Cemil Meriç

Sosyolog, Düşünür, Yazar

Doğum
12 Aralık, 1916
Ölüm
13 Haziran, 1987
Eğitim
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi Bölümü
Burç
Diğer İsimler
Hüseyin Meriç

Yazar, sosyolog, düşünür (D. 12 Aralık 1916, Reyhanlı / Hatay - Ö. 13 Haziran 1987, İstanbul). Tam adı Hüseyin Cemil'dir. Meriç’ten önce bir dönem, Şaman ve Yılmaz soyadlarını kullandı. Rumeli’den göçen bir ailenin çocuğudur. İlk ve ortaokulu Reyhanlı Rüştiyesinde (1928) tamamladı. Burada Arapça, Fransızca, Kur’an, tecvîd (Kur’a-ı Kerim’i uygun telâffuzla okuma), ahlâk okudu. Buradaki Türkçe öğretmeni yarım düzine şiir kitabı olan Ömer Halim Bey’di. Sonradan adı Fransız Lisesi (Lycée d’Antioche) olan Antakya Sultanisinde okudu, “benim üniversitem” diye andığı bu lisede Fransız ve yerli hocalardan özel dersler aldı. Ali İlmî Fânî’nın kılavuzluğunda Divan edebiyatının sihirli dünyasını burada keşfetti. Yine burada Bazantey’den Fransız edebiyatı tarihi okudu. 1936’da İstanbul’a giderek bir yıl Pertevniyal Lisesine devam etti. Buradaki öğretmenleri arasında Nurullah Ataç ve Reşat Ekrem Koçu da vardır. Bu arada Nâzım Hikmet ve Kerim Sadi ile tanıştı. 1937’de kısa süre İskenderun’un bir köyünde öğretmenlik yaptı, İskenderun Tercüme Bürosuna sınavla reis muavini oldu, bu işe beş ay devam etti. 1938’de Fransızlar tarafından Aktepe’ye nahiye müdürü tayin edildi, yirmi gün sonra işine son verildi. 1939’da iki ay hapis yattı, hakkında açılan dava beraatle sonuçlandı.          1940’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin Felsefe Bölümünde bir süre okudu. Ancak üniversiteden çok kütüphanelere devam ettiği için bu bölümü bitiremedi. Birkaç yıl sonra aynı fakültenin Fransız Filolojisi Bölümünden mezun oldu (1944). Tayin edeldiği Elazığ Lisesi öğretmenliğinden (1942-45) sonra hayatını kalemiyle kazanmaya başladı. 1946’da sınavla İstanbul Üniversitesine Fransızca okutmanı olarak (1946-74) girdi. Bu arada bir yıl İstanbul Işık Lisesinde öğretmenlik (1952-53) yaptı. 1974’te emekliye ayrıldı.

Cemil Meriç, 1954’te görme yetisinin zayıflaması üzerine geçirdiği bir dizi ameliyat sonucunda gözlerini kaybetti. Hayatının geri kalan kısmını bu şekilde geçirdi. Bundan sonraki dönemde okuma ve yazma konusunda yakın çevresinden yardım aldı. 1974 yılında emekliye ayrılınca tüm zamanını eserlerine ayırdı. 1942’de evlendiği Fevziye Menteşoğlu’ndan Mahmut Ali ve Ümit (Meriç Yazan) adlı iki çocuğu oldu. 1984’te geçirdiği beyin kanaması sonucu felç oldu, sıkıntılı ve uzun bir hastalık döneminden sonra vefat etti. Karacaahmet Mezarlığında toprağa verildi.

İlk manzumesini on bir yaşında iken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı “Geç Kalmış Bir Muhasebe”, Yenigün gazetesindedir (23.9.1933). Ciddi anlamda ilk yazısı “Honoré de Balzac”, İnsan dergisinde (1941) yayımlandı. Aruz ve hece ölçüsüyle şiirler de yazmış olan Cemil Meriç, çok iyi özümsediği Batı düşüncesi ile Türkiye'nin batılaşması konularını incelediği eserleriyle tanındı. Batılı fikir ve sanat adamlarının adeta resmî geçitte olduğu eserlerinde Türk aydınlarının “müstağrib”leşmesini büyük bir yetkinlikle eleştirir, önce kendi kültürlerini tanımalarını ister. Yazılarında düşünür, sosyolog yanı ağır basar. Özellikle kullandığı bazı kelimeler mülkiyetine geçmiş gibidir.

