boyluboyunca kavramıştı. Nihayet, peri kızı, kendini Apollon'un güneş gibi ışıyan kollarına ve susayan dudaklarına teslim etmişti.                                                                               

İzleyenler, iki aşığın mutlu sona kavuştuklarını sandığımız bir anda Balıkçı'nın haykırışıyla hikâyenin bitmediğini anlamıştık. Tanrı Apollon Dafnis'i kollarıyla sararken onun yere saplanmış gibi hareketsiz durduğunu farketmişti. Apollon, tanrısal sesiyle: 'Dafnis! Dafnis! Sen ağaç oluyorsun!' diye bağırmaya başlamıştı. Gerçekten Dafnis'in yüzü soluyor, gerdanı ve memeleri yeşile dönüşüyordu.  Ayakları kıvrılan kökler gibi toprağa dalıyor, bacakları ve kalçası bir ağaç gövdesi gibi kabuk tutuyordu.  Şimdi yakarış sırası peri kızına gelmişti:         

'Ey Apollon! Al beni! Sen bir tanrı değil misin? Beni bu topraktan sök, beni kurtar! Beni kurtar Apollon!' diye yalvarıyordu. Geçen her an, Apollon, çaresiz kaldığını görüyor, Dafnis'in körpe yapraklara dönüşen saçlarını, kırmızılığı kaybolmayan dudakları arasından süzülen nefesini kokluyor ve birden, Olimpos tanrılarının, kıskançlık duygularıyla, Dafnis'i bir 'Defne' fidanına dönüştürdüğünü anlıyordu."                                                                        

Artık, Halikarnas Balıkçı'sının şiirleşen sözlerinde Dafnis'in göz kapakları titreşen iki yaprak, gözpınarlarından süzülen göz yaşları defne fidanının özsuyu oluyordu... Tanrı Apollon, yorgun vücudu ile ormanların en genç ağacı Defne’nin altına uzanmış, gökkubbede kayan yıldızları seyre koyulmuştu.  Apollon hüzün dolu sesiyle türküler yakıyor, peri kızına olan aşkı vadiden vadiye yankılanıyordu.                                                                                            

Balıkçı, sahnelediği mitolojik oyunu şöyle tamamlıyordu:                                                   

"Defne fidanının iki dalı Apollon'un sarı bukleli başını, biri soldan öbürü sağdan sardı ve bir çelenk olarak tanrıyı taçlandırdı. Apollon, Dafnis'in defnesinden aldığı bu armağana şu dileğini sundu:                                                                                                                     

“Ey Perikızı! Bu geceden sonra bütün insanlar senden bir dal ve çelenk isteyecekler. Çelenkler, senin için göğe yükselen duygularımın ölümsüzleşen ilâhileri olsun!"

Hepimiz, böylesine duygu dolu bir aşk hikâyesinin etkisinde, koyu bir sessizliğe büründüğümüz bir ortamda, bu defa Balıkçı'nın kaderci bir yaklaşımla şunları söylemiş olmasına şaşırıp kalmıştık:                                                                                                   

"Koçzade Vehbi Bey! Cenaze törenlerine gönderilen defne dallı çelenklerin hikâyesidir bu. Ölümümden sonra bana çelenk gönderirsen defnedalları unutulmasın!"             

Halikarnas Balıkçısı 13 Ekim 1973 tarihinde İzmir’in Hatay semtindeki “Merhaba Apartmanı’nda 83 yaşında sonsuzluğa uçar. Cenazesi vasiyeti üzerine Bodrum’a götürülürken cenaze arabasının üzerinde defne dallı bir çelenk vardır. Koç ailesi onu unutmamıştır.


UZUN YAŞAMIN GİZİ

UZUN YAŞAMIN GİZİ    

Etem ORUÇ                                                                                                                                                                                                                           

 Ve Tanrı insanları uzun bir yaşam sürsünler diye Nazilli’yi yarattı. En güzel yeryüzünün üstünde ve en güzel gökyüzünün altında…” Böyle demiş yüzyıllar önce tarihin babası Herodot. Böylesine özene bezene yaratılan bir cennette yaşamak, elbette mutlu eder doğanın kucağında yaşayan insanları…                                          

Yıllar önce Evliya Çelebi de dolaşmış Aydın’ı, Nazilli’yi. “ Dağlarından yağ, ovalarından bal akar. Nazlı kızlar keklik gibi sekerek dolaşır sokaklarında,” diyerek. İnanıyorum ki yüzyıllardır kandilin yağı olup evimizi şavkıtan, her gün soframızdan eksik olmayan zeytinin, zeytinyağının ve ağacın balı incirin yaşantımızda özel bir yeri vardır.                                                                                                                

Nazilli’de yaşayan yüz bir yaşındaki Kübra nine, etten çok çeşitli sebze ve yöresel otlardan ısırgan, ebegümeci, arapsaçı, tilkikuyruğu, sarmaşık, gelincik, soğan sarımsak yediğini ama yoğurt ve pekmezi de sofrasından hiç eksik etmediğini söylüyor. Yaşam felsefesi olarak da: “ Eşeğimi kaybederim, neşemi kaybetmem. Ben yaratılan her şeyi severim, herkes de beni,” diyor. Özgüvenini hiç kaybetmemiş, ne istediğini bilen biri.                                                                                            

