Ressam,
ünlü edebiyatçı Peyami Safa'nın yeğeni (D. 1934, İstanbul – Ö. 6 Aralık 2018,
İtalya). 1957'de İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nden mezun oldu. 1959
yılında Paris'e yerleşti. İlk yıllarında L' Atelier di Patrice ve L’ Atelier di
Pors litografi gibi atölyelerde çalıştı. Ardından önce Roma'ya sonra da
Toskana'da Elba adasına yerleşti, burada 45 yıl yaşadı. 1959 ile 1964 yılları
arasında İstanbul, Stockholm ve Paris gibi şehirlerde sergiler açtı. 1989
yılında düzenlenen İstanbul Bienali'ne 'Şeytan Üçlemesi' adlı çalışmaları ile
katıldı. Aynı yıl Ankara'da 'Yılın Sanatçısı' seçildi.
Ekspresyonist
özellikte resimleriyle tanınan Behçet Safa, Peyami Safa 1961 yılında vefat
ettiğinde amcasının mirasını reddetmişti. 2004'te İhsan Yılmaz'a verdiği
röportajda Elbe Adası'ndaki hayatını ve Amcası Peyami Safa'nın mirasını
devretme hikâyesini anlatmıştı.
"Amcamın
bir oğlu vardı ama askerlik yaparken mayın patlamış ve ölmüştü. Amcam öldüğünde
Paris’teydim, yengemden bir mektup geldi. Amcan borç bıraktı, kitaplarının
telif hakkının tamamını bana verir misin, diye. Çünkü mirasın yarısı bana
kalmıştı. Ben de devrettim o zaman. Şimdi ise tek várisi ben kaldım. Yıllar sonra
yine çıktı amcam karşıma. Geldiler bana para verdiler 35 bin Euro. Hortladı
birden burada amcam. Bunları alıp yakabilirim diye de düşündüm. Ama hayatımda
ilk defa havadan para geldi. Aldığım parayla sağa sola borçlarımı kapatayım
dedim baktım 20 bin Euro zaten borcum varmış."
KAYNAKÇA:
Elbe’de Marjinal Bir Türk (Hürriyet
Kelebek eki, 31.10.2004), Ressam Behçet Safa hayatını kaybetti
(hürriyet.com.tr, 06.12.2018).
ELBE’DE MARJİNAL
BİR TÜRK
Röportaj: İhsan
Yılmaz
Behçet
Safa adını resimle çok yakından ilgilenenlerin dışında pek bilen yoktur
Türkiye’de. Ancak soyadı bir çağrışım yapabilir. Evet, ressam Behçet Safa, ünlü
yazar Peyami Safa’nın yeğeni.
30
yıldır İtalya’nın Elbe adasında yaşıyor. Daha önce Türkiye’de bir kaç sergi
açmış, 1989’da İstanbul Bienali’ne ‘Şeytan Üçlemesi’ adını verdiği
uçurtmalarıyla katılmış. Son olarak da 1996’da seretonin sergisine katılmış.
Şimdi ise bir sergiyle değil, nefret ettiği amcası sayesinde gündeme geldi.
Peyami
Safa’nın kitaplarını basmak isteyen Alkım Yayınevi telif ödeyecek bir váris
ararken buldu Behçet Safa’yı. Yayınevinin sahipleri Savaş ve Başar Arslan, Elbe
adasına gittiler, 35 bin Euro karşılığında Peyami Safa’nın bütün yayın haklarını
satın alıp döndüler. Behçet Safa’nın hikayesini bu bağlantıları kuran yazar
Ferit Edgü’den dinler dinlemez hemen Sebati Karakurt ile İtalya’nın yolunu
tuttuk.
Napolyon’un
sürgün yeri, bugünün turizm cenneti Elbe’ye gitmek kolay değil. Roma’dan Torino
ekspresine binmek, Campiglian Marittima istasyonunda inip Piambino’ya başka bir
trenle devam etmek, oradan feribotla Elbe’deki Portoferraio’ya gitmek, sonra
taksiyle Capoliveri’ye ulaşmak gerekiyor.