Kendisine has coşkulu üslubu ve temiz Türkçesi ile kırk kadar gazete, dergi ve ansiklopedide yüzlerce makale yayımladı. Yazı ve çevirileri başlıca; İnsan, Amaç, 19. Asır, Gün, Yeni İnsan, Hisar (Fildişi Kuleden başlığı ile 1980'e kadar sürekli), Hareket, Yirminci Asır, Yurt ve Dünya, Yücel, Dönem, Çağrı, Türk Edebiyatı, Doğuş Edebiyat, Kubbealtı Akademi, Pınar, Köprü, Gerçek, Millî Eğitim ve Kültür gibi dergiler ile Yeni Devir (1980), Orta Doğu gazetelerinde yer aldı. Düşünce ve yazı hayatının en verimli yıllarında (1954’ten itibaren) gözleri görmüyordu. Okumalarına kızı yazar Ümit Meriç ve öğrencileri yardımcı oldu. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi ve Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi’ne maddeler yazdı. Umrandan Uygarlığa adlı kitabıyla 1974 yılında ve Kırk Ambar adlı kitabıyla 1980 yılında Türkiye Millî Kültür Vakfı Armağanı'nı aldı. 1981 yılında Türkiye Yazarlar Birliğinin Üstün Hizmet Ödülünü Mehmet Kaplan ve Emin Bilgiç ile paylaştı. 1982’de Kayseri Sanatçılar Derneğinden inceleme dalında ödül aldı. 1986 yılında Kültürden İrfana adlı eseriyle aynı kuruluşun fikir dalı ödülünü kazandı.

“Politikacısı, sosyalist, ümanist, yan geldimci, hatta milliyetçi aydını ile, ‘Batı çıkmazı’ içinde kaybolmuş zavallılar kafilesinin, zorla öldürulen büyük Osmanlı’nın mirasçısı Türklüğe biçtikleri zulümlü kaderin, bu kitap edebî hikâyesidir. Bir üslup ki, teksif edilmiş fikir ve dünya görüşü; bir bakış ki, bugünkü nesil değilse, yarınkiler mutlaka düstur edinecekler. Hocamın ‘Bu Ülke’sini, ülkemizi irfan ve yorumla tamamlayan ışıklar olarak okumak yetmez, kabilse ezberlemeli.” (Ahmet Kabaklı)

“Asırları kucaklayan bir tecessüs. Nesir ve nazım, üslupta sermedi bir vuslat içinde billurlaşıyor. Bir medeniyetin, baştanbaşa haysiyet olan bir medeniyetin, çakal sürülerine karşı müdafaası. Düşünmek ve okumak isteyen insan, karşısındaki fikirleri ince elemeli, önce hayal hanesinde dolaştırmalı, sonra akıl terazisinde tartmalı. Altın çıkanları al ve sakla. Eğer içinde bakır varsa, yazar bunları memnuniyetle kabul edecektir, çünkü o, düşünen adam, düşünen yani hakikati arayan.” (Muhsin Demirel)

ESERLERİ:

DENEME-İNCELEME: Balzac (1942), Hind Edebiyatı (1964), Saint Simon / İlk Sosyolog - İlk Sosyalist (1967), Dillerin Yapısı ve Gelişmesi (1967), Sosyalizm ve Sosyoloji Tarihinde Pierre Joseph Proudhon: 1809-1865 (1969), İdeoloji (1970), Bu Ülke (1974), Umrandan Uygarlığa (1974), Hind ve Batı (1976), Bir Dünyanın Eşiğinde (1976, Hind Edebiyatı’nın eklemelerle zenginleştirilmiş şekli), Mağaradakiler (1978), Kırk Ambar (1980), Bir Facianın Hikâyesi (1981), Işık Doğudan Gelir (1984), Kültürden İrfana (1985), Jurnal I-II (1992-93), Sosyoloji Notları ve Konferanslar (1993).