Deniz kıyısı değil de denize yakın iç bölgelerde karşılaşıyoruz ileri yaşlı kişileri. Türkiye’nin yaşlılık haritasında, kırk sekiz bin olan yüz yaş üzeri yurttaşın nüfusa düşen oran olarak en fazla Aydın- Nazilli İlçesinde yaşadığını yazıyor gazeteler. Bence beslenme, hava kadar kin ve nefretten ırak, paylaşmayı bilmek de uzatıyor yaşantımızı.                                                                                                                     Nazilli’nin bir köyüne görevli gittim. Sabahın erken saati, bir ekmek kokusu geliyor ki… Sağ tarafımdaki evin bahçesinde sermiş hasırı yere, yaşlı bir nine, yufka açıp, ekmek pişiriyor.                                                                                               

-Kolay gelsin nine, diyorum. Yüzünde güller açıyor.                                            

Elini sallayarak:     

- Sağ ol yavrum. Dur bakayım, şu yufkanın birini sıcak sıcak yiyiver, diyor. Uzatıyor yası geçle. Bu ninenin bir daha beni görmesi olanaksız, hiç düşünmüyor bunu. Güneş yüzlü ninem, seviyor Tanrı konuğunu. Bence güzellikler paylaşabilmekte gizli.                                                                                       

İnsanoğlu var olalı beri ölümden korkmuş, uzun ve sağlıklı yaşayabilmenin yollarını aramış.  İlk destanlar, lokman hekimler hep ölümsüzlüğün giziyle uğraşmış. Tam buldum derken elindeki reçeteyi nehre uçurmuş. Arpa tarlasına mı gitmiş ne, arpa ekmeği ya da suyunu içenler uzun ömürlü olurmuş.                                             

Bir de baharda göreceksin Nazilli’yi, harıl harıl dereler coşarken, kuşlar, kelebekler uçuşurken hani… Özgürlüğü,  bir gelin gibi takıp çıkacaksın kırlara. Yeni yıkanmış doğa, pırıl pırıl… Ne kadar halısı, kilimi varsa uzatmış yerlere. O çiçekler renk renk, burcu burcu, genzinizi yakan bir koku… Ve renk renk gökkuşağı…  Sev sevebildiğin kadar, sevgiden güzel ilaç mı olur?                                                          

Yaşantımız düğümlerle dolu. Biri çözülürken diğeri kesiyor yolu. Cumhuriyet mahallasinin eski muhtarı Celal Bey diyor ki:                                                               

- Koskoca basma fabrikasına ne oldu? Hani “Nazilli basmaları Nazilli’de dokunur,” diye türküsü vardı. Uzun yaşamanın bir damarı da fabrikaydı. İnsanların işi, aşı vardı. Sadece Nazilli yaşatıyor sanmamalı.                                                                

Sular bile dalga dalga, Menderes kıvrım kıvrım, yeni doğumlara sancılı, yok ettikçe doğadaki dengeyi, gelecek hep acı.” Her ne ararsan kendinde ara, Mekke’de Kudüs’te hac’ta değil,” diyor ya Hacı Bektaş Veli. Bu sözü iyi bellemeli. Cehennemde ateş yokmuş, her insan kendi ateşini kendi götürüyormuş.                                                 

Gülerek bakarsan aynaya gülen birisini görürsün, ağlarsan ağlayanı. Bence yaşamın gizi, belleklerde, bakışlarda gizli, kini, nefreti yok edip kardeşçe yaşamayı bilmeli…                                                                                                                                                                                                                            

EFE OLMAK ZORDUR

  EFE OLMAK ZORDUR                                                                                                                                          

Etem ORUÇ                                                                         

 

Efelik zor iştir oğul; haksızlığa, zulme, baskıya bir isyan.                            

Onurlu bir dik duruş, bir başkaldırı destanıdır efelik.                        

Kendine özgü, deftere, kitaba  yazılmamış yasaları var.                             

Yazılmasa da okunur.Efelik, fırtına kuşuna benzer.                                     

Herkesin kaçıştığı, saklanıp korktuğu fırtınalı ortamda                                

Sakin, ağırbaşlı, kararlı, ölçülü ve dimdik durabilmektir.                              

Efenin sözleri damıtılmış, parlak, çelik mermi gibidir.                                  

Bir kez çıktı mı ağızdan geri dönüşü olmaz.                                                

Zalime karşı acımasız, mazluma karşı şevkatli                                                       

Kadına, kıza, çocuğa, yaşlıya kol kanat germektir efelik.                                                                                                                                                                          

Özcesi efelik, erkek, kadın işi değil, yürek işidir.                                          

Mangal gibi yüreğin olacak, kaya gibi duracaksın                                        

Düşmanlarına korku, dostlarına güven vereceksin.                                     

Efelik zor iştir yiğidim, önce ahlaklı, mert…                                                 

Geçmişini iyi bilip,  yurtsever olacaksın.                                                                  

Obanı, oymağını, kültürünü sahip çıkıp kollayacaksın.                                

Kaldırdın mı kollarını yağmur gibi bereket yağacak.                                    

Haykırdın mı dağlar ses verecek,  zalimler  titreyecek.                                

