Şair ve yazar. 1947 yılında Aydın’a bağlı Kuyucak ilçesinin Karapınar köyünde doğdu. İlkokulu Karapınar köyünde, ortaokulu Nazilli’de, öğretmen okulunu Ortaklar Öğretmen Okulu’nda, Eğitim Enstitüsünü Türkçe Bölümünü İzmir’de okudu. Siirt, Isparta, Denizli, Aydın ve Nazilli’de 29 yıl öğretmenlik yaparak emekli oldu. Yaşamını Nazilli’de sürdürmektedir.
Ortaklar Öğretmen Okulu’nda başladığı yazı çalışmalarına, Öğretmen Dünyası, Çağdaş Türk Dili, Afrodisyas-Sanat, Berfin Bahar, Kıyı, Öykü Teknesi, Beşparmak, Çalı, Çıtlık, Aykırı Sanat, Adıçkuşu, Sarızeybek, Adabelen, Akköy, Aydın Aydın, Hürsöz, Maki, Tay, Tomolos gibi, pek çok sanat ve düşünce dergisinde sürdürdü.
Etem Oruç, daha çok Ege yöresinin efelerini, Ege’nin yaşam biçimini, kültürünü, araştırarak öykü ve şiirleriyle dillendirdi. Coğrafyam kaderimdir diyen yazar, Ege toprağından beslenen bir zeytin ağacı gibidir. Kökü toprağında gövdesi, dalları yıldızlara uzanır. Kalemini bir pergel gibi doğup büyüdüğü topraklara saplayarak Ege kültürünü harmanlar. Ege’nin bitek toprakları havalandırıp kültür varsılı haline getirmeye çalışır. Geçmişimizi aydınlatarak, geleceğimizle bağ kurmayı sağlar. Dil Derneği, PEN, Türkiye Yazarlar Derneği, Aydın Yazarlar ve Şairler Derneği üyesidir.
Öykü Ödülleri:
2003’te Sarızeybek, 2004’te Hacıbektaş, 2005’te Samim Kocagöz ve Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri, 2006’da Ümit Kaftancıoğlu, 2007’de Mevlüt Kaplan , 2007’de Aydın kültür 3. Yörük Ali Efe, 2016’da Aydın Gazeteciler Cemiyeti Efe Kültürüne Katkı ödüllerini aldı.
Şiir Ödülleri:
2005’te Sarı Zeybek, 2006’da Yenice Laiklik ve Dünya Barışı şiir ödüllerin aldı.
Kitapları:
Kuşadalı Bir Yurttaş (2003), Günebakan (2005), Nazilli Cumhuriyeti (2010), Çakıcı Dağdan İnmiyor (2011), Gizemli Kadın Efe (2012), Atçalı Kel (2013), Yağdereli Sinanoğlu Efe (2013), Şu Ege’nin Efeleri (2014), Ege’nin Kızı (2015), Birgili Cennetoğlu (2016), Ege’de Börklüce (2017), Bedreddin (2017), Umur Bey’den Atatürk’e Efelik (2018), Meyhaneci Şahap (2019).
KAYNAK: Etem Oruç (Bilgi teyidi,
13.02.2019), Etem oruç kitapları (kidega.com, idefix.com, kitapyurdu.com,
28.01.2022).
HALİKARNAS BALIKÇISI İLE VEHBİ KOÇ
Etem Oruç
Yıl
1967, mevsim sonbahar, Söke Ovası bembeyaz sanki her yerde kar var. Beyaz altın
dediğimiz pamuğun para ettiği yıllar. Kuşadası’nda Efsane Kaymakam Özer Türk’ün
turizmi yeşerttiği, Bodrum’da da
Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın sokaklara palmiye diktiği zamanlar. Halkarnas Balıkçısı Bodrum’u
dünyaya tanıtırken bir yandan balık tutarak, sünger çıkararak, turizm
rehberliği yaparak geçimini sağlamakta,
diğer yandan da Ege Uygarlığının Yunan uygarlığı olmadığını, Anadolu uygarlığı
olduğunu belgelerle kanıtlamaktadır. Vehbi Koç ailesi İzmir’dedir. Eşi
pamuğun yetiştirlip iplik haline dönüşmesini merak etmektedir. Söke’de modern
pamuk tarımı yapan Fahri Tanman yakından görmek için 1951 model Mercury marka
otomobille yola çıkarlar. Vehbi Koç'u ve eşi Sadberk Hanım, İzmir'den Söke'ye
giderken Kuşadsı’nda, Gazi Beğendi denilen yerden şehri görünce manzarayı çok severler. Sahil
olduğu gibi boyluboyunca uzanmaktadır. Sahil yolunu izleyerek Kadınlar
Denizi’ne değin gelirler. Buralar sazlarla, hasır otlarıyla kaplıdır. Sadece
güney ucundaki İmbat Oteli yeni açılmıştır. Ben de geçici bir görevle bu otelde
çalışmaktayım. Öğle
molası için girdikleri İmbat Oteli lobisinde Halikarnas Balıkçısı olarak
tanınan Cevat Şakir'le karşılaşılaşırlar. Balıkçı, kocaman sesiyle onlara bir
"Merhaba!" der, daveti kırmayarak Koçların yanına oturur. Rehberlik
yaptığı turist kafilesi istirahate çekildiğinden üç saate yakın beraber olurlar.. Ve onun mitoloji
dünyasında, ilginç olaylarla dolu sanal bir gezintiye çıkarlar.
Cevat
Şakir, o dönemde, Anadolu Uygarlığı'nın Hellen Uygarlığı’nın temeli olmadığını
savunuyordu. Halikarnas Balıkçısı, Batı
Uygarlığı'nın Anadolu asıllı olduğunu kanıtlayan mitolojik olayları coşku dolu
üslubu ile dünyanın dört köşesinden gelen yabancılara anlatmayı kendisine
verilen milli bir görev sayıyor, zaman zaman rüzgâr gibi esiyor, şimşek gibi
çakıyordu. Meandros, Artemis sözcüklerinin Luvice olduğunu söylüyordu. Onu
dinlerken, insan, başka dünyalarda, tarih öncesi tanrılarla buluştuğunu
sanıyordu. Beraberce büyülü bir duyguyu
paylaştığımız sırada, Balıkçı:
"Ey
Koçzade! Sen Paris'in Koç'unu bilir misin?" diye söze başlamış, Truva'lı
çoban Paris'in karabaşlı, burgaç boynuzlu, sırtı kestane renkli koçunu şöyle
tanıtmıştı.