ÇEVİRİ: Altın Gözlü Kız (Balzac'tan, 1943), Otuzundaki Kadın (Balzac'tan, 1945), Onüçlerin Romanı (Balzac'tan, 1945), Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti (Balzac'tan, 1946, sonraları İhtişam ve Sefalet adıyla basıldı), Hernani (Victor Hugo'dan, 1956), Marion de Lorme (Victor Hugo'dan, 1966), Ziya Gökalp Türk Milliyetçiliğinin Temelleri (Uriel Heyd'den, 1980), Köprüden Düşenler (Thorton Wildon'dan, Lamia Çataloğlu ile 1981), Batıyı Büyüleyen İslâm (Maxime Rodinson'dan, 1983).

Ayrıca 1959'da Fransızca öğretmenleri için hazırladığı basılmamış bir Fransızca dil bilgisi kitabı bulunmaktadır.

1992’de İletişim Yayınları bütün eserlerinin yayın hakkını aldı. Yazarın kitaplarının yeniden basımları bu yayınevince yapılmaktadır.

KAYNAKÇA:  M. A. Meriç / Entelektüel Bir Biyografi (Bu Ülke, 1974), Ahmet Kabaklı / Tercüman (19.5.1974), Muhsin Demirel / Yeni Asya (4.2.1978), İhsan Işık / Cemil Meriç ile Bir Konuşma (Yeni Devir, 9.1.1981), Ahmet Kabaklı - Necmettin Türinay - Emin Işık - Kemal Sülker - Alev Alatlı (Türk Edebiyatı, Ağustos 1987), Cemil Meriç Eki (Hürriyet Gösteri, Eylül 1989), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007), Mehmet Tekin / Cemil Meriç: Şair Filozof Yazar (1991), Ümit Meriç (Yazan) / Babam Cemil Meriç (1992, 1994), Ahmet Turan Alkan / Doğu ve Batı Karşısında Cemil Meriç (yüksek lisans tezi, 1994), Durdu Şahin / Peyami Safa-Cemil Meriç ve Attila İlhan'ın Eserlerinde Batı (1994), Ergün Meriç - Ayşe Çavdar / Cemil Meriç ve Bu Ülkenin Çocukları (1998), Süleyman Dereköy / Cemil Meriç'i Anmak (Kitap Haber, sayı: 11, Temmuz-Ağustos 1999), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), Mustafa Armağan / Cemil Meriç’i Anlamak İçin Bir Ön Deneme (Doğu-Batı, Mayıs-Haziran-Temmuz 2000) – TDV İslâm Ansiklopedisi (c. 29, 2004), TBE Ansiklopedisi (2001), TDE Ansiklopedisi (c. 6, s. 268-270), Ahmet Yüter / Üstat Cemil Meriç'in Doğum Yıldönümü Münasebetiyle (Sur, Şubat 2003), Cafer Vayni / Cemil Meriç (2003), Turgut Bağrıaçık / Yalnız ve Dürüst Bir Fikir İşçisi (Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, sayı: 52-53, Haziran-Temmuz 2004), Cemil Meriç / Bu Ülke (2004, 25. bas.), Mehmet Nuri Yardım / Yazar Olacak Çocuklar (2004), Dücane Cündüoğlu / Cemil Meriç’in Bilinmeyen Bir Tercüme-i Hâl Varakası (Yeni Şafak, 11.7.2006), İhsan Işık / Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013),Veysel Dinçer / 19 Tarihsel Tespitiyle Münzevi Fikir İşçisi Cemil Meriç (listelist.com, 12.06.2015).