Vurdun mu dizini yere, yeri  göğü inleteceksin.                                            

İyiyi kötüden ayırıp, kimsesizlerin kisesi olmaktır efelik.                                                                                                                                                                            

Dağlarda kartal, kırlarda güvercin, ağabey olacaksın.                                 

Çalı kakıcılar, tabak yalayıcılar yanaşmayacak yanına.                              

Yaşadığın coğrafyanın ağacını, bitkisini, taşını tanıyacaksın.                     

Efe oyunu da eğlencelik ortaoyunu değildir.                                                

Semah gibi, her hareketi  derin anlamlar içeren ibadettir.                            

Başlığı kırçiçeği, cepkeni dağ deseni, şalvarı dağdonu                               

Şamanizm kokulu,  ebemkuşağı belleği, atamızın yolu                               

Sultanhisarlı Kadıoğlu, Yağdereli Sinanoğlu, Atçalı Kel                               

Dereköylü Gizemli Kadın Efe, Türkönü’nden Çakıcı Efe                             

Aman diyene kılıç kalkmaz,yaşatılmaz mazlumu ezen .                                                                                                                                                                           

Ekmede, dikmede olmayıp da ekmeğine, aşına elkoyana                           

Vatanına göz dikene yiğidim karşı koymak, direnmek                                 

Sökeli Cafer Efe, Ödemişli Gökçen Efe olup uğrunda                                 

Yatak ölümü bilmeden, bu topraklar için ölmektir efelik.                              

Kurtuluş Savaşı’nda Yörük Ali, Demirci Mehmet, Çete Ayşe,          

Çiftlikli Kübra olup halkınla bütünleşip savaşta yer almaktır.           

En korkunç, en zor anlarda Türklüğe önder olup                                        

Muhtaç olduğun güçü damarlarındaki soylu kanda bulup                            

İdam sehbalarını kırıp, şimal yıldızı gibi parlayarak                                     

Özüne, kimliğine, diline sahip çıkıp, Atatürk olmaktır efelik.            

İyice düşün, efe olmak da, efe kalmak da zordur yiğidim.                                                                                                                                                 

Not:“Şu Ege’nin Efeleri, Nazilli Cumhuriyeti, Çakıcı Dağdan İnmiyor, Gizemli Kadın Efe gibi kitaplarımdan sonra şimdi tamanlamaya çalıştığım “Atçalı Kel ve Yağdereli Sinanoğlu” yapıtından bir bölüm.

 

YAŞANTIM

1947’de Karapınar köyünde doğmuşum.                                                                                  

Anamın adı Fadime kadın                                                                                                                         

Deniz Gezmişle yaşıttaşım.                                                                                                                       Babamın yoksuldu, yoktu malı mülkü                                                                                                       

Irgattı Molla Mustafa’nın yanında                                                                                     

Baharda öküzleri kırda güder                                                                                    

Bana dolaman, çıntar getirirdi.

Anamın nasırlıydı elleri                                                                                                                  

Gündüzleri pamuk çapası                                                                                                 

Sabaha karşı ekmek ederdi.                                                                                                      

İneklerin sağılması, tavuk, köpek derken                                                                        

Gün iniverirdi hemen.                                                                                                    

Çocuklarını sevemeden                                                                                                 

Uzanır kalırdı erkenden

Çocuklar kendileri gibi rezil                                                                                     

Olmasın diye okuttular                                                                                                                                           12 yaşında Nazilli Atatürk ortaokulunda                                                                                                  15’şinde Ortaklar öğretmen okulunda okudum.                                                                    

18’inde Siirt-Eruh Rahine köyünde öğretmendim                                                         

Eşkıya Hakimo’nun köyünde                                                                                                   

Gazeteci, Üstad Fikret Otyam’la buluştuk

22’sinde Isparta gül bahçelerinde asker                                                                                          

Denizli’de öğretmenim.                                                                                               

Aydın-Eğrikaval, Karapınar derken                                                                                                                       İzmir Eğitim Enstitüsü’ne gittim                                                                                                          

Türkçe bölümünde  öğrenciyim                                                                                                                                                                     Bizler :                                                                                                                                                   

“Atatürk’ün yolunda,  Tam bağımsiz Türkiye” derken                                                  

Onlar,                                                                                                                                   

”Komünisler Moskovaya” diye bağırıyordu.                                                                      

Bizden önce onlar gitti Moskova’ya

Nazilli Atatürk Ortaokulu’nda öğretmenim                                                                 

Günebakan bakışlı öğrencilerim                                                                                                                                        Hayatımda en çok ben, öğrencilerimi sevdim                                                                                     

29 yıl öğretmenlikten sonra emekli oluverdim                                                                                    

Ortaklar Öğretmen okulunda başladığım                                                                                                                Yazma çalışmalarıma hız verdim                                                                                                        

Şiir yazdım, öykü yazdım ve efeleri                                                                                  

Ege uygarlığını harmanlarken                                                                                        

Zefiros rüzgarıyla gençleşip                                                                                          

Kuvayı milli’ye ile bütünleştim

Günlük politika ile uğraşmadım                                                                                

Atatürk’ün kültür yolunu seçtim                                                                                             

Çok okudum, düşünüp, irdeledim                                                                                                                                                    Dünya devinirken durmadan ben de değiştim                                                           

İdeoloji olarak da Hümanizmi seçtim

Doğayı sevdim, insanları, çocukları sevdim                                                                                                                    Aynı vardan var olan                                                                                                    