"Koç,
koca başını yavaş yavaş yere eğdi, toprağı ve otları kokladı, birden bir
küheylân gibi sıçradı, önayakları ile toprağı kazımaya başladı, sonra yayından
boşanan bir ok gibi uçarak sürünün içindeki koyunun birini ayaklarının arasına
aldı ve onu ön ayakları üzerine çökertti." Bunları anlatırken bir tiyatro
artisi gibi olayları canlandırıyor, dalgalı denizler gibi coşuyordu.
Yalnız memleket sorunları ile ilgilenen Vehbi Koç, konu "Koç" olunca, Cevat Şakir'in bu renkli, yüksek sesli ve heyecanlı anlatımının etkisi altına girmiş:
"Cevat Bey, bunları yaşamış
gibi anlatıyorsun. Sen ne müthiş adammışsın yahu!" demekten kendini
alamamıştı.
O gün, Balıkçı'nın, kâh eserek kâh kükreyerek anlattığı "Apollon ve Dafni" hikâyesine gelince:
"Batılılar
Apollon'u Hellen saymak için kırk dereden su getirdiler ama boşuna… Apollo
Anadolu'ludur. Olimpos tanrılarını yaratan Homeros, Apollon'u Anadolu'da buldu.
Apollon'un dört tapınağı Ege kıyısı boyunca
Batı Anodolu'da sıralanır: Grineum, Klaros, Didyma ve Patara'dadır bunlar...
Bir gün, Apollon, çiçek kokularının kaynaştığı bir vâdiden geçerken gökkuşağını duvaklar gibi bulutlardan aşağıya süzülüp türküler söyleyen güzeller güzeli bir kızın başına doğru süzüldüğünü gördü. Ve Güneş Tanrısı Apollon'un yüreği aşkla dağlandı. Bu kız, Tanrıça Artemis'in meleklerinden Dafnis'ti.
Balıkçı'yı dinlerken etrafımızda
kümelenen kalabalığın farkına varmamıştık. Cevat Şakir, zaman zaman ayağa
kalkıyor, kol hareketleriyle hikâyesini görsel bir şölene benzetiyor, bizleri
Apollon'un ve Dafnis'in aşk dünyasına götürüyordu.Vâdi, peri kızı Dafnis için,
çiçekten, ışıktan ve renklerden oluşan bir düş âlemiydi. Çırılçıplak göğsü, kar
beyaz omuzları ve yüzüne yayılan mâsum gülüşü ile Dafnis, Apollon'u
büyülemişti. Ama ne yazık ki, peri kızının kalbi erkeklere karşı sonsuza dek
kilitliydi. Dafnis daima bâkire
kalacaktı."
Otelin lobisi tiyatro sahnesine dönmüştü. Hepimiz büyük bir dikkat ve heyecanla Halikarnas Balıkçısı'nın teatral oyununun sihrine kapılmıştık. Apollon'un güzel Dafnis'in peşinden koşuşu, ona duyurmaya çalıştığı ateşli aşk sözleri, nefes alışları, kızın tanrıları yardıma çağırış çığlıkları... Ve sonra, peri kızının yorgunluktan kendinden geçişi ve bedenini Apollon'un kucağına salıvermesi... Apollon Dafnis'in çıplaklığını örten saçlarını bir yana atarak onu boyluboyunca kavramıştı. Nihayet, peri kızı, kendini Apollon'un güneş gibi ışıyan kollarına ve susayan dudaklarına teslim etmişti.
İzleyenler, iki aşığın mutlu sona kavuştuklarını sandığımız bir anda Balıkçı'nın haykırışıyla hikâyenin bitmediğini anlamıştık. Tanrı Apollon Dafnis'i kollarıyla sararken onun yere saplanmış gibi hareketsiz durduğunu farketmişti. Apollon, tanrısal sesiyle: 'Dafnis! Dafnis! Sen ağaç oluyorsun!' diye bağırmaya başlamıştı. Gerçekten Dafnis'in yüzü soluyor, gerdanı ve memeleri yeşile dönüşüyordu. Ayakları kıvrılan kökler gibi toprağa dalıyor, bacakları ve kalçası bir ağaç gövdesi gibi kabuk tutuyordu. Şimdi yakarış sırası peri kızına gelmişti:
'Ey Apollon! Al beni! Sen bir tanrı değil misin? Beni bu topraktan sök, beni kurtar! Beni kurtar Apollon!' diye yalvarıyordu. Geçen her an, Apollon, çaresiz kaldığını görüyor, Dafnis'in körpe yapraklara dönüşen saçlarını, kırmızılığı kaybolmayan dudakları arasından süzülen nefesini kokluyor ve birden, Olimpos tanrılarının, kıskançlık duygularıyla, Dafnis'i bir 'Defne' fidanına dönüştürdüğünü anlıyordu."
Artık, Halikarnas Balıkçı'sının şiirleşen sözlerinde Dafnis'in göz kapakları titreşen iki yaprak, gözpınarlarından süzülen göz yaşları defne fidanının özsuyu oluyordu... Tanrı Apollon, yorgun vücudu ile ormanların en genç ağacı Defne’nin altına uzanmış, gökkubbede kayan yıldızları seyre koyulmuştu. Apollon hüzün dolu sesiyle türküler yakıyor, peri kızına olan aşkı vadiden vadiye yankılanıyordu.
