Şair ve yazar (D. 21 Mart 1870, Manastır / Yunanistan - Ö. 13 Şubat 1934, İstanbul). Binbaşı Şahabeddin Bey’in oğludur. Ahmet Peyman, Dahhâk-i Mazlum, Dahhâk-i Zalim, Raik Vecdi isimlerini de kullandı. Babasının 1878 Osmanlı-Rus Harbi sırasında Plevne’de şehit düşmesi üzerine ailece İstanbul’a yerleştiler.
İlköğrenimine
Tophane Mekteb-i Feyziyede başladı, bir yıl sonra Eyüp Askeri Rüştiyesine
verildi, okul yıkılınca Gülhane Askerî Rüştiyesine gönderildi, Askerî Tıbbiyeyi
bitirdikten (1889) sonra Paris’te dört yıl cilt hastalıkları ihtisası yaptı
(1890-94). Tıbbiyede iken Muallim Naci ile tanıştı. Ondan, Şeyh Vasfî’den ve
Nasuh Efendizade Mustafa Âsım Efendi’den ilk edebiyat bilgilerini, edebî
kaideleri ve aruzu öğrendi.
Paris’ten
dönüşünde bir süre Haydarpaşa Askerî Hastanesinde çalışıp Karantina İdaresine
geçti. Karantina doktoru olarak Mersin, Rodos, Cidde (sıhhiye müfettişi) ve
çeşitli şehirlerinde görev yaptı. Suriye’de sıhhiye reisliği yaptı, 1908’de
Meclis-i Kebîr-i Sıhhiye âzası olarak İstanbul’a döndü ve Dâire-i Umûr-ı
Sıhhiyeye umumî müfettiş oldu. Birinci Dünya Savaşının ilk günlerinde kendi
isteğiyle emekliye ayrıldı. Siyasi hayata atıldı. 1914’te Darülfünun Edebiyat
Fakültesi Lisan Şubesi Fransızca tercüme müderrisi oldu. İki ay sonra da Batı
edebiyatı profesörlüğüne getirildi.
1919’da
Tetkikat-ı Lisaniye Encümeni âzâlığına atandı. Millî Mücadele yıllarında Kuvayı
Milliye karşıtı tutum takındığı için 1921 yılında Darülfünûn hocalığından
istifa ederek ayrılmak zorunda kaldı. Son yıllarında sadece sanat
çalışmalarıyla meşgul oldu. Fransızca, Almanca, İngilizce, İtalyanca ve Farsça,
biraz da Arapça bilirdi. Sadece edebiyatta değil, tıp alanında da literatürü
yakından takip etti. Başladığı Türkçe lûgatı bitiremeden 13 Şubat 1934’te beyin
kanamasından öldü. Bakırköy mezarlığında gömülüdür.
İlk
şiiri, 3 Kânun-ı evvel 1885’te Saâdet gazetesinde yayımlandı. Daha sonra
Fransızcadan yaptığı bazı mensur tercümeleri aynı gazetede yayımlandı. Hâmid’in
“Bir Kuş” redifli müseddesine yazdığı nazîre, oldukça şöhret kazandı. 1886’da
Leskovikli Hayrettin Nedim’le beraber Sebat dergisini çıkardı. Yeni
tarzda ilk şiirleri Hazîne-i Fünûn’da yayımlandı, asıl şöhretini Mekteb
dergisindeki şiirleriyle kazandı. 1896’dan itibaren Servet-i Fünun’da da
yazmaya başladı. Şiirleri Hazîne-i Fünûn, Maarif, Malûmat ve Mekteb
dergilerinde yayımlandı. Tevfik Fikret bir sohbette “ibdâperver” diye bahsetti.
Türk edebiyatında ilk defa Batı edebî akımlarını ele alan ve değerlendiren
yazılar yazdı.
1908’den
itibaren nesirleriyle tanınmaya başladı. Aşiyan ve Tanin’de şiir
ve makaleler yazdı, Mustafa Mazhar ile Mehmet Kâzım’ın çıkardıkları Hürriyet
gazetesinde başyazarlık yapmaya başladı. Bu yıllarda Kalem dergisinde de
Dahhak-i Mazlum imzasıyla mizahi yazıları çıktı. 1912’de İctihad dergisi
ile Hak gazetesinde düzenli olarak yazdı, Ali Canip’le yaptığı tartışma
önemlidir. Cenap’ın, terkipleri savunması, hece veznini ahenksiz bulması ve
Türkçülük cereyanını propaganda olarak vasıflandırdığı görüşleri Fuad Köprülü
tarafından da eleştirildi. 1918’den itibaren Sabah gazetesinde Suriye
Mektupları’nı yayımlamaya başladı. Aynı yıl Süleyman Nazif’le birlikte Hâdisât’ı
çıkardı. 1918-19 yıllarında Tasvir-i Efkâr hesabına iki defa Avrupa’ya
gitti.