Evrenle bütünleştim                                                                                                                     

Kinden, nefretten uzaklaşıp sevi tohumları ektim                                                                  

Koca Yunus’un dediği gibi:                                                                                                          

“Bir avuç toprak, biraz da suyum ben,                                                                                              

Neyimle övüneyim işte buyum ben…”

Daha ne kadar yaşarım, nelerle karşılaşırım                                                             

Başımdan neler geçer, bilemem                                                                                   

Ama bilgiğim bir şey var                                                                                                             

Kinden, nefretten uzak, seveceksin                                                                                     

Ağaç dikip ölümsüz şeyler üreteceksin                                                                             

Sevdiğin, sevildiğin kadardır yaşamın.                                                                                                

Dede Korkut’un dediği gibi:                                                                                          

“Gelimli gidimli dünyada, sonucu ölümlü dünya...”

 

Etem ORUÇ

ETEM ORUÇ’TAN ŞİİR VE ÖYKÜ ÖRNEKLERİ:

                       

ATEŞİ ATEŞLE SÖNDÜR                                                                                                                                                                                                                                                             Sevgi dağları uzak                                                                                                                Ölüm yakın.                                                                                                                          Dizgini elinde azgın bir at gibi                                                                                                                      koşarken zaman.                                                                               Bir tadımlık düştür yaşam.                                                                                                    Yasalar, yasa koyucuları da ölür                                                                                              Türküler yaşar                                                                                                                       Çocuksu yakarışlar uçarken avucundan                                                                           Ölüm, bir nefes kadar yakın                                                                                                   Işıklar kadar ırak her zaman                                                                                                          Bir seversen yürekten                                                                                                     Hoşgörüyü yayınca                                                                                                   Hiç bitmez zaman                                                                                                                 Kor düşünce içine                                                                                                                 Cemre düşmüşçesine yaman                                                                                   Kalaylanmış bir tepsi gibi                                                                                                      Denizdir güneşte yanan.                                                                                                       Korkma sakın sevmekten                                                                                                     Aydınlanmaz, karanlıklar yanmadan                                                                                     Piştikçe olgunlaşır sevdalar                                                                                                  Yansa da yüreğin                                                                                                                 Ateşi ateşle söndür                                                                                                                      Sevginin dölyatağında                                                                                                 Bir tadımlık düştür yaşam.                                                                                                                                                                                                                                                                                Etem Oruç                                                                

                                                                                                                                                          EGE’DEN                                                                                                                                                                                                                                                                          Bir rüzgar esse Ege’den                                                                                                       Yücel kokan,Tonguç kokan                                                                                                   Emek kokan, ter kokan                                                                                                         Kır çiçekleri burcu burcu                                                                                                       Adabelen* canlanır gözlerimde                                                                                                                                                                                                                                           Bir rüzgar esse Ege’den                                                                                                       Çapa sesleri, çekiç sesleri                                                                                                    Türkü sesleri, keman sesleri                                                                                                 Boz giysili halay sesleri                                                                                                         Ve  efelerinin kükreyişleri                                                                                                      Hey!  heyyy!                                                                                                                          Ortaklar çiçekleri düşlerimde                                                                                                                                                                                                                                              Bir rüzgâr esse Ege’den                                                                                                       Kar düşse Kaplan Dağı’na                                                                                                    Duman duman                                                                                                                      Çiy düşse incire, nara                                                                                                           Ben oralardayım                                                                                                                                                                                                                                                                 Bir rüzgâr esse Ege’den                                                                                                       Bir bayrak görsem, dalga dalga                                                                                            Çocukları, gençleri görsem                                                                                                   Cıvıl cıvıl eli kitaplı                                                                                                                Bir ateş düşer yüreğime                                                                                                        Sevdalanırım…                                                                                                                                                                                                                                                                   Bir meltem esse Ege’den                                                                                                      Duygu yüklü şiirleri Tarcan’ın                                                                                                Dalga dalga…                                                                                                                       Depreşir yaralarım                                                                                                                Bir kav gibi, için için                                                                                                                                                 yanarım…                                                                                         

 

                                                           Etem ORUÇ

 

*Adabelen, Ortaklar Eğitim Enstitüsünün kurulduğu  tepenin adı.                                                                                                                                                                                                 