Capoliveri
adanın arkasında bir köy. Behçet Safa 30 yıldır burada. Meydanda adını kime
sorsanız atölyesini gösteriyorlar.
Üçüncü
kez kırdığı bacağı yüzünden bastonla dolaşan, beyaz sakallı 71 yaşındaki Behçet
Safa atölyesinde karşılıyor bizi. İstanbul’dan ısmarladığı kuş üzümü, çam
fıstığı, kalaylı bakır tepsi, rakı ve en adisinden göbek havası CD’lerimizi
veriyoruz kendisine.
Atölyesine,
haklı olarak çöplük adını vermiş. Her taraf yarım kalmış projeler ve son
yıllarda yaptığı mukavva çerçevelerle dolu. Yan tarafta tahtadan küçük bir
tezgah ve Üçüncü Dünya Mutfağı adını verdiği ocağı. Yine kendisinin yaptığı
asma katta yatağı ve üzerinde Kadınlar Hamamı yazan gömme banyosu.
SAFA AİLESİNİN
HİPPİ ÇOCUĞU
Ertesi
gün başlıyor hayatını anlatmaya ve üç gün boyunca durmadan konuşuyor.
Behçet
Safa, gazeteci İlhami Safa’nın oğlu. Karakter olarak kendisini çok benzettiği
annesi iki yaşındayken evi terk edip Fransa’ya moda öğrenmeye gitmiş. Behçet
Safa Akademi’de resim okurken babasını kaybetmiş ve Nişantaşı’ndaki evlerini
Akademililerin kantinine dönüştürmüş. Remzi Kitabevi’nin sahibi Remzi Bengi’nin
kızıyla evlenmiş. Diplomasını saygı gereği amcası Peyami Safa’ya sunarak askere
gitmiş. Sonra da evliliğini bitirip 1959’da Fransa’ya, bohem hayatın ortasına
atmış kendisini.
NAPOLYON’UN
İZİNDE BU ADAYA YERLEŞTİ
Gerçek
değerimin ne olduğunu orada öğrenmek istedim diyor, çünkü aile soyadından
kurtulamıyor bir türlü Türkiye’de. Gerçi Fransa’da da bırakmamış Safa soyadı
peşini. Sağcı amcasına kızan bütün solcu arkadaşları ona etmek istedikleri tüm
küfürleri hep yeğenine etmişler.
Resim
yapıp satarak yaşamaya çalışmış Paris’te. Hatta ilk yıllarında gençler
bienalinde eseri ilk yirminin arasına girmiş, Andre Malraux’dan övgü dolu
mektup bile almış. Hayatta kalabilmek için dükkanların önünden süt bile çaldım,
diyor. Roma’da açtığı bir sergi sonrasında Napolyon’un izini sürerek Elbe
adasına gitmiş. Yıl 1967. İki yıl sonra da tamamen yerleşmiş adaya.
İLK GÜNDEN BERİ
SPONSORU KASAP FRANCO
Elbe’nin
Capoliveri köyünde kaldığı otelin sahibi etraf pislenir diye resim yapmasına
izin vermeyince yolu hayatını etkileyen en önemli kişi olan kasap Franco
Ambrogi’yle çakışmış. Otelin karşısındaki boş mahzenin sahibi olan Franco’ya
gitmiş ve kırık dökük İtalyancası’yla orayı kiralamak istediğini söylemiş. Ama
yanlışlıkla ‘ebediyen’ diye bir kelime kullanmış. Franco gülerek kabul etmiş bu
isteğini ve gerçekten ebediyen orası kendisinin olmuş. Çünkü hálá o atölyede
yaşıyor.