 

TUNUSLU HAYREDDİN PAŞA

 

TUNUSLU HAYREDDİN PAŞA

 

CEMİL MERİÇ

 

Tunus’un düşünce tarihinde iki ad: İbn Haldun, Hayreddin. Biri cihanşü­mûl bir zekâ, İslâm irfanının son muh­teşem fecri. Öteki geniş ufuklu bir devlet adamı, içtimaî ehramın en alt ba­samağından zirvelere tırmanmış. İki­si de mağlûp ve mustarip, ikisi de yal­nız, ikisinin de meşhur olan: Mukad­dimeleri, İbn Haldun, tarihle pençe­leşen bir dev. Hayreddin, tarihin ifşa­larına kulak kabartan bir dinleyici. Benzeyen tarafları: ciddiyet, samimi­yet, tecrübe. Avrupa Akvemü’l-Mesâlik’i yüz yıldan beri tanıyor. Biz bir dev­rin bütün bocalayışlarını, bütün ara­yışlarını dile getiren o vesika-kitaptan hâlâ habersiz. Önce yazarın hayat hi­kâyesine bir göz atalım:

Esir pazarından satın alınmış bir ço­cuk... Kanlıca’da geçen birkaç yıİ... Sonra uzak bir ülkeye yolculuk, bir şark sarayı... ve Avrupa. Batının içti­mâi müesseselerine hayranlıkla eğilen genç bir tecessüs. Kanma bilmeyen bir öğrenme aşkı. Ve tekrar... teced­düt humması içinde çırpınan Tunus’a dönüş. Batı irfanıyla bilenen bu çetin irade karşısında bütün kapılar kendi­liğinden açılır. Tunus beyinin eski kö­lesi, Tunus’un Müdiri Reisi olur. Son­ra yeniden Avrupa: Almanya, Fransa, İngiltere, italya hükümdarları nezdinde çeşitli görevler, nihayet zengin bir tecrübeyle İstanbul.

Hayreddin, Osmanlı efkâr-ı umumiyesinin meçhulü değildi. 28 Ağustos 1 875’de yayımlanan İttihad gazetesi, paşanın ıslahatçı kişiliğini koltuk ka­bartıcı bir mukayeseyle mühürlüyordu: Devlet-i Aliyye için Reşid Paşa ne ise, bugünkü Tunus için Hayreddin Paşa odur. İktidar-ı ilmîsine gelince... el-Cevâib gazetesinde tefrika edilen Akvemü’l-Mesâlik en parlak delil. “Hikmet-i hükümeti bu eser-i celilden iktibas edenlerin bir büyük devlet ida­resine muktedir olabilecekleri şüphe­den vareste”. Oysa eser Paşa’nın “kudret-i şâmilesinden” bir nebzedir. Artık “sahib-i eserin siyasî kudretini” tasavvur edin.

Saraya yakın nüfuzlu dostlar da bu sitayiş taarruzunu sürekli telkinlerle destekliyorlardı. Devlet-i Aliyye buh­ran içindeydi. Padişah, meclisi dağıt­mak zorunda kalmıştı. Garabetleriyle temayüz eden Vefik Paşa’nın yerine Avrupa ahvalini bilen tecrübeli bir ve­zir aranıyordu. İstanbul’a gelir gelmez I iltifat-ı şahaneye mazhar olan Hayreddin, birkaç ay sonra mühr-ü sadare­te nail oldu.

Bu beklenmedik ikbâlin Osmanlı intelijansiyasında sevimsiz tepkiler uyandırması mukadderdi. Namık Ke­mâl için, Paşa’nın İstanbul’a gelme­mesi çok daha hayırlı olacaktı. “Pa­şa belki Buhara veya Tahran’da bir iyi sadr-ı âzam” olabilirdi. Fakat “biz Tunus’dan memur dilenecek kadar” düşmemiştik (Menemenli Rifat Beye mektup, 5 Ekim 1878). Şâirin on dört gün sonraki mektubunda da şunları okuyorduk: “Hayreddin Paşa için, biz Tunus’dan vükelâ dilenmeye muhtaç değiliz dediğim ciddiydi; çünkü Tunus mâtûmât-ı siyasîyece bizden çok aşa­ğıdır.” 1 Kasım 1878’de daha taraf­sız görünmeye çalışan Namık Kemal’e göre, “Hayreddin Paşa’ya ahlâkça vükelâmızın hiçbiri müsavi olamaz, fa­kat idrâkçe hepsi müsavidir”. Kemâl’­in Paşayla muarefesi yokmuş, Akvemû’l-Mesâlik” okumuş sadece, “o maskara Akvemû’l-Mesâlik’i”.