GÜNAYDIN  MİYAZAKİ                                                                                                                                                                                                                                        Etem ORUÇ                                                                                                                                                                                            Acının duyarlı yüreklere çöreklendiği günler. Van’dan insan çığlıkarı yükseliyor. Deprem yüzlerce insanın dünyasını kararttı. Küçücük bebeler, çiçeği burnunda öğretmenler yitip gittiler. Kurtarma ekipleri taş yığınları arasından bir canlıyı kurtarabilme telaşında.     “Durun! Sessiz olun!” Dağ taş, taş kesiliyor.  En küçük bir ses yok. Hüzünlü yorgun gözler yıkıntılar içinden gelecek  bir ses, bir canlılık belirtisi bekliyor.                                                                                                       Aysun Öğretmen okulunu bitirdikten sonra dokuz yıl atanmayı bekledi. İki ay önce gelmişti sevinçli haber. Nasıl koşmuşlardı Van’a.  Kafalarında bilgi, gözlerinde ışıkla. Yüze aşkın genç öğretmen kucaklaşmışlardı. Neler geçiyordu düşlerinde. O güzelim kır çiçekleri gönül bağlarında dolaşıyordu. Bazen hesaplar bozuluyordu. Sevinçle yattıkları yataklarından birçoğu kalkamadılar. Aysun Öğretmen en şanslılarındandı. Öğleye doğru yıkıntıların altında çıkarılanlardan.                     Hastaneye vardığımda sürekli ağlıyordu. Sağ kolu ve sol bacağı alçıya alınmıştı.                                                                                                        “Geçmiş olsun Aysun, Allah korudu, çok mu acıyor yaraların,” dedim.                Kafasını sağa sola sallıyarak:                                                                          “ Hayır hayır! Ben yaralarım için ağlamıyorum! Ölen arkadaşlarım, öğrencilerim için ağlıyorum,” dedi.                                                                                                  Bu kez de ben başladım  ağlamaya. Bu denli çaresiziz bir sarsıntı karşısında…                                                                                                           Hastane odasından çıkarken eli fotoğraf makineli insanların koşuştuğunu görünce,  hasta bakıcıya:                                                                                           “Neden koşuşuyorlar?” diye sordum.                                                                 O  da:                                                                                                             “Japon kurtarma ekibinden Bayram Otel’den kurtarılan Miyuki Konnai gazetecilerle söyleşecek,” dedi.                                                                                 Ben de kalabalığa uyarak hastanenin geniş salonuna doğru gittim. Hastane giysileri içinde güleç yüzlü, çekik zeytin gözlü  genç bir bayan, yanında Japon elçiliğinden bir tercüman ve Van’a gelen üç kişilik kurtarma ekibi başkanı Yumeka Ota. Flaşlar patlıyor durmadan, gazeteciler bir yarış, bir telaş içindeler. Tercümanlık yapan bayan elini kaldırarak:       “Bir dakika arkadaşlar. Önce Bayram Otel’den kurtuarılan bayan Miyuki Konnai, sonra ekip başkanı Yumeka Ota  konuşacak, daha sonra da sizin sorularınızı yanıtlayacaklar.”         Kolu alçılı Miyuki’nin gözlerinin içi gülüyordu. Kendisiyle o denli barışık ki çiçekler açıyor beyaz yüzünde.oldukça sakin. Önce yutkundu, dilini dudaklarında dolaştırdı. Söze nereden başlayacağını düşünüyor besbelli.                                                                                                           “ Türkiye’ye yardım için geldim ama şimdi ben kurtarıldım. Depremzadelerin ne hissettiğini şimdi  daha iyi anlıyorum. Yıkıklığın yanında bir delik vardı. Buzdolabının kapısı açıldı. Oradan su içtim. Beni kurtarmaya geleceklerini biliyordum. Sabırla bekledim. Hiç telaşlanmadım. Elime küçük bir taş parçası aldım, arada vurarak ekibin bana ulaşmasını bekledim. Bu taş parçası artık beni Türkiye’ye bağlayacak, onu hep yanımda taşıyacağım. Türkçe kurslarana katılıp Türkçe de öğrenip Van’a gideceğim.”        Herkes alkışlarken o gülüyordu.                                                                         Van’a gelen yardım ekibinin başkanı Yumeko, Bayram Oteli altına kalarak yaşamını yitiren Dr. Atsuski Miyazaki’yi anlattı.                                                              “Hepimiz gönüllü geldik ama o çok duygusal, daha çok istekliydi. Bir bebeği yıkıntılar altından hayatı pahasına kurtarırken gözlerindeki mutluluğu bir görecektiniz. Hemen “Günaydın, iyi günler” gibi Türkçe sözcükleri öğrenmişti. Yıkıntılar altıldan çıkarıldığında da “Günaydın!” demişti gülümseyerek.  Ama olamdı, bizleri bırakıp gitti. Çadırdaki ısınma probleminin çözümü için çalışıyordu. Annesi sürekli ağlıyormuş. Kardeşleri ise ömrü kısa olmasına karşın insanlara yardım ederek öldüğü için onunla gurur duydularını söylüyorlar.”                                                                         Gazetecinin biri:                                                                                              “Siz Müslüman değilsiniz, Türk de değilsiniz, sizi ta Japonya’dan buralara getiren duygu nasıl bir duygudur?”                                                                             “İnsan sevgisi, doğa sevgisi. Bu dünyada, bu evrende hepimiz aynı geminin içindeyiz. Tümümüz birbirimize muhtacız. Acılarımızı ve sevinçlerimizi paylaşamadıkça mutlu olamayız. Miyazaki son nefesini verirken bile gülümsüyordu.”          Japonlar oldukça farklı bir ulus. Onların bizim gibi ne kutsal peygamberleri var ne de kutsal belli günleri. Tek tip ibadetleri de yok. Taoizm, Konfüçyanizm, Sintoizm gibi içi sevgiyle doldurulmuş inançları var. Tüm inançlarının özünde iyilik yapma, doğayı, insanları sevme felsefesi yatıyor. Olaylar karşısında telaşlanmadan akıl yürütmeyi, sorgulamayı biliyorlar. Diğer uluslar gibi kendi yarattıkları Tanrılarını suçlayarak kendilerini aklamayı düşünmüyorlar.                                                Japonya’da deprem ve tusunami felaketi olduğunda insanlığa ders verdiler. Yağma yapmadılar, paylaşmayı bildiler. Sadece kendilerini değil başkalarını da kendileri kadar düşündüler. Ağlayıp, çırpınmak yerine en az zararla nasıl kurtuluruz diye düşündüler. Atom santrallarında başkalarının yaşaması için ölmeyi bildiler.          Kalabalık dağılırken bir de baktım koltuk değneğiyle Aysun Öğretmen de gelmiş oraya. Japoların konuşmalarını dinlerken ağlamış. Gözünün yaşını siliyor elinin tersiyle.                                                                                                  “İnsan gibi yaratılmak doğanın bir lüfu da insan olmak ne kadar zor görüyor musun? Bizim  Musa’yı, İsa’yı, Muhammet’i  inanalarımız insanlık dersinden ikmale kaldı. Bu gidişle bu derslerden geçmeleri de zor. Ne kadar yabancılaştık birbirimize…”                                                                                                                       Ağlıyordu, umutsuz, kara gözlerini kapatarak mırıldar gibi sürdürdü konuşmasını.                                                                                                            “O sevecen insanlar kaybolup gittiler. Köy sokaklarında, tarlalarda türkü sesleri kesildi. O paylaşımcı insanlar da yok artık. Büyük kentlerin caddeleri gibi en küçük köy sokaklarındaki  gülüşler yok oldu. Acılar çöreklendi yüreklere.  İnsan gülüşleri, türküleri, manileri, şiirleri gün geçtikçe eksiliyor. İşe giderken yollarda mırıldanan insanların türküleri, şarkıları da düştü dudaklardan. Sözde şairi bol bir ülkede yaşıyoruz, şiirler, kitaplar da okunmaz oldu.                                                               Seviler de tükeniyor bir bir. Her geçen gün kendimize, kültürümüze yabancılaşıyoruz. Japonlar özlerine sahip çıkmayı iyi biliyorlar. Biz, paraya tapanların esrarıyla bizi biz eden değerlerimizi yitiriyoruz. Nerde o  altmış sekiz kuşağının insan sıcaklığı? Kimileri bırakıp gidiyorlar. Nereye gidersen git, kendinden kaçabilir mi insan? Yüzler el kapıları kadar yabancı, her yer yamalı bohça.                                       Sevdanın en katmerli yerinde, “Haydi kalk gidiyoruz,” diyen ölün var. Hep yarım kalıyor sevdalar. Her bitiş yeni bir başlangıçtır, biliyorum. O kadar önemli de değildir bırakıp gitmeler. Ardında doldurulması olanaksız boşluklar bırakmazsa eğer. Kardan adamın saltanatı gibi bizim yaşantımız, güneş doğunca eriyip yok oluyoruz.”          Aylardan kasım, hava ayaz mı ayaz, kar yağıyor yıkık evlerin, çadırların üstüne. Bebelerin elleri morarmış, yüzü gözyaşı, burunları sümük. Gökyüzüne kalkan eller umutsuz, çaresiz. Hani yaratılanı severdik yaratandan ötürü. Kuru laflarla karın doymuyor, üşüyor çocuklar…                                                                                       Ta Japonya’dan buralara gelip de insanlık adına canını veren  Dr. Atsushi Miyazaki’den utanıyorum ben. Biliyorum tenler ölse de tinler ölesi değil. Miyazaki’nin ruhu dolaşıyor çığlıklı tepelerde. Bir çocuğun ipek hışırtılı sesi konar koyaklara. Muhteşem mahsumuyetten, incinmişlikten paramparça olur yüreğiniz…                          Günaydın Miyazaki, seni tapıyorum! Günaydın insanlık, sizi arıyorum!                                                                                                         11/11/ 2011                                                                                                                                  GIDI GIDI TRENİ                                                                                                                                                                                                                                                                                        Etem ORUÇ                                                                                                                                                                                                                                               “ Deli Hatce” derlerdi Hatice teyzeye. Evi istasyona oldukça yakındı. Bir tren sesi duydu mu duramazdı yerinde, hemen istasyona koşardı.                                                   