Kasap
Franco bir oğul gibi davranmış Behçet Safa’ya. Yiyeceğini, içeceğini ve
harçlığını vermiş. O da resim yapıp sattıkça kazandığı bütün parayı Franco’ya
emanet etmiş. Franco öldükten sonra iki oğlu da kardeşleri yerine koymuşlar
onu. Hatta ona, merak etme öldükten sonra seni papaza vermeyiz, atölyenin içine
bir mezar yapar oraya gömeriz ve burasını da senin müzen yaparız diyorlarmış.
Onun isteği ise ölünce üniversitede kadavra olmak.
Atölyenin
kapısında İngilizce ‘içeri girmeyi aklının ucundan bile geçirme’ yazısı var. Bu
yazının sanat meraklısı genç kızları çektiğini biliyor. Çünkü kadınlar onun
için hálá vazgeçilmez bir tutku. Son yıllarda kafasına taktığı konu ise
‘porno-politik.’ Hangisi daha ahlaklı, sorusunun cevabını çoktan vermiş çünkü.
ELBE’DEKİ
YAŞANTIM
KUTU BALIKLARI
VERİYORDUM LOKANTADA YEMEK YİYORDUM
İlk
defa on günlüğüne 1967’de geldim Capoliveri’ye. Hippi zamanı para yok. Porto
Azzuro’da balıkçılarla gidip ağ çekiyordum. En iyilerinden bir kutu balık
veriyorlardı bana, ben de balıkları lokantaya verip bütün hafta orada yemek
yiyordum. Capoliveri manzarası resimler yapıp satıyordum bir yandan.
Utanıyordum da figüratif resim yapmaktan. Biri çıktığında 30 bin lirete
satıyordum. 10 bin liret bilet parası, 20’si cepte, güneşten yanmış, trenle
Paris’e gidiyordum. Le Select kahvesine girip herkese içki ısmarlıyordum. Bir
süre Paris ve burası arasında mekik dokudum. Sonra burayı tercih ettim.
KIZIL TUGAYLAR
ÜYESİ OLMAKLA SUÇLANDIM
Bir
arkadaşım iki lezbiyen kadın göndermiş buraya. Ağustos ayı, oteller tıklım
tıklım. Atölyede kalmaya başladılar, barlara takılıyorlar. Ama öyle alımlılar
ve özgür davranıyorlar ki burada yaşayan emekli bir jandarma komutanı bana
haber göndermiş, tanıştırmak için kaç para istiyor diye. Türküz ya bana bir
dokundu bu. Atölyenin hemen üstünde de adanın jandarma komutanı yaşıyor. İkisi
de bana gıcık. Ben de bunlara hakaret ettim herkesin içinde.
Sonra
birden Kızıl Tugaylar sempatizanı olmakla suçlandım. Dosyam hazırlanmış 15 gün
içinde İtalya’yı terk etmem isteniyor. Türkiye’de de 12 Eylül ihtilali yeni
olmuş. Karar verdim ya İsveç’e kaçacağım, ya da Küba’ya. Şansım yaver gitti ve
İtalyanlar beni kurtardı.
Livorno’ya
yabancılar şubesine gittim. Yasak ama sana dosyanı gösterelim dediler. Şöyle
suçlamalar vardı: Devamlı Paris’e gidiyor, arzu edilmeyen insanlarla görüşüyor.
300 bin liretlik elektrik parasını ödemedi. Polislere kötü gözle bakıyor ve
kötü cevap veriyor.
Adadaki
Liberal Parti’nin sekreteri beni bir hakime götürdü. Çok dürüst bir adam. Benim
gittiğim büroyu arayıp suçlamaları sordu ve şöyle dedi: Tamam Safa’yı atalım
İtalya’dan ama bunu dünyaya anlatırsa İtalya’yı nasıl müdafaa ederiz? Sonra
bana, sen merak etme İtalya henüz bir polis devleti değil, dedi. Böylece
atlattık meseleyi.
STÜDYOYA GELİP
ÇÖP VERGİSİ İSTEDİLER
Stüdyo
ben kiraladığımda mahzendi. Ruhsatı da kontratı da hálá yok. İnşaat yeri olarak
gösterdik ve öyle telefon bağlattık. Bir ara da gelip yıllardır çöp vergisi
ödemiyorsunuz demezler mi? Ben de, zaten burası çöplük bir de benden vergi mi
istiyorsunuz, isterseniz bunu gazetecilere anlatayım dedim. Aman, aman, dediler
tamam senden çöp vergisi falan almıyoruz.
NAPOLYON’UN
ADASI
Elbe
Adası (İtalyanca Elba), İtalya’da Toskana Takımadaları’nın en büyüğü. İtalyan
kıyılarından 10 kilometre uzakta olan Elbe, ulaşımı zor olduğu için 1814’te
Fransa İmparatoru Napolyon’a uygun bir sürgün yeri olarak seçildi. Avrupa
ülkelerinin kurduğu ittifaka yenilen Napolyon buraya gönderildi, orada sayısı
bini bulan kendi adamlarıyla küçük bir imparator olarak yaşamaya başladı. Ancak
aradan 100 gün geçtikten sonra, adamlarıyla adadan ayrılıp Marsilya’ya çıktı,
Paris’e yürüyüp yeniden tahta oturdu. Tekrar yenildiğinde bu kez çok uzağa,
okyanusun ortasındaki Saint Helene adasına gönderildi. Alexandre Dumas’nın
meşhur ‘Monte Cristo Kontu’ romanında da, Elbe Adası’nın önemli bir rolü vardı;
yazar Monte Cristo adasını Elbe’den görülen kayalık küçük bir adayı ilham
alarak yaratmıştı. Böylece meşhur olan Elbe Adası, 1960’ların sonunda bu kez
Avrupalı hippilerin tercih ettiği bir mekan oldu. Şimdi ise İtalya’nın turistik
yörelerinden biri. Kışın 3 bin olan nüfusu yazın 43 bine çıkıyor. İtalya’da
sağcı Berlusconi iktidarda olmasına rağmen, adanın belediye başkanı komünist.
HEP
KAZIKLANDIĞIM İÇİN RESMİ BIRAKTIM
Bir
gece uyandım, karnım aç, zeytinyağı bile yok. Ama stüdyo aldığım resim
malzemeleriyle dolu. Milano’dan 50 metre en iyi kenevirden almışım, en iyi
tahtadan şasiler yaptırmışım, en iyi akrilik Amerikan boyalarını kullanıyorum.
Zengin bir kadın geliyor resim almaya, pahalı buluyor. Ben de diyorum ki,
hanımefendi resim pahalı değil sizin aranızda yaşamak pahalı. Almanya’daki
galericiden kazık yemişim, Türkiye’de aynı şey olmuş. İşte o gece tüm bunları
düşünüp bıraktım resim yapmayı. Kültür satılmaz, yapılır.
KAZANIRSAM
PARAYI HATIRALARA YATIRIYORUM
Burada
turizm artınca eşeklerin bağlandığı ahırları pansiyona dönüştürdüler. Şimdi bir
eşeğin bulunduğu yere dört eşek koyup para alıyorlar. Zengin Almanlar keşfetti
burayı önce, tarlalar satın aldılar. Burada ilk Alman’a arazi satan adamdan bir
ders aldım. Bütün parasını fahişelerle yemiş. ‘Paraları hatıralara yatırdım’
dedi. Ben de öyle yaşıyorum şimdi, kazanırsam parayı hatıralara yatırıyorum.
NAZIM VE
ABİDİN’LE TAKILIRDI
Peyami
Safa, Abidin ve Nazım, Beyoğlu’ndaki lüks Konak Oteli’nin önüne gidip oradan
çıkanlara pis burjuvalar diye bağırırlarmış. Babam da terbiyesizlik etmeyin
diye azarlarmış bunları. Sonra amcam parayı bulup şöhret olunca o otelde
evlendi. Önce komünistti, çünkü Abidin’de de Nazım’da da para var, onlarla
beraber içmek için komünist olmuştu. Parayı görünce döndü, Akademi’nin en güzel
kızıyla evlenip balayına Venedik’e gitti.
HİTLER’İN İMZALI
KİTABI VARDI
Amcam
İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’i tutardı. Nazi bayrakları, hatta Hitler’in
imzalı Kavgam kitabı vardı. Ufacıktım, o radyodan savaşı dinler ve kumandan
gibi harita üzerinde Nazi ordusunun Stalingrad’a kadar nasıl gidip döndüğünü
takip ederdi. Bana bir keresinde hastalar ölsün ve sağlıklı, ari bir ırk olsun
istiyorum, dedi. Kendisi hasta, önce onun intihar etmesi lazım.
MENDERES’İN
KONUŞMALARINI HAZIRLARDI
Babam
öldükten sonra hürmeten pazar günleri amcama öğle yemeğine giderdim. Telefonla
Menderes’in konuşma metinlerini yazdırırdı Ankara’ya. Yine böyle bir öğle
yemeğinde senin hocalarının hepsi komünist, sen de komünist olmuşsun diye beni
evden attı. Daha sonra ihtilal olup askerler Menderes’i astıklarında bir
yazısını okumuştum bir gazetede. İşte bu ülkenin gerçek idarecileri Osmanlı’dan
beri paşalardır, diye. Böyle döneklik olur mu?
SON MEKTUBU
HAYATIMI ETKİLEDİ
Paris’e
gelişimin üçüncü ayında amcamdan bir mektup aldım. Bütün dehasını yansıtmıştı
mektubuna. Sen Türkiye’de yapamadın, Paris’te hiç yapamazsın, eğer orada
kalırsan, sonun Paris köprülerinin altıdır, evsiz olarak yaşayacaksın, diyordu.
Çok bozuldum bu mektuba. Abidin Dino’ya telefon ettim hemen. Okudu mektubu ve
tipik Peyami Safa işte, sen moralini bozma dedi. Ama mektup kafamda yer etti
bir kere. Dolaşırken hep kaldırımlarda yatanlara bakıyor, acaba gelecekte ne
olacak diye düşünüyordum. Şimdi evsizim ve kartonlarla çalışıyorum.
BURADA DA PEŞİMİ
BIRAKMADI
Amcamın
bir oğlu vardı ama askerlik yaparken mayın patlamış ve ölmüştü. Amcam öldüğünde
Paris’teydim, yengemden bir mektup geldi. Amcan borç bıraktı, kitaplarının
telif hakkının tamamını bana verir misin, diye. Çünkü mirasın yarısı bana
kalmıştı. Ben de devrettim o zaman. Şimdi ise tek várisi ben kaldım. Yıllar
sonra yine çıktı amcam karşıma. Geldiler bana para verdiler 35 bin Euro.
Hortladı birden burada amcam. Bunları alıp yakabilirim diye de düşündüm. Ama
hayatımda ilk defa havadan para geldi. Aldığım parayla sağa sola borçlarımı
kapatayım dedim baktım 20 bin Euro zaten borcum varmış.
SAĞ KESİMİN
SİVRİ KALEMİ
Ünlü
romancı Peyami Safa (1899-1961) polemikleriyle tanınan bir köşe yazarıydı.
Server Bedi takma adıyla best seller romanlar ve meşhur Cingöz Recai
polisiyelerini yazdı. Kendi imzasıyla yazdığı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu,
Fatih-Harbiye gibi klasikleşen romanlar da bıraktı. Sağ kesimin sivri
kalemlerinden biriydi. Hatta Nazım Hikmet onu şiirleriyle yerden yere vurdu.
Öldüğünde Son Havadis Gazetesi’nin başyazarıydı.
JÖNTÜRK DEDE,
GAZETECİ BABA
Büyükbabam
İsmail Safa Darüşşafaka’nın müdürüymüş. Jöntürklerden. İhtilal yapacak ve
cumhuriyeti getirecek. Olur mu öyle şey padişah var. Dört kardeşler, iki kız
iki erkek. Erkek kardeşi de İstanbul Valisi. Bana dokunmazlar diye düşünüyor.
Babam altı yaşındayken kardeşinin polisleri geliyor ve büyükbabamı Sivas’ın bir
köyüne sürüyorlar. Orada ciğerlerinden rahatsızlanıp ölmüş. Aileye de kimse
yardım etmiyor korkudan. İki kız veremden ölmüş, amcam da verem olmuş.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda anlattığı hikaye bu. Tek yardım eden Dino Paşa
oluyor. Abidin Dino’nun babası.
Babam
İlhami Safa, bana anarşizmden falan bahsetmedi kendisi de bilmiyordu ama
öğrettiği şeyler çok anarşistçeydi. Bayraklara inanma derdi mesela. Babam
Babıali’de çok yoruldu. Kontrat yapmazdı, iş yürüyünce atarlardı bunu.
Yenisabah’ı kurdu mesela. Gazete tutunca da attılar işten. Ya en lüks otelleri
hatırlıyorum, yahut küçük bir odada babamın arkasında uyuduğumu.
Emeklilik
mezarlığa pasaporttur
Bacağım
kırıldıktan sonra hastanede yatarken belediyenin sosyal yardım işlerine bakan
kadın geldi ve neye ihtiyacım olduğunu sordu. Ben de mektup kağıdı, kalem ve
sigara istedim. Anladı beş paramın olmadığını. Size emeklilik aylığı
bağlayabilirim dedi. Yoo dedim, İtalya’da askerlik yapmadım, İtalyan değilim ve
İtalya bana çok iyilik yapıyor. Onu alırsam mücadele gücümü kaybederim. Buraya
geldiğim ilk yıllarda deli bir köylü, emeklilik mezarlığa pasaporttur, demişti.
Ben de ona inanıyorum.
Terörist demode
oldu artık hororist olacaksın
Terörist
demode oldu, artık hororist (korku salan) olacaksın. Aynı fikirde değilsen
hemen terörist diyorlar insana. Ben vatan hainiyim ve en son durumda kendime de
hainim. Yani her şeye, herkese karşıyım. Anarşizmin egzajere edilmiş haliyim,
hororistim. Burada ihtiyar bir anarşistten aldığım ilk ders şuydu: Ne istersen
yap; ahlak yok, kanun yok ama beni rahatsız etme. Benim vatanım 30 santime 30
santimdir. Yani iki ayağını yan yana getirdiğin zaman çıkan ölçü. Orada da kimse
hükmedemez sana.
MARANGOZ
LOUVRE’A VALİ DISNEYLAND’A GİDİYOR
Köyün
marangozu Tarcizo Floransa’ya gidip kapıları, pencereleri inceliyordu nasıl
yapmışlar diye. Sonra müze gezmeye başladı. Botticelli, Leonardo, araştırıp
okuyor. Fransa’ya gidince Louvre’u geziyor. Beraber Fransa’ya gittikleri eski
Elbe Valisi ise Disneyland’ı geziyor. İşte böyle bir yer Capoliveri.
KASAP FRANCO,
BANA BABAMIN YAPMADIĞINI YAPTI
Kasap
Franco, benim için bir şanstı. Babamın, galericilerin, ülkemin yapmadığını
yaptı, bana kol kanat gerdi. Tabii ki ufak tefek istekleri oluyordu. Kasap
dükkanının duvarlarındaki hayvan resimleri gibi... Oğlu Carlo da (yukarıda
solda) şimdi babası gibi davranıyor bana.
KAYNAK:
Elbe’de Marjinal Bir Türk (Hürriyet
Kelebek eki, 31.10.2004).