Belki şairane bir öfke. Ama Kemâl büsbütün haksız da değildi: Osman­lıdan çok İslâmdı Paşa... Hayatı Tu­nus’ta geçmişti. Türkçe bilmiyordu. Yâni Devlet-i Aliyye ahvalinin yabancısıydı. Gönülden bağlıydı hilâfete. Çünkü âlem-i İslâmın en büyük tem­silcisi, en güçlü desteği halifeydi. Hayreddin, Abdülhamid Han’ın iltifat ve İti­madını kazandığı halde, sekiz ay son­ra sadaretten ayrılmak zorunda kaldı. Kemâl’in Akvamü’l-Mesâlik düşman­lığı, Ali Suavi’ye duyduğu kinin uzan­tısı. Filhakika Akvemü’l-Mesâlik sarıklı ihtilâlcinin başucu kitaplarından biriy­di.

Çağdaş   bir  Amerikan   yazarının “hem siyaset tarihçileri, hem siyasî felsefeyle uğraşanlar için eşsiz bir terkib”   diye  tanıttığı  bu  vesîka-kitap 1867’de yayımlandı. Hayreddin eseri kaleme alırken devlet hizmetinde değildir. Ne var ki geçici bir küsuftu bu. Tekrar politikaya döneceğini biliyordu,henüz gençti (40-45 yaşlarında).

Kapaktaki isim: “Ülkeleri tanımak için en emin yol.” Eser üç bölüme ay­rılmıştı: Önce Mukaddime, sonra Av­rupa’yı tanıtmaya çalışan I. kitap (342 s.), sonra: Dünyanın coğrafî bölgele­ri, hicrî ve milâdi tarihlerin karşılaştı­rılması ve bol bol takriz. Kitabın ruhu: Mukaddime. Paşa hem Doğuya, hem Batıya seslenen bu müdafaanâmeyi bir yıl sonra Fransızcaya çevirtir. Abdurrahman Süreyya’nın 1878’de Akvamû’l-Mesâlik adıyla Türkçeleştirdiği Mukaddime’nin mükemmel bir İn­gilizce tercümesi de var: Leon Cari Brown, 1867.

                                                                                    (TCT Ansiklopedisi, 1985)

 

EROL GÜNGÖR

EROL GÜNGÖR

 

CEMİL MERİÇ

 

"Erol'u (Güngör), edebiyat cumhuriyetinde nereye yerleştireceğiz? Üslubu adamakıllı yavan, düşünceleri metin. Metin, çünkü kucağında yaşadığı toplumunkilerle çatışmıyor. Ne yeni, ne şaşırtıcı. Ama bağnaz da değil. Çılgınlıkları ile değil, aklı selimi ile rahatsız eden, kanatsız bir tecessüs. Erol, Attila'dan çok Cengiz'e (?) yakın. Daha velut, daha vazifeşinas, kendine daha çok saygısı olan bir Cengiz. Son kitabını beğenerek okudum. Beğenerek, çünkü oldukça geniş bir literatüre dayanıyor. Mantık ölçülerine hürmetkâr. "Keyf uykusuna dalan" sağ cenahın kafası oldukça işleyen bir yazarı. Dürüst, terbiyeli ve çalışkan. Kaplan gibi kırk yıldır tekrarlanan ponsifleri aynı üslup, daha doğrusu üslupsuzlukla sergilemiyor. Ama onun da tereddüdü yok. Hakikatin ezelî ve lâ yetehavvel olduğuna inanmış"

KAYNAK: Cemil Meriç, Jurnal II, s. 292.

CEMİL MERİÇ GÜZEL SÖZLERİ

CEMİL MERİÇ GÜZEL SÖZLERİ

Bilgi, sonu gelmeyecek olan bir fetihtir.