“ Tren sesini duydu ya gidiyor mahallenin delisi,” derlerdi komşuları.                                  Treni görünce, orta boylu kadının gözleri, kırık camlar gibi parlardı. Tren, sanki yavuklusunu getirmiş de onu ararcasına dolaşırdı vagonlarda. Beyaz, tüysüz kollarını saracak sanki sevgilisinin boynuna. Ya da hiçbir zaman gelmeyecek sevdiğini düşlerdi vagonlarda… Tren giderken de nişanlısını askere yollayan gonca gül gibi bükülürdü boynu. Bakakalırdı giden trenin ardından.                                                                                               Hatice teyze epeyce yaşlıydı. Yüzü, kırış kırıştı. Denizler gibi dalgalı yüzünün her dalgasında bir hüzün, bir acı gizliydi. İstasyon ve istasyonun güneyinde sergilenen kapkara, koca lokomotif, onun sığınağı gibiydi. Bazen sevecen bakışlı ninesinin ayakları dibine yatarcasına uzanırdı lokomotifin gölgesine. Bazen de istasyondaki banklara yatardı. Allı pullu, renk renk giysisiyle onu uzaktan görenler hemen tanırdı. O, istasyon meydanının gülüydü. Görevliler bir gün görmeseler hemen sorarlardı.                       