Balıkçı, sahnelediği mitolojik oyunu şöyle tamamlıyordu:
"Defne
fidanının iki dalı Apollon'un sarı bukleli başını, biri soldan öbürü sağdan
sardı ve bir çelenk olarak tanrıyı taçlandırdı. Apollon, Dafnis'in defnesinden
aldığı bu armağana şu dileğini sundu:
“Ey
Perikızı! Bu geceden sonra bütün insanlar senden bir dal ve çelenk
isteyecekler. Çelenkler, senin için göğe yükselen duygularımın ölümsüzleşen
ilâhileri olsun!"
Hepimiz, böylesine duygu dolu bir aşk hikâyesinin etkisinde, koyu bir sessizliğe büründüğümüz bir ortamda, bu defa Balıkçı'nın kaderci bir yaklaşımla şunları söylemiş olmasına şaşırıp kalmıştık:
"Koçzade Vehbi Bey! Cenaze törenlerine gönderilen defne dallı çelenklerin hikâyesidir bu. Ölümümden sonra bana çelenk gönderirsen defnedalları unutulmasın!"
Halikarnas Balıkçısı 13 Ekim 1973
tarihinde İzmir’in Hatay semtindeki “Merhaba Apartmanı’nda 83 yaşında
sonsuzluğa uçar. Cenazesi vasiyeti üzerine Bodrum’a götürülürken cenaze
arabasının üzerinde defne dallı bir çelenk vardır. Koç ailesi onu unutmamıştır.
UZUN YAŞAMIN GİZİ
Etem ORUÇ
Yıllar önce Evliya Çelebi de dolaşmış Aydın’ı, Nazilli’yi. “ Dağlarından yağ, ovalarından bal akar. Nazlı kızlar keklik gibi sekerek dolaşır sokaklarında,” diyerek. İnanıyorum ki yüzyıllardır kandilin yağı olup evimizi şavkıtan, her gün soframızdan eksik olmayan zeytinin, zeytinyağının ve ağacın balı incirin yaşantımızda özel bir yeri vardır.
Nazilli’de yaşayan yüz bir yaşındaki Kübra nine, etten çok çeşitli sebze ve yöresel otlardan ısırgan, ebegümeci, arapsaçı, tilkikuyruğu, sarmaşık, gelincik, soğan sarımsak yediğini ama yoğurt ve pekmezi de sofrasından hiç eksik etmediğini söylüyor. Yaşam felsefesi olarak da: “ Eşeğimi kaybederim, neşemi kaybetmem. Ben yaratılan her şeyi severim, herkes de beni,” diyor. Özgüvenini hiç kaybetmemiş, ne istediğini bilen biri.
Deniz kıyısı değil de denize yakın iç bölgelerde karşılaşıyoruz ileri yaşlı kişileri. Türkiye’nin yaşlılık haritasında, kırk sekiz bin olan yüz yaş üzeri yurttaşın nüfusa düşen oran olarak en fazla Aydın- Nazilli İlçesinde yaşadığını yazıyor gazeteler. Bence beslenme, hava kadar kin ve nefretten ırak, paylaşmayı bilmek de uzatıyor yaşantımızı. Nazilli’nin bir köyüne görevli gittim. Sabahın erken saati, bir ekmek kokusu geliyor ki… Sağ tarafımdaki evin bahçesinde sermiş hasırı yere, yaşlı bir nine, yufka açıp, ekmek pişiriyor.
-Kolay gelsin nine, diyorum. Yüzünde güller açıyor.
Elini sallayarak:
- Sağ ol yavrum. Dur bakayım, şu yufkanın birini sıcak sıcak yiyiver, diyor. Uzatıyor yası geçle. Bu ninenin bir daha beni görmesi olanaksız, hiç düşünmüyor bunu. Güneş yüzlü ninem, seviyor Tanrı konuğunu. Bence güzellikler paylaşabilmekte gizli.
İnsanoğlu var olalı beri ölümden korkmuş, uzun ve sağlıklı yaşayabilmenin yollarını aramış. İlk destanlar, lokman hekimler hep ölümsüzlüğün giziyle uğraşmış. Tam buldum derken elindeki reçeteyi nehre uçurmuş. Arpa tarlasına mı gitmiş ne, arpa ekmeği ya da suyunu içenler uzun ömürlü olurmuş.
Bir de baharda göreceksin Nazilli’yi, harıl harıl dereler coşarken, kuşlar, kelebekler uçuşurken hani… Özgürlüğü, bir gelin gibi takıp çıkacaksın kırlara. Yeni yıkanmış doğa, pırıl pırıl… Ne kadar halısı, kilimi varsa uzatmış yerlere. O çiçekler renk renk, burcu burcu, genzinizi yakan bir koku… Ve renk renk gökkuşağı… Sev sevebildiğin kadar, sevgiden güzel ilaç mı olur?
Yaşantımız düğümlerle dolu. Biri çözülürken diğeri kesiyor yolu. Cumhuriyet mahallasinin eski muhtarı Celal Bey diyor ki:
- Koskoca basma fabrikasına ne oldu? Hani “Nazilli basmaları Nazilli’de dokunur,” diye türküsü vardı. Uzun yaşamanın bir damarı da fabrikaydı. İnsanların işi, aşı vardı. Sadece Nazilli yaşatıyor sanmamalı.
Sular bile dalga dalga, Menderes kıvrım kıvrım, yeni doğumlara sancılı, yok ettikçe doğadaki dengeyi, gelecek hep acı.” Her ne ararsan kendinde ara, Mekke’de Kudüs’te hac’ta değil,” diyor ya Hacı Bektaş Veli. Bu sözü iyi bellemeli. Cehennemde ateş yokmuş, her insan kendi ateşini kendi götürüyormuş.
Gülerek
bakarsan aynaya gülen birisini görürsün, ağlarsan ağlayanı. Bence yaşamın gizi,
belleklerde, bakışlarda gizli, kini, nefreti yok edip kardeşçe yaşamayı
bilmeli…
EFE OLMAK ZORDUR
Etem
ORUÇ
Efelik zor
iştir oğul; haksızlığa, zulme, baskıya bir isyan.
Onurlu bir
dik duruş, bir başkaldırı destanıdır efelik.
Kendine
özgü, deftere, kitaba yazılmamış
yasaları var.
Yazılmasa
da okunur.Efelik, fırtına kuşuna benzer.
Herkesin
kaçıştığı, saklanıp korktuğu fırtınalı ortamda
Sakin,
ağırbaşlı, kararlı, ölçülü ve dimdik durabilmektir.
Efenin
sözleri damıtılmış, parlak, çelik mermi gibidir.
Bir kez
çıktı mı ağızdan geri dönüşü olmaz.
Zalime
karşı acımasız, mazluma karşı şevkatli
Kadına,
kıza, çocuğa, yaşlıya kol kanat germektir efelik.
Özcesi
efelik, erkek, kadın işi değil, yürek işidir.
Mangal
gibi yüreğin olacak, kaya gibi duracaksın
Düşmanlarına
korku, dostlarına güven vereceksin.
Efelik zor
iştir yiğidim, önce ahlaklı, mert…
Geçmişini
iyi bilip, yurtsever olacaksın.
Obanı,
oymağını, kültürünü sahip çıkıp kollayacaksın.
Kaldırdın
mı kollarını yağmur gibi bereket yağacak.
Haykırdın
mı dağlar ses verecek, zalimler titreyecek.
Vurdun mu
dizini yere, yeri göğü inleteceksin.
İyiyi
kötüden ayırıp, kimsesizlerin kisesi olmaktır efelik.
Dağlarda
kartal, kırlarda güvercin, ağabey olacaksın.
Çalı kakıcılar,
tabak yalayıcılar yanaşmayacak yanına.
Yaşadığın
coğrafyanın ağacını, bitkisini, taşını tanıyacaksın.
Efe oyunu
da eğlencelik ortaoyunu değildir.
Semah
gibi, her hareketi derin anlamlar içeren
ibadettir.
Başlığı
kırçiçeği, cepkeni dağ deseni, şalvarı dağdonu
Şamanizm
kokulu, ebemkuşağı belleği, atamızın
yolu
Sultanhisarlı
Kadıoğlu, Yağdereli Sinanoğlu, Atçalı Kel
Dereköylü
Gizemli Kadın Efe, Türkönü’nden Çakıcı Efe
Aman
diyene kılıç kalkmaz,yaşatılmaz mazlumu ezen .
Ekmede,
dikmede olmayıp da ekmeğine, aşına elkoyana
Vatanına
göz dikene yiğidim karşı koymak, direnmek
Sökeli
Cafer Efe, Ödemişli Gökçen Efe olup uğrunda
Yatak
ölümü bilmeden, bu topraklar için ölmektir efelik.
Kurtuluş
Savaşı’nda Yörük Ali, Demirci Mehmet, Çete Ayşe,
Çiftlikli
Kübra olup halkınla bütünleşip savaşta yer almaktır.
En
korkunç, en zor anlarda Türklüğe önder olup
Muhtaç
olduğun güçü damarlarındaki soylu kanda bulup
İdam
sehbalarını kırıp, şimal yıldızı gibi parlayarak
Özüne,
kimliğine, diline sahip çıkıp, Atatürk olmaktır efelik.
İyice
düşün, efe olmak da, efe kalmak da zordur yiğidim.
Not:“Şu
Ege’nin Efeleri, Nazilli Cumhuriyeti, Çakıcı Dağdan İnmiyor, Gizemli Kadın Efe
gibi kitaplarımdan sonra şimdi tamanlamaya çalıştığım “Atçalı Kel ve Yağdereli
Sinanoğlu” yapıtından bir bölüm.
1947’de Karapınar köyünde doğmuşum.
Anamın adı Fadime kadın
Deniz Gezmişle yaşıttaşım.
Babamın
yoksuldu, yoktu malı mülkü
Irgattı Molla Mustafa’nın yanında
Baharda öküzleri kırda güder
Bana dolaman, çıntar getirirdi.
Anamın nasırlıydı elleri
Gündüzleri pamuk çapası
Sabaha karşı ekmek ederdi.
İneklerin sağılması, tavuk, köpek derken
Gün iniverirdi hemen.
Çocuklarını sevemeden
Uzanır kalırdı erkenden
Çocuklar kendileri gibi rezil
Olmasın diye okuttular
12 yaşında Nazilli Atatürk ortaokulunda 15’şinde
Ortaklar öğretmen okulunda okudum.
18’inde Siirt-Eruh Rahine köyünde öğretmendim
Eşkıya Hakimo’nun köyünde
Gazeteci, Üstad Fikret Otyam’la buluştuk
22’sinde Isparta gül bahçelerinde asker
Denizli’de öğretmenim.
Aydın-Eğrikaval, Karapınar derken İzmir
Eğitim Enstitüsü’ne gittim
Türkçe bölümünde öğrenciyim
Bizler :
“Atatürk’ün yolunda, Tam
bağımsiz Türkiye” derken
Onlar,
”Komünisler Moskovaya” diye bağırıyordu.
Bizden önce onlar gitti Moskova’ya
Nazilli Atatürk Ortaokulu’nda öğretmenim
Günebakan bakışlı öğrencilerim
Hayatımda
en çok ben, öğrencilerimi sevdim
29 yıl öğretmenlikten sonra emekli oluverdim
Ortaklar Öğretmen okulunda başladığım
Yazma çalışmalarıma hız verdim
Şiir yazdım, öykü yazdım ve efeleri
Ege uygarlığını harmanlarken
Zefiros rüzgarıyla gençleşip
Kuvayı milli’ye ile bütünleştim
Günlük politika ile uğraşmadım
Atatürk’ün kültür yolunu seçtim
Çok okudum, düşünüp, irdeledim Dünya
devinirken durmadan ben de değiştim
İdeoloji olarak da Hümanizmi seçtim
Doğayı sevdim, insanları, çocukları sevdim
Aynı vardan var olan
Evrenle bütünleştim
Kinden, nefretten uzaklaşıp sevi tohumları
ektim
Koca Yunus’un dediği gibi:
“Bir avuç toprak, biraz da suyum ben,
Neyimle övüneyim işte buyum ben…”
Daha ne kadar yaşarım, nelerle karşılaşırım
Başımdan neler geçer, bilemem
Ama bilgiğim bir şey var
Kinden, nefretten uzak, seveceksin
Ağaç dikip ölümsüz şeyler üreteceksin
Sevdiğin, sevildiğin kadardır yaşamın.
Dede Korkut’un dediği gibi:
“Gelimli gidimli dünyada, sonucu ölümlü dünya...”
Etem ORUÇ
ATEŞİ
ATEŞLE SÖNDÜR Sevgi dağları uzak Ölüm
yakın. Dizgini
elinde azgın bir at gibi koşarken
zaman. Bir
tadımlık düştür yaşam. Yasalar,
yasa koyucuları da ölür Türküler
yaşar Çocuksu
yakarışlar uçarken avucundan Ölüm,
bir nefes kadar yakın Işıklar
kadar ırak her zaman Bir
seversen yürekten Hoşgörüyü yayınca Hiç bitmez zaman Kor düşünce içine Cemre
düşmüşçesine yaman Kalaylanmış
bir tepsi gibi Denizdir
güneşte yanan. Korkma
sakın sevmekten Aydınlanmaz,
karanlıklar yanmadan Piştikçe
olgunlaşır sevdalar Yansa
da yüreğin Ateşi
ateşle söndür Sevginin
dölyatağında Bir
tadımlık düştür yaşam. Etem Oruç
EGE’DEN Bir rüzgar esse Ege’den Yücel kokan,Tonguç kokan Emek kokan, ter kokan Kır çiçekleri burcu burcu Adabelen* canlanır gözlerimde Bir rüzgar esse Ege’den Çapa sesleri, çekiç sesleri Türkü sesleri, keman sesleri Boz giysili halay sesleri Ve
efelerinin kükreyişleri Hey!
heyyy! Ortaklar çiçekleri düşlerimde Bir rüzgâr esse Ege’den Kar düşse Kaplan Dağı’na Duman duman Çiy düşse incire, nara Ben oralardayım Bir rüzgâr esse Ege’den Bir bayrak görsem, dalga dalga Çocukları, gençleri görsem Cıvıl cıvıl eli kitaplı Bir ateş düşer yüreğime Sevdalanırım… Bir meltem esse Ege’den Duygu yüklü şiirleri Tarcan’ın Dalga dalga… Depreşir yaralarım Bir kav gibi, için için yanarım…
Etem
ORUÇ
*Adabelen, Ortaklar Eğitim Enstitüsünün
kurulduğu tepenin adı.
GÜNAYDIN MİYAZAKİ
Etem ORUÇ Acının duyarlı yüreklere çöreklendiği
günler. Van’dan insan çığlıkarı yükseliyor. Deprem yüzlerce insanın dünyasını
kararttı. Küçücük bebeler, çiçeği burnunda öğretmenler yitip gittiler. Kurtarma
ekipleri taş yığınları arasından bir canlıyı kurtarabilme telaşında. “Durun! Sessiz olun!” Dağ taş, taş
kesiliyor. En küçük bir ses yok. Hüzünlü
yorgun gözler yıkıntılar içinden gelecek
bir ses, bir canlılık belirtisi bekliyor. Aysun Öğretmen okulunu
bitirdikten sonra dokuz yıl atanmayı bekledi. İki ay önce gelmişti sevinçli
haber. Nasıl koşmuşlardı Van’a.
Kafalarında bilgi, gözlerinde ışıkla. Yüze aşkın genç öğretmen
kucaklaşmışlardı. Neler geçiyordu düşlerinde. O güzelim kır çiçekleri gönül
bağlarında dolaşıyordu. Bazen hesaplar bozuluyordu. Sevinçle yattıkları
yataklarından birçoğu kalkamadılar. Aysun Öğretmen en şanslılarındandı. Öğleye
doğru yıkıntıların altında çıkarılanlardan. Hastaneye vardığımda sürekli
ağlıyordu. Sağ kolu ve sol bacağı alçıya alınmıştı. “Geçmiş olsun Aysun, Allah korudu, çok
mu acıyor yaraların,” dedim. Kafasını sağa sola sallıyarak: “ Hayır hayır! Ben yaralarım için
ağlamıyorum! Ölen arkadaşlarım, öğrencilerim için ağlıyorum,” dedi. Bu kez de ben
başladım ağlamaya. Bu denli çaresiziz
bir sarsıntı karşısında… Hastane odasından çıkarken
eli fotoğraf makineli insanların koşuştuğunu görünce, hasta bakıcıya: “Neden koşuşuyorlar?”
diye sordum. O da: “Japon kurtarma
ekibinden Bayram Otel’den kurtarılan Miyuki Konnai gazetecilerle söyleşecek,”
dedi. Ben de kalabalığa uyarak
hastanenin geniş salonuna doğru gittim. Hastane giysileri içinde güleç yüzlü,
çekik zeytin gözlü genç bir bayan,
yanında Japon elçiliğinden bir tercüman ve Van’a gelen üç kişilik kurtarma
ekibi başkanı Yumeka Ota. Flaşlar patlıyor durmadan, gazeteciler bir yarış, bir
telaş içindeler. Tercümanlık yapan bayan elini kaldırarak: “Bir dakika arkadaşlar. Önce Bayram
Otel’den kurtuarılan bayan Miyuki Konnai, sonra ekip başkanı Yumeka Ota konuşacak, daha sonra da sizin sorularınızı
yanıtlayacaklar.” Kolu alçılı
Miyuki’nin gözlerinin içi gülüyordu. Kendisiyle o denli barışık ki çiçekler
açıyor beyaz yüzünde.oldukça sakin. Önce yutkundu, dilini dudaklarında
dolaştırdı. Söze nereden başlayacağını düşünüyor besbelli. “
Türkiye’ye yardım için geldim ama şimdi ben kurtarıldım. Depremzadelerin ne
hissettiğini şimdi daha iyi anlıyorum.
Yıkıklığın yanında bir delik vardı. Buzdolabının kapısı açıldı. Oradan su
içtim. Beni kurtarmaya geleceklerini biliyordum. Sabırla bekledim. Hiç
telaşlanmadım. Elime küçük bir taş parçası aldım, arada vurarak ekibin bana
ulaşmasını bekledim. Bu taş parçası artık beni Türkiye’ye bağlayacak, onu hep
yanımda taşıyacağım. Türkçe kurslarana katılıp Türkçe de öğrenip Van’a
gideceğim.” Herkes alkışlarken o
gülüyordu. Van’a
gelen yardım ekibinin başkanı Yumeko, Bayram Oteli altına kalarak yaşamını
yitiren Dr. Atsuski Miyazaki’yi anlattı. “Hepimiz
gönüllü geldik ama o çok duygusal, daha çok istekliydi. Bir bebeği yıkıntılar
altından hayatı pahasına kurtarırken gözlerindeki mutluluğu bir görecektiniz.
Hemen “Günaydın, iyi günler” gibi Türkçe sözcükleri öğrenmişti. Yıkıntılar
altıldan çıkarıldığında da “Günaydın!” demişti gülümseyerek. Ama olamdı, bizleri bırakıp gitti. Çadırdaki
ısınma probleminin çözümü için çalışıyordu. Annesi sürekli ağlıyormuş.
Kardeşleri ise ömrü kısa olmasına karşın insanlara yardım ederek öldüğü için
onunla gurur duydularını söylüyorlar.” Gazetecinin biri: “Siz Müslüman değilsiniz, Türk de
değilsiniz, sizi ta Japonya’dan buralara getiren duygu nasıl bir duygudur?” “İnsan sevgisi, doğa sevgisi. Bu
dünyada, bu evrende hepimiz aynı geminin içindeyiz. Tümümüz birbirimize
muhtacız. Acılarımızı ve sevinçlerimizi paylaşamadıkça mutlu olamayız. Miyazaki
son nefesini verirken bile gülümsüyordu.” Japonlar
oldukça farklı bir ulus. Onların bizim gibi ne kutsal peygamberleri var ne de
kutsal belli günleri. Tek tip ibadetleri de yok. Taoizm, Konfüçyanizm, Sintoizm
gibi içi sevgiyle doldurulmuş inançları var. Tüm inançlarının özünde iyilik
yapma, doğayı, insanları sevme felsefesi yatıyor. Olaylar karşısında
telaşlanmadan akıl yürütmeyi, sorgulamayı biliyorlar. Diğer uluslar gibi kendi
yarattıkları Tanrılarını suçlayarak kendilerini aklamayı düşünmüyorlar. Japonya’da deprem ve tusunami felaketi
olduğunda insanlığa ders verdiler. Yağma yapmadılar, paylaşmayı bildiler.
Sadece kendilerini değil başkalarını da kendileri kadar düşündüler. Ağlayıp,
çırpınmak yerine en az zararla nasıl kurtuluruz diye düşündüler. Atom
santrallarında başkalarının yaşaması için ölmeyi bildiler. Kalabalık dağılırken bir de baktım
koltuk değneğiyle Aysun Öğretmen de gelmiş oraya. Japoların konuşmalarını
dinlerken ağlamış. Gözünün yaşını siliyor elinin tersiyle. “İnsan gibi yaratılmak doğanın bir
lüfu da insan olmak ne kadar zor görüyor musun? Bizim Musa’yı, İsa’yı, Muhammet’i inanalarımız insanlık dersinden ikmale kaldı.
Bu gidişle bu derslerden geçmeleri de zor. Ne kadar yabancılaştık birbirimize…” Ağlıyordu, umutsuz, kara
gözlerini kapatarak mırıldar gibi sürdürdü konuşmasını. “O
sevecen insanlar kaybolup gittiler. Köy sokaklarında, tarlalarda türkü sesleri
kesildi. O paylaşımcı insanlar da yok artık. Büyük kentlerin caddeleri gibi en
küçük köy sokaklarındaki gülüşler yok
oldu. Acılar çöreklendi yüreklere. İnsan
gülüşleri, türküleri, manileri, şiirleri gün geçtikçe eksiliyor. İşe giderken
yollarda mırıldanan insanların türküleri, şarkıları da düştü dudaklardan. Sözde
şairi bol bir ülkede yaşıyoruz, şiirler, kitaplar da okunmaz oldu. Seviler
de tükeniyor bir bir. Her geçen gün kendimize, kültürümüze yabancılaşıyoruz.
Japonlar özlerine sahip çıkmayı iyi biliyorlar. Biz, paraya tapanların
esrarıyla bizi biz eden değerlerimizi yitiriyoruz. Nerde o altmış sekiz kuşağının insan sıcaklığı?
Kimileri bırakıp gidiyorlar. Nereye gidersen git, kendinden kaçabilir mi insan?
Yüzler el kapıları kadar yabancı, her yer yamalı bohça. Sevdanın en katmerli
yerinde, “Haydi kalk gidiyoruz,” diyen ölün var. Hep yarım kalıyor sevdalar.
Her bitiş yeni bir başlangıçtır, biliyorum. O kadar önemli de değildir bırakıp
gitmeler. Ardında doldurulması olanaksız boşluklar bırakmazsa eğer. Kardan
adamın saltanatı gibi bizim yaşantımız, güneş doğunca eriyip yok oluyoruz.” Aylardan kasım, hava ayaz mı ayaz, kar
yağıyor yıkık evlerin, çadırların üstüne. Bebelerin elleri morarmış, yüzü
gözyaşı, burunları sümük. Gökyüzüne kalkan eller umutsuz, çaresiz. Hani
yaratılanı severdik yaratandan ötürü. Kuru laflarla karın doymuyor, üşüyor
çocuklar… Ta
Japonya’dan buralara gelip de insanlık adına canını veren Dr. Atsushi Miyazaki’den utanıyorum ben.
Biliyorum tenler ölse de tinler ölesi değil. Miyazaki’nin ruhu dolaşıyor
çığlıklı tepelerde. Bir çocuğun ipek hışırtılı sesi konar koyaklara. Muhteşem
mahsumuyetten, incinmişlikten paramparça olur yüreğiniz… Günaydın Miyazaki, seni tapıyorum! Günaydın
insanlık, sizi arıyorum! 11/11/ 2011 GIDI GIDI TRENİ Etem
ORUÇ “
Deli Hatce” derlerdi Hatice teyzeye. Evi istasyona oldukça yakındı. Bir tren
sesi duydu mu duramazdı yerinde, hemen istasyona koşardı.
“ Tren sesini duydu ya gidiyor mahallenin
delisi,” derlerdi komşuları. Treni görünce, orta boylu kadının
gözleri, kırık camlar gibi parlardı. Tren, sanki yavuklusunu getirmiş de onu
ararcasına dolaşırdı vagonlarda. Beyaz, tüysüz kollarını saracak sanki
sevgilisinin boynuna. Ya da hiçbir zaman gelmeyecek sevdiğini düşlerdi
vagonlarda… Tren giderken de nişanlısını askere yollayan gonca gül gibi
bükülürdü boynu. Bakakalırdı giden trenin ardından. Hatice teyze epeyce
yaşlıydı. Yüzü, kırış kırıştı. Denizler gibi dalgalı yüzünün her dalgasında bir
hüzün, bir acı gizliydi. İstasyon ve istasyonun güneyinde sergilenen kapkara,
koca lokomotif, onun sığınağı gibiydi. Bazen sevecen bakışlı ninesinin ayakları
dibine yatarcasına uzanırdı lokomotifin gölgesine. Bazen de istasyondaki
banklara yatardı. Allı pullu, renk renk giysisiyle onu uzaktan görenler hemen
tanırdı. O, istasyon meydanının gülüydü. Görevliler bir gün görmeseler hemen
sorarlardı.
“ Hatice teyze bugün gelmedi, bir şey mi oldu
acaba?” diye. Üstü nilüferle kaplı bir göl gibiydi. Ne kadar deşsen görünmezdi
dibi.
Erken gelen bir sonbahar günü, sabah
ezanı daha yeni okunuyor. Şimşekler gökyüzünün karanlığını yırtıyordu. İstasyon
sundurmasına yansıyan turuncu ışığa belli belirsiz bir kadın gölgesi düştü.
Satış gişesinin önünde hiçbir kıpırtı yoktu. Yüzü gülüşlerle nakışlı, kıvırcık,
kırlaşmış saçları harelenen kadın banklara uzanıverdi. Derin
uykulara dalmıştı birdenbire. Derin derin soluk alıp veriyor, yüzünün
mimiklerinden korkulu bir düş gördüğü belli oluyordu. Kısa parmaklarıyla yüzünü
kaşıdı. Sinsi gülüşüyle gamzeleri derinleşti. Uzun, kara kirpikli gözleri
şimşekle beraber açılıp kapanıyordu. “
Aç kapıyı, kapatma, kapatma! Şu kısacık ömürde rezil etme beni! Karabasanlar
gidin başımdan!” Kedi kendine sayıklıyordu.
Gişenin ışığı yandı. Sanki ağır bir
yükün altından çıkarcasına bir “oh” çekerek banka sırtını dayadı. İçinde
dillenen duygular dudaklarında dondu kaldı. Hiçbir şey düşünemez oldu. Gözlerinde hâlâ o kireç badanalı evin titrek
ışıkları yanıyordu. Güz yaprakları sabah yeliyle savrulurken özlemler uçukladı
dudaklarında.
Ayağında kara lastik, yüzünde
incecik bir çizik, gömleğinin üç düğmesi eksik bir simitçi yaklaştı yanına.
Simit tepsisini uzattı ona. Simidin iyice kızarmışından bir tane alan teyze
cebine davrandı. Simitçi çocuk elini uzatarak:
“ Ne yapıyorsun ana. Sakın ha!”
diyerek elini tuttu.
Bizim
yüzümüze bakarak:
“O benim uğur anamdır. Benden bir
simit aldı mı tüm simitlerimi kısa sürede bitiririm. Simitçi, simitçi!” diye
bağıra bağıra gitti. Yanına oturduğumda dağınık
saçlarının gölgelediği yüzü, ışıklarla değişip duruyordu. Atmacanın avına
bakışı gibi -sen de nereden çıktın- dercesine dik dik baktı yüzüme. Gözünün
üstündeki kalın damar, ince, kırışık tenini titreterek atıyordu. İkilem
içindeyim. Konuşsam mı konuşmasam mı? Sanki konuşmaya başlarsam sözcükler
büyüyü bozacak, onunla aramda kurduğum gizil düşlerin yıkılacağını düşünüyorum.
Ama merakım ağır basıyor yine. “
Hatice teyze, size bir şey sorabilir miyim?” Sor bakalım dercesine gözlerini
kapadı. “Sizdeki tren sevdası nereden geliyor?” dedim.
Daldı gitti ıraklara…
“ Zamanı mıydı şimdi,” dercesine durgun
gözlerle boş boş baktı. Kuruyan dudaklarını yaladı diliyle.
“Babam,” dedi. Sabırsızca kendisine
baktığımı görünce konuşmasını sürdürdü. “Babam trende makinistti,” dedi.
Anılar burgacının derinliklerine dalıverdi. “
On altı yıl lokomotiflerde makinistlik yaptı babam. Gitti mi üç, dört günde bir
gelirdi evimize. Nazilli Sümerbank Fabrikası açılınca evime yakın olayım diye
fabrika ile istasyon arasında çalışan küçük motorlu trende çalışmaya başladı.
Bu küçük tren giderken “gıdı gıdı” diye ses çıkardığı için halkımız ona Gıdı
Gıdı Treni dedi. Tren istasyona gelirken ben koşardım önüne. Sarılırdım babama,
bana çıtır gevrek alıverir, sonra da hoplaya zıplaya okula giderdim.
İlkokul ikinci sınıfa gittiğim
yıldı. Ekimin sekizi miydi ne, babam eve telaşlı geldi. Olağan üstü bir şey
olduğunu onun yürüyüşünden anlamıştım.
“ Yarın Nazilli’ye Atatürk’ümüz
geliyor. İstasyondan fabrikaya kadar da benim Gıdı Gıdı Treni ile gidecekmiş. ”
Nasıl da heyecanlıydı babam, titriyordu.
“Kızım sen de en güzel giysilerini
giyip istasyona gel. Sana Gazi’yi göstereyim,” dedi.
Bana da bir heyecan sardı ki
sormayın. Kalbim yerinden fırlayacak sanki. Sabaha kadar doğru dürüst
uyuyamadım. Gözlerimi kapar kapamaz Mustafa Kemal’in altın saçlarını, ışıklar
saçan mavi gözlerini görüyorum.
Babam çok erken gitti fabrikaya. Ben de
hazırlanıp kelebek gibi kollarıma açıp koştum istasyona. İstasyon allı morlu
giysili kadınlar, çocuklar, kasketli amcalar tarafından doldurulmuş. İğne atsan
yere düşmez derler ya ta öyle.
Saat öğleye yakındı, on bir gibiydi.
Bir tren düdüğü duyuldu Aydın yönünden. Halk duramıyor yerinde. Kalabalık,
demiryolu boyunca koşmaya başladı. Bekçiler, demir yolu görevlileri zor
durdurabildi kalabalığı.
Yeni Mahalleden lokomotifin dumanı
göründü, ardı ardına da düdüğünü çalıyor. Ortalık mahşer yeri, koca lokomotifin
dumanından ateş böcekleri uçuşuyor gökyüzüne. Çınar ağacının yapraklarını göğe
savurarak girdi istasyona. Bir alkış tufanı kapladı her yere. Atatürk’ü gördüm
trenin penceresinde. Pencerenin camını indirmiş, kollarını dayamış, el
sallıyor. Sanki onun olduğu vagondan bir ışık yükseliyor. Kalabalık Halkevi’ne yöneldi. Babam
beni omzuna bindirdi ama yer gök insan, ne kadar uzansam da bir türlü
göremiyorum. Bir süre sonra o kalabalık yine istasyona yöneldi. El çırpanlar, “Yaşa, var ol Paşam!” diye
bağıranlar, ağlayanlar…
Babam da ağlıyordu.
“ Neden ağlıyorsun baba?” dedim.
Eliyle
gözlerindeki yaşı silerken:
“ Sevincimden kızım, sevincimden. Allah’ım
ölmeden beni Ata’mı gösterdi ya şükürler olsun!” diyordu. Babam beni Gıdı Gıdı Treni’nin
sürücü bölümüne oturttu. Atatürk, kızı Afet hanım ve seçkin konuklar trenin
vagonuna bindiler. Tren yavaş yavaş hareket etti. Demiryolu kenarları insan
kaynıyor. Kalabalık, bir ırmak gibi trenle beraber fabrikaya akıyordu. O coşku,
o heyecan ancak yaşanır… Ata’mızın kısa konuşmasından sonra
Türk Ulusunu giydirecek olan Türk işçileri, kadınlı erkekli Atatürk’ün önünden
geçtiler. Atatürk, ilk kısmın önüne gelerek kırmızı kurdele bağlanmış sarı
madenden, Sümerbank harfleri ile yapılmış bir anahtarla kapıyı açtı. Herkes
içeri girdi.
Fabrika müdürü Atatürk’e karşı saygıyla
eğilerek:
“ İşletmek için emirlerinizi bekliyorlar efendim,”
dedi. Dört yüz seksen makine gürültü ile çalışmaya başladı.
Atatürk:
“ İşte halkımıza mutluluk verecek sesler,”
diyordu. Makineler işliyor, kumaşlar dokunuyor, renk renk çiçeklerle
bezeniyordu basmalar. Fabrikadan dönerken herkes Atatürk’ten
söz ediyordu. Benim yürüyüşüm bile değişmişti. Çünkü ben Atatürk’ü görmüştüm.
Ertesi gün okulda da hep Atatürk ile ilgili konular konuşuldu.
Öğretmenim bana bakarak:
“ Hatice sen babanla Ata’mızı daha yakından
görmüşsün, duygularını anlatır mısın?” dedi. Omuzlarım sanki dağlara yükseldi,
öyle gururlandım ki: “Öğretmenim, elleri çok kocamandı.
Yüzü ışık içindeydi, tam olarak seçemedim.” dedim. Sınıftan bir gülüşme sesi yükseldi.
Halkımız, ekmek tekneleri olan bu fabrika
için türküler de yaktı.
“Nazilli basmaları, Nazilli’de dokunur/
Mektup yazma sevdiğim, postaneden okunur,” diye. Bizim mahallenin çocukları da Gıdı Gıdı
adını çok sevmişlerdi. Herkes kedisinin adını Gıdı Gıdı koydu. Tren mahalleden
geçerken çocuklar, “ gıdı gıdı, gıdı gıdı!” diye bağrışırlardı.
Zaman nasıl da çabucak geçiveriyor.
Sanki bir düştesin, gözlerini bir açıyorsun her şey yok oluvermiş.
Atatürk’ümüzün açtığı o koskoca Sümerbank Fabrikası kapatıldı. Gıdı Gıdı
Treni’ni de tutsak edip kapamışlar fabrikaya, demir parmaklıkların ardına. Dili
olsa da bir konuşabilseydi. Neler anlatırdı kim bilir…
Tren sesi duyunca susamı yeni kavrulmuş, gevrek kokusu yayılır içime.
Babam yeşerir gözlerimde, bir de kara tren türküsünü duyumsarım. “ Kara tren gelmez mola/ Düdüğünü çalmaz
mola… Hatice teyzeyi bir daha göremedim.
Nerede bir tren sesi duysam ya da görsem hep O canlanır gözlerimde. Not:
“Kültürünü ve tarihini sahip çıkmayan ulusların coğrafi sınırlarını düşmanları
çizer.”