Peyâm’dan sonra 1908’den 1928’e kadar Servet-i Fünûn dergisinde
yazdı. Yakup Kadri ve Ruşen Eşref’le polemikleri oldu. Fransız sembolizminin
etkisindeki şiirleriyle Servet-i Fünûn topluluğunun güçlü şairleri arasında yer
aldı. Servet-i Fünûn dergisi kapatıldıktan sonra nesre yönelerek bu
alanda da ağır diline rağmen ustalığıyla kendisini kabul ettirdi. Edebiyat
tarihi ve şairlerin biyografileri üzerinde çalıştı. 26 Eylül 1932’de Birinci
Dil Kurultayına katıldı, bunun etkisiyle daha sade yazmaya başladı. 16 Mayıs
1933’te Cumhuriyet’te çıkan İnkılâp adlı makalesinde inkılâbı
benimsediğinden ve Gazi’nin büyüklüğünden söz etti. Ders kitaplarında,
antolojilerde adına yer verildi. Fransız şiirini iyi öğrendi, Fransa’da
sembolistlerin çok okunduğu dönemde orada bulundu. Natüralistleri ve
sembolistleri okudu, kendisi Verlaine’i çok sevdiğini, fakat Mallarmé’yi
anlayamadığını ifade eder. Onların etkisi şiirlerinde izlenebilir. Edebiyatla
ilgilenenlerin şiiri kavraması adına önemli etkileri olan poetik yazılar yazdı.
Şiirde bütünlük duygusunu vurgulamaya yönelik denemeler yaptı. Bu
bütünlüğü sağlayan ana unsurlar Mehmet Can Doğan’ın ifadesiyle “ses ve
manzara”dır. Buluşu önceledi. Biçime ilişkin kaygıları vardır, sesi etkili
biçimde kullandı. Şiirinde alegorilerle örülü bir yapı vardır. Temâşâ-yı
Leyâl, Elhân-ı Şitâ gibi şiir adlarından onun göze ve kulağa önem verdiği
anlaşılır. Sanatının bâriz vasıfları, Bilge Ercilasun’un ifadesiyle “aşk
şiirlerinde hissedilen lâkayd ve uzak tavır, tabiat şiirlerindeki insanla
tabiatı bir bütün olarak tasviri, duyulara hitap eden unsurları işleme”dir.
Nesirleri de şiirleri kadar önemlidir. Ona göre üslûpla yaşanılan devir
arasında sıkı bir ilişki vardır. Yayımladığı kitapları dışında, çeşitli
konulardaki yazıları dağınık olarak çeşitli gazete ve dergilerde kalmıştır.