           “ Hatice teyze bugün gelmedi, bir şey mi oldu acaba?” diye. Üstü nilüferle kaplı bir göl gibiydi. Ne kadar deşsen görünmezdi dibi.                                                                          

           Erken gelen bir sonbahar günü, sabah ezanı daha yeni okunuyor. Şimşekler gökyüzünün karanlığını yırtıyordu. İstasyon sundurmasına yansıyan turuncu ışığa belli belirsiz bir kadın gölgesi düştü. Satış gişesinin önünde hiçbir kıpırtı yoktu. Yüzü gülüşlerle nakışlı, kıvırcık, kırlaşmış saçları harelenen kadın banklara uzanıverdi.                                          Derin uykulara dalmıştı birdenbire. Derin derin soluk alıp veriyor, yüzünün mimiklerinden korkulu bir düş gördüğü belli oluyordu. Kısa parmaklarıyla yüzünü kaşıdı. Sinsi gülüşüyle gamzeleri derinleşti. Uzun, kara kirpikli gözleri şimşekle beraber açılıp kapanıyordu.                                                                                                                                              “ Aç kapıyı, kapatma, kapatma! Şu kısacık ömürde rezil etme beni! Karabasanlar gidin başımdan!” Kedi kendine sayıklıyordu.    

           Gişenin ışığı yandı. Sanki ağır bir yükün altından çıkarcasına bir “oh” çekerek banka sırtını dayadı. İçinde dillenen duygular dudaklarında dondu kaldı. Hiçbir şey düşünemez oldu.  Gözlerinde hâlâ o kireç badanalı evin titrek ışıkları yanıyordu. Güz yaprakları sabah yeliyle savrulurken özlemler uçukladı dudaklarında.

           Ayağında kara lastik, yüzünde incecik bir çizik, gömleğinin üç düğmesi eksik bir simitçi yaklaştı yanına. Simit tepsisini uzattı ona. Simidin iyice kızarmışından bir tane alan teyze cebine davrandı. Simitçi çocuk elini uzatarak:

            “ Ne yapıyorsun ana. Sakın ha!” diyerek elini tuttu.

 Bizim yüzümüze bakarak:

            “O benim uğur anamdır. Benden bir simit aldı mı tüm simitlerimi kısa sürede bitiririm. Simitçi, simitçi!” diye bağıra bağıra gitti.                                                                               Yanına oturduğumda dağınık saçlarının gölgelediği yüzü, ışıklarla değişip duruyordu. Atmacanın avına bakışı gibi -sen de nereden çıktın- dercesine dik dik baktı yüzüme. Gözünün üstündeki kalın damar, ince, kırışık tenini titreterek atıyordu. İkilem içindeyim. Konuşsam mı konuşmasam mı? Sanki konuşmaya başlarsam sözcükler büyüyü bozacak, onunla aramda kurduğum gizil düşlerin yıkılacağını düşünüyorum. Ama merakım ağır basıyor yine.                                                                                                                                                        “ Hatice teyze, size bir şey sorabilir miyim?” Sor bakalım dercesine gözlerini kapadı.                             “Sizdeki tren sevdası nereden geliyor?” dedim. Daldı gitti ıraklara…

             “ Zamanı mıydı şimdi,” dercesine durgun gözlerle boş boş baktı. Kuruyan dudaklarını yaladı diliyle.              

            “Babam,” dedi. Sabırsızca kendisine baktığımı görünce konuşmasını sürdürdü.                 “Babam trende makinistti,” dedi. Anılar burgacının derinliklerine dalıverdi.             “ On altı yıl lokomotiflerde makinistlik yaptı babam. Gitti mi üç, dört günde bir gelirdi evimize. Nazilli Sümerbank Fabrikası açılınca evime yakın olayım diye fabrika ile istasyon arasında çalışan küçük motorlu trende çalışmaya başladı. Bu küçük tren giderken “gıdı gıdı” diye ses çıkardığı için halkımız ona Gıdı Gıdı Treni dedi. Tren istasyona gelirken ben koşardım önüne. Sarılırdım babama, bana çıtır gevrek alıverir, sonra da hoplaya zıplaya okula giderdim.                                                              

            İlkokul ikinci sınıfa gittiğim yıldı. Ekimin sekizi miydi ne, babam eve telaşlı geldi. Olağan üstü bir şey olduğunu onun yürüyüşünden anlamıştım.      

            “ Yarın Nazilli’ye Atatürk’ümüz geliyor. İstasyondan fabrikaya kadar da benim Gıdı Gıdı Treni ile gidecekmiş. ” Nasıl da heyecanlıydı babam, titriyordu.

            “Kızım sen de en güzel giysilerini giyip istasyona gel. Sana Gazi’yi göstereyim,” dedi.

            Bana da bir heyecan sardı ki sormayın. Kalbim yerinden fırlayacak sanki. Sabaha kadar doğru dürüst uyuyamadım. Gözlerimi kapar kapamaz Mustafa Kemal’in altın saçlarını, ışıklar saçan mavi gözlerini görüyorum.       