CEMİL MERİÇ SEDAT YENİGÜN'Ü ANLATIYOR..

CEMİL MERİÇ SEDAT YENİGÜN'Ü ANLATIYOR..

 

Cemil Meriç’in Sedat Yenigün’ün şehadeti üzerine yayımlanan yazısı

 

Coşkun Bir Gönüldü Sedat!

Şuurdu Sedat, samimiyet idi, imandı. Anlamıştı ki, Babil Kulesi’ne dönen bu ülkenin ana davası dürüst insanlar arasında bir dil meydana getirmektir. Keşmekeş önce kelimeler dünyasında yok edilmelidir. Aynı dili konuşmayanların aynı bayrak altında toplanmaları, aynı mukaddeslere gönül vermeleri beklenemez. Kelam, insanın en yalçın kalesi ve eşsiz zaferlerle sağlayan silahıdır. İnsan, hayvan-ı natık olduğu için eşref-i mahlukattır. Nutkunu kaybeden bir kalabalık, şuurunu da kaybetmiştir. Vicdan da, iman da, tarih de, medeniyet de dile dayanır. Dili olmayan kalabalık, kamçı karşısında susta durmaya mahkum köpekler sürüsüdür. Sedat, konuşmasını unutan zavallı çağdaşlarına dillerini öğretmeye çalıştı. Dillerini, yani mukaddeslerini, haysiyetlerini ve insanlıklarını.

Coşkun bir gönüldü Sedat. Zulmün kılıcını kanının ateşinde eritecek kadar coşkun bir gönül. İsa Peygamber zamanında yaşasa havari olurdu, Asr-ı Saadet’te bir sahabe.

“Bin kalb olurum da okla mecruh/Bir kalbi cerihadar eden ok olmam” beytini düstur-u amel yapacak kadar feragat timsali idi. Ama hiçbir politika talihlisine yalktaklanmayacak kadar mağrur ve serazattı da. Konuştuğu gibi düşündü, düşündüğü gibi konuştu.

Sevgi idi, ihlas idi. Asırlardan beri hasretini çektiğimiz yiğit, pervasız, içi dışı bir, münevver. Çevresini ışığa boğmak için alev alev yandı. O iman, O şuur, O sevgi meş’alesini söndürmeğe çalışan kanlı ve hain eller ne yaptıklarının farkında değildirler.

Bu satırları yazdırırken O’nun güzel yüzünü hatırlıyorum.

Dudaklarında mahzun bir tebessüm, Ziya Paşa’nın sevdiğimiz bir beytini mırıldanıyor:

Eshab-ı kemali çekemez nakıs olanlar/Rencide olur dide-i haffaş, ziyadan.”

Sedat’lara acınmaz, imrenilir. Veyl kendi beynini, kendi gönlünü parçalayan, çılgın, gafil ve şuursuz insanlara!

Cemil Meriç, İslami Hareket, Sayı 29, Temmuz 1980

 

Şöyle etrafımızdaki insanlara Sedat Yenigün kim diye sorsak kaçımız tanıyorum diyebiliriz? Bugün Yeniden İslam Birliği'nin kurulması için Metin Yüksel'lere, Sedat Yenigün'lere ihtiyacımız var... Onlar gibi inanmalı ve onlar gibi iman etmeliyiz. Bu dava zor, bu dava garip... “Bizim davamız kuru bir kavga ve cihangirlik davası değil, i’la-yı kelîmetullahdır, yani Allah’ın dinini yüceltmekdir!” diyen Osman Gazi (r.a.)'nin torunlarına ihtiyacımız var... Haber ediyoruz bu gidiş hayra alamet değil. Bir an önce aklımızı başımıza alalım. Cemil Meriç gibi, Metin Yüksel gibi, Sedat Yenigün gibi, Gazze Şehidimiz Furkan Doğan gibi mücahitlere ihtiyacımız var.

 

KAYNAK: Türkiye'de İslami uyanışın önde gelen isimlerinden Şehit Sedat Yenigün kimdir? - Cemil Meriç Sedat Yenigün'ü Anlatıyor.. (Cemil Meriç, İslami Hareket, Sayı 29, Temmuz 1980),

 

CEMİL MERİÇ'İN BİLİNMEYEN BİR TERCEME-İ HÂL VARAKASI

Cemil Meriç (1917-1987) hakkında ne yazık ki hâlâ elimizde ayrıntılı bir bibliyografya bulunmuyor; üstelik kırk kadar gazete, dergi ve ansiklopedide yüzlerce makalesi yayımlandığı halde bulunmuyor...

 Peki elimizde ne var? Bu yazıların bir kısmından derlenmek suretiyle meydana getirilen 9 adet telif eser ve Balzac (1943-1946), Hugo (1956-1966), Antoine Meillet-Michel Lejeune (1967), Uriel Heyd (1980), Thornton Wilder (1981) ve Maxime Rodinson'dan (1983) yapılmış 10 adet tercüme var; bir de oğlu Mahmut Ali Meriç'in yayıma hazırladığı Jurnal I-II (1992-1993) ile kızının yayıma hazırladığı Sosyoloji Notları ve Konferanslar (1993)...

             Halil Açıkgöz'ün derleyip 1993'de ilk baskısı, 2005'de ikinci baskısı çıkan Sohbetler hâlâ önemini korumakta... Keza 2003'de Mehmet Tekin, 2004'de ise Mustafa Armağan-Sezai Coşkun tarafından derlenerek bir araya getirilen Konuşmalar/Röportajlar da -tüm noksanlarına ve zaaflarına karşın- genel okurun istifade edebileceği çalışmalar...

              Hâl böyle olmakla birlikte -tekrarlamaktan niçin çekinelim- elimizde hâlâ bir "Cemil Meriç Haritası" bulunmuyor. Daha da acı verici olan husus şu ki: Bugün ayrıntılı bir Cemil Meriç monografisine/biyografisine de sahip değiliz; üstelik vefatının üzerinden 19 yıl geçmiş olmasına rağmen sahip değiliz...

             Cemil Meriç'in Jurnal'lerinde ve Sohbetler'inde aktardığı otobiyografik bilgilerin ehemmiyetine işaret etmek bile gereksiz. Bilhassa 26 Ekim 1980, 25 Ocak 1981, 2 Mayıs 1982 ve 27 Mart 1983 tarihli notları (Jurnal II, s. 249-255, s. 267-269, 332-336, 344-348, İstanbul, 1998) Meriç'in okul çağlarını aydınlığa kavuşturmak bakımdan emsalsiz bilgiler içerirler.

            İşte bizim aşağıda neşrettiğimiz "terceme-i hâl varakası" da mezkur notlarla yakından ilintili yeni ve farklı bir metin...

             Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi'nde yer alan "Meriç, Cemil" maddesinin (VI/269, İstanbul, 1986) yayım hazırlıkları sırasında (muhtemelen 1983'de) Dergâh Yayınları'na gönderilen ve aslı, yayınevinin arşivinde mahfuz bulunan bu 3 sayfalık "terceme-i hâl varakası"nı, eksiklerini tamamlamak suretiyle ve ileride neşredilecek bir monografinin harcına küçük de olsa bir katkı sağlamak amacıyla Cemil Meriç okurlarının dikkatine sunuyoruz.

 

 

Bir ansiklopedinin sorusuna cevaptır

 

Cemil Meriç'in ayırıcı vasıfları: 1. Şifa kabul etmez bir kitap delisi; 2. Yazıyı çok ciddiye alır; hem kendi yazdıklarını, hem de başkalarınkileri... Her düşünceyi sevgiyle karşılar. Tanıdığı insanlar arasında en az yobaz olanıdır. Hâfızası oldukça güçlüdür.

 

 

 

Cemil Meriç (*)

Mezar taşları gibi yalan söylemek...

Bu Frenk tekerlemesi hâl tercümeleri için de geçerli olsa gerek. Otobiyografi pekâlâ bir roman konusu yapılabilir. Goethe hâtıralarına Hayal ve Hakikat