“Şiirlerinde
derunî ahenk vardır. Şiirinin en önemli özellikleri sembolistlerden gelen
istiâre ve âhenktir. Başlıca temleri aşk ve tabiattır. Bu aşk, ‘Son Arzu’
şiirinde santimantal ve romantik, Don Juan’da maddi ve şehvetli bir karaktere
bürünür. Cenab, Hâmid’in romantik, Fikret’in ressam olarak algıladıkları
tabiatın görünmez güzelliklerini tasvire çalışmıştır. Bu şiirin dilini de
kendisi yaratmıştır. Duygularıyla değil, zekâ ve kültürü ile yazan Cenab, bu
vasfından ötürü Fikret’le tezat teşkil eder. Mehmet Kaplan’ın ifadesiyle ‘Cenab
için varlık, yaşanan bir şey olmaktan ziyâde, seyredilen ve işitilen bir
şeydir. Bu bakımdan o, hayatın trajedisini bütün şahsiyeti ile kavrayan Tevfik
Fikret’ten ayrılır.’ Tabiat şiirlerinde yeni bir tabiat-insan kompozisyonu ile
karşılaşırız. Cenab, tabiatın bir ‘rûh-ı kâinat’a sahip olduğuna inanır. En
önemli şiirlerinden biri olan ‘Elhân-ı Şitâ’da bahar saadeti, kış hüznü temsil
etmektedir. Bu şiirde şekil ve üslûbun son derece işlenmiş olduğu görülür. Şiir
oldukça hareketlidir. Ahenk devamlı değişmektedir. Şair vezin, anjanbıman ve
tekrarları, musiki unsuru olarak kullanmaktadır. Şiirde üç ayrı aruz kalıbı
kullanılmıştır. Nazım şekli de değişmektedir. Cenab’a göre karın yağışında
müzikal bir hususiyet vardır. ‘Kış Nağmeleri’ mânâsına gelen ‘Elhân-ı Şitâ’
başlığı ile de bu düşüncesini ifade etmektedir. Şiirdeki tekrarlar, tem, vezin,
şekil, kelime, ses tekrarları gibi çok çeşitlidir. Şiir, duygu bakımından
Cenab’ın diğer şiirlerinden farklıdır. Kaybolan bir saadetin hüznü hâkimdir ve
Kaplan’a göre ‘Ahmet Cemil’in kış şarkısı’dır. Cenab’ın diğer şiirlerinde
görülen duygu yoksunluğu ve kayıtsızlık, bu şiirde yerini hafif bir hüzne
bırakmıştır.” (Bilge Ercilasun)
“Servet-i
Fünûn şiir estetiğinin kurucusu hiç şüphesiz Cenap Şahabettin idi. Servet-i
Fünûn şiirinin her şeyden önce ‘bir sıfat devrimi’ olduğunu ilk defa ispat eden
odur. Servet-i Fünûn’a sembolizm anlayışının bizzat örneğini vererek getiren de
odur. Orijinal yeni imajlar, hayaller, tasavvurlar, alegori ve semboller sokan;
sadece üslup açısından değil fakat aynı zamanda ‘şiir penceresinden dünyayı
seyrediş’ hususunda da Servet-i Fünûn şairlerini etkileyen Cenap olmuştur.” (Hasan Akay)
“Cenab’ın
şiiriyle göstermeye çalıştığı iki unsur, şiir için sesin ve görüntünün
değeridir. Bunları gösterirken yeni ve farklı olanı da tecrübe etmiştir. Onu,
öncekilerden ve neslinden ayıran bu tecrübe, bir zihin şiiri ortaya çıkararak
şairini durdurmuşsa da sonrakiler için yol açıcı olmuştur. Şairin yapmaya
çalıştığının dönemi içinde farklı ve yeni olduğunu görenler, şiirlerindeki
pitoreske ve sese yoğunlaşmışlardır. Poetikanın kurduğu şiir, yorumunu da
beraberinde getirmiştir. Dönemsel okumalarda, şiirlere farklı anlamlar
yüklendiği, yüklenebileceği bilinen bir gerçektir. Hele söz konusu şiirler (Cenab’da
olduğu gibi), poetika ile desteklenmişse yüklenen anlam dönemselliği aşıp
bütünüyle şiire eklenebilmektedir.” (Mehmet
Can Doğan)
ESERLERİ:
ŞİİR:
Tâmât (ilk şiirleri, 1887), Cenap Şehabettin, Hayatı ve Eserleri
(Haz. S.N. Ergun, 1934), Cenab Şahabetin’in Bütün Şiirleri (edisyon
kritikli, haz. M. Kaplan, İ. Enginün, B. Emil, N. Birinci ve A. Uçman, 1984), Evrâk-ı
Leyâl (yay. haz. Gaye Barlas ve İnci Enginün, 2001).
OYUN:
Yalan (1911), Körebe (1914), Merdut Aile, Küçük Beyler, Derse
Devam Edelim.
GEZİ:
Hac Yolunda (1896’da Servet-i Fünun’da tefrika; bas. 1909),
Suriye Mektupları (1917), Avrupa Mektupları (1919).
DİĞER
ESERLERİ: Evrak-ı Eyyam (1915), Nesr-i Harb ve Nesr-i Sulh (1918),
Tiryaki Sözleri (özdeyişler, 1918; ayrıca yeniden Orhan Köprülü ve Reyan
Erben’in hazırlamasıyla 1000 Temel Eser dizisi içinde, 1978), Kadı
Burhaneddin (monografi, 1922), Shakespeare (monografi, 1934), Cenap
Şahabettin ve Vecîzeleri (haz. Mehmet Saka, Vasfı Şensözen 1959), İstanbul’da
Bir Ramazan (1994).
KAYNAKÇA: Mehmet Kaplan / Cenab Şahabeddin’in Şiirlerinde Ses ve
Musiki (Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. 7, sayı: 1-1, 1956), Mücellidoğlu
Ali Çankaya / Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler (c. 2, 1968), Kenan Akyüz /
Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri (1969), Cenab Şahabeddin’in Bütün
Şiirleri (Haz. Mehmet Kaplan ve İ. Enginün – B. Emil – N. Birinci – A. Uçman / 1984),
Mehmet Can Doğan / Başkasına Çalışan Şiir: Evrâk-ı Leyâl (Virgül, sayı: 52,
Haziran 2002), Bilge Ercilasun / Büyük Türk Klasikleri (c. 9, 2004), İhsan Işık
/ Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) –
Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü
Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of
Turkey’s Famous People (2013).
Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş;
Eşini gaaib eyliyen bir kuş
Gibi kar
Geçen eyyam-ı nev-baharı arar…
Ey kulûbun sürüd-i şeydası,
Ey kebuterlerin neşideleri,
O baharın bu işte ferdası:
Kapladı bir derin sükûta yeri
Karlar
Ki hamûşane dem-be-dem ağlar.
Ey uçarken düşüp ölen kelebek,
Bir beyaz rîşe-i cenah-ı melek
Gibi kar
Seni solgun hadîkalarda arar.
Sen açarken çiçekler üstünde
Ufacık bir çiçekli yelpaze,
Na’şın üstünde şimdi, ey mürde,
Başladı parça parça pervaza
Karlar
Ki semadan düşer düşer ağlar.
Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar;
Küçücük, ser-sefid baykuşlar
Gibi kar
Sizi dallarda, lânelerde arar.
Gittiniz, gittiniz siz ey murgan,
Şimdi boş kaldı ser-te-ser yuvalar,
Yuvalarda – yetim-i bi- efgan –
Son kalan mai tüyleri kovalar
Karlar
Ki havada uçar uçar ağlar.
Destinde, ey sema-yi şitâ, Tûde tûdedür
Berk-i semen, cenah-i kebuter, sehab-ı ter…
Dök ey sema – revân-ı tabiat gunûdedir
Hâk-i siyahın üstüne sâfi şükûfeler!
Göklerden emeller gibi rizan oluyor kar,
Her sûda hayalim gibi pûyan oluyor.
Bir bad-ı hamûşun per-i safında uyuklar
Tarzında durur bir aralık, sonra uçarlar.
Soldan sağa, sağdan sola lerzan ü girîzan
Gah uçmada kuşlar gibi, gah olmada rîzan.
Karlar… Bütün elhanı mezâmir-i sükûtun;
Karlar… Bütün ezharı riyaz-ı melekûtun…
Sesin
işler gibi bir şuh kanat gamlarıma,
Seni
dinlerken olur kalbim uçan kuşlara eş;
Gün
batarken sanırım gölgem bir başka güneş,
Sarışınlık
getirir gözlerin akşamlarıma.
Doğuyor
ömrüme bir yirmi sekiz yaş güneşi,
Bir
kuş okşar gibi sen saçlarımı okşarken.
Koklarım
ellerini gülleri koklar gibi ben;
Avucundan
alırım kış günü bir yaz ateşi.
Gönlüme
avdet eder her unutulmuş nisan
Ne
zaman gençliğini yolda hırâman görsem.
Eskiden
pembe dudaklarda dağılmış busen
Toplanır
leblerime, bir gece dalgın dursan.
Seni
zambak gibi gördükçe açık pencerede
Gül
açar bahtımın evvelki hazanlık korusu.
Genç
eder ufkumu hülyalarımın genç kokusu;
Sorarım
ak saçımın örttüğü yıllar nerede?
Cephemi varsın o solgun seneler soldursun.
Yeni yıldız gibi doğdukça güzel her akşam,
Gençliğin böyle benimken kocamam, hiç kocamam.
Ruhum, ölsem bile ben, sen yaşayan ruhumsun.
Gel, bu akşam da, ser-be-ser güzelim,
İhtizâzât-ı leyli dinliyelim:
Tâ uzaklarda işte bir piyano,
Tâze parmakların temâsiyle
Ağlıyor bir hazan havâsiyle..
Dinle ey yârim işte ağlıyan o,
Gecenin ka'r-ı pür-sükûnunda,
Zulmet-i ebkemin derûnunda...
Gâh onun ihtizâz-ı pestiyle
Mütevahhiş, hazin, rakîk ü nizâr
Dağılır cevve bir sürûd-i hezâr.
Gâh onun irtiâş-ı mestiyle
Dolaşır kâinât-ı nâimeyi
Bir umûmî şehîk-i tenhâyı...
Onu kim dest-i ra'şe-dâriyle
Çalıyor, perde perde inletiyor?
Onu kim böyle gamla söyletiyor?
Tellerin lâhn-i inkisâriyle
Hangi metrûke böyle eğleniyor?
Hangi mâtem bu sesle söyleniyor?
Gâh olur ince, nâzenîn bir ses,
Leyl içinde sürüklenir inler;
Onu zulmet, sükût ile dinler.
Gâh olur bir figan-i tîz-heves;
Bütün âsâb-ı kâinatı gezer;
Kalb-i hâbîde-i cihan titrer.
Sonra bir şehka-i bükâ olarak
Düşer âguş-i leyl-i târîke,
Çalışır rûh-i samtı tahrike...
Sonra tedricen alçalıp solarak
O kadar pest olur ki, öksürerek,
Zannedersin, tebâh olup gidecek...
Sonra baygın, kesik, sükût eyler;
Mûsikî-i sükûtu okşıyarak
Bir enîn-i hafî kalır ancak...
Kim bilir, kim bilir neler söyler,
Bu süreksiz, hevesli zemzemeler,
Bu susup durma, sonra söylemeler,
Bu nevâzişli, nazlı, hoş nağamât,
Bu rekâket, bu lüknet-i elhân,
Bu tereddütlü mûsikî-i figan...
Bu yarım cümleler, yarım kelimat,
Belki leyl-i hamûşa yalvarıyor;
Belki bir tûf-i tesliyet arıyor.
Gâh mestâne bir şetâretle
Bâd-ı pür-gûyu eyliyor taklîd,
Uçuyor cevve pür-hayâl ü ümîd;
Gâh bir muğşiyâne hâletle
İnliyor, muhtazir, zebûn ü harâb;
Oluyor can-be-leb tuyûra cevâb...
Tâ uzaklarda işte bir piyano:
Onu bî-şüphe bir kadın çalıyor;
Mûsikîden cevâb-ı ye's alıyor.
Dinle ey rûhum, işte ağlıyan o...
“Servet-i Fünun şiirini tanımlayan iki şair
vardır: Tevfik Fikret ve Cenab Şahabeddin. Bunlardan hangisinin yeniliği erken
yakaladığı, gördüğü tartışmalı olsa da şiire açılım getirmek yönünden Tevfik
Fikret’in öncelendiği bilinir. Bugün yaygın olarak benimsenen bu görüşe karşı
Cenab Şahabeddin’e haksızlık edildiği yönünde iddialar da vardır. Bu iddialar,
Cenab’ın şiiri Tevfik Fikret’e göre daha iyi kavradığı, poetik olarak şiiri
temellendirişinin daha sağlam olduğu inancından kaynaklanmaktadır. Gerçekten de
Cenab’ın şiir görüşü ve sezgisi Fikret’ten üstündür; ama şiirlerinde
Fikret’teki zenginlik yoktur. Bulduğuna iman etmiş ve imanında ısrarcı olmuş
bir şair gibi görünmektedir Cenab. Fikret şiirinin bir döneminde kalmıştır
sanki. Bu durma noktasında, iman ettiği ve kurmaya çalıştığı poetikanın etkisi
büyüktür. Fikret’teki insan olarak şair duyarlığı Cenab’da pek az görülür ve
Cenab, retoriğin içine veya poetikaya insanı bir türlü yerleştiremez.
Şiirindeki duyuş eksikliğini, retorikle kavranan ve çeşitlendirilen tezyinatla
aşmak ister ve tekrara düşer. Dolayısıyla heyecandan yoksun bir şiir çıkar
ortaya. Dışarıdan gördüğünü uygulamaya çalışan bir şairdir o. Fikret’in hayata
katılma isteği, katılmaya çalıştığı hayat karşısındaki heyecan ve kırılmışlık,
onda yoktur. Zihin şiiridir onunkisi ve bu zihin, manzara ile yetinir; sese
onca önem vermesine rağmen bir insanın iniltisi de çığlığı da pek duyulmaz
şiirlerinde. (…)
(Virgül,
Haziran 2002)