Babam çok erken gitti fabrikaya. Ben de hazırlanıp kelebek gibi kollarıma açıp koştum istasyona. İstasyon allı morlu giysili kadınlar, çocuklar, kasketli amcalar tarafından doldurulmuş. İğne atsan yere düşmez derler ya ta öyle.

         Saat öğleye yakındı, on bir gibiydi. Bir tren düdüğü duyuldu Aydın yönünden. Halk duramıyor yerinde. Kalabalık, demiryolu boyunca koşmaya başladı. Bekçiler, demir yolu görevlileri zor durdurabildi kalabalığı.

         Yeni Mahalleden lokomotifin dumanı göründü, ardı ardına da düdüğünü çalıyor. Ortalık mahşer yeri, koca lokomotifin dumanından ateş böcekleri uçuşuyor gökyüzüne. Çınar ağacının yapraklarını göğe savurarak girdi istasyona. Bir alkış tufanı kapladı her yere. Atatürk’ü gördüm trenin penceresinde. Pencerenin camını indirmiş, kollarını dayamış, el sallıyor. Sanki onun olduğu vagondan bir ışık yükseliyor.                                                    Kalabalık Halkevi’ne yöneldi. Babam beni omzuna bindirdi ama yer gök insan, ne kadar uzansam da bir türlü göremiyorum. Bir süre sonra o kalabalık yine istasyona yöneldi.  El çırpanlar, “Yaşa, var ol Paşam!” diye bağıranlar, ağlayanlar…

Babam da ağlıyordu.             

            “ Neden ağlıyorsun baba?” dedim.

 Eliyle gözlerindeki yaşı silerken:                              

“ Sevincimden kızım, sevincimden. Allah’ım ölmeden beni Ata’mı gösterdi ya şükürler olsun!” diyordu.                                                                                                                     Babam beni Gıdı Gıdı Treni’nin sürücü bölümüne oturttu. Atatürk, kızı Afet hanım ve seçkin konuklar trenin vagonuna bindiler. Tren yavaş yavaş hareket etti. Demiryolu kenarları insan kaynıyor. Kalabalık, bir ırmak gibi trenle beraber fabrikaya akıyordu. O coşku, o heyecan ancak yaşanır…                                                                                                                 Ata’mızın kısa konuşmasından sonra Türk Ulusunu giydirecek olan Türk işçileri, kadınlı erkekli Atatürk’ün önünden geçtiler. Atatürk, ilk kısmın önüne gelerek kırmızı kurdele bağlanmış sarı madenden, Sümerbank harfleri ile yapılmış bir anahtarla kapıyı açtı. Herkes içeri girdi.                   

Fabrika müdürü Atatürk’e karşı saygıyla eğilerek:                                                                  İşletmek için emirlerinizi bekliyorlar efendim,” dedi. Dört yüz seksen makine gürültü ile çalışmaya başladı.

 Atatürk:                                                                                            

“ İşte halkımıza mutluluk verecek sesler,” diyordu. Makineler işliyor, kumaşlar dokunuyor, renk renk çiçeklerle bezeniyordu basmalar.                                                                  Fabrikadan dönerken herkes Atatürk’ten söz ediyordu. Benim yürüyüşüm bile değişmişti. Çünkü ben Atatürk’ü görmüştüm. Ertesi gün okulda da hep Atatürk ile ilgili konular konuşuldu.

 Öğretmenim bana bakarak:                                                                        

“ Hatice sen babanla Ata’mızı daha yakından görmüşsün, duygularını anlatır mısın?” dedi. Omuzlarım sanki dağlara yükseldi, öyle gururlandım ki:                                              “Öğretmenim, elleri çok kocamandı. Yüzü ışık içindeydi, tam olarak seçemedim.” dedim. Sınıftan bir  gülüşme sesi yükseldi.                                                              

Halkımız, ekmek tekneleri olan bu fabrika için türküler de yaktı.

 Nazilli basmaları, Nazilli’de dokunur/ Mektup yazma sevdiğim, postaneden okunur,”  diye. Bizim mahallenin çocukları da Gıdı Gıdı adını çok sevmişlerdi. Herkes kedisinin adını Gıdı Gıdı koydu. Tren mahalleden geçerken çocuklar, “ gıdı gıdı, gıdı gıdı!” diye bağrışırlardı.                            

            Zaman nasıl da çabucak geçiveriyor. Sanki bir düştesin, gözlerini bir açıyorsun her şey yok oluvermiş. Atatürk’ümüzün açtığı o koskoca Sümerbank Fabrikası kapatıldı. Gıdı Gıdı Treni’ni de tutsak edip kapamışlar fabrikaya, demir parmaklıkların ardına. Dili olsa da bir konuşabilseydi. Neler anlatırdı kim bilir…

          Tren sesi duyunca susamı yeni kavrulmuş, gevrek kokusu yayılır içime. Babam yeşerir gözlerimde, bir de kara tren türküsünü duyumsarım. “ Kara tren gelmez mola/ Düdüğünü çalmaz mola…                                                                                                                Hatice teyzeyi bir daha göremedim. Nerede bir tren sesi duysam ya da görsem hep O canlanır gözlerimde.                                                                                                                                                                                                                                                                       Not: “Kültürünü ve tarihini sahip çıkmayan ulusların coğrafi sınırlarını düşmanları çizer.”                                                                                                                                                                                                                                                                                             

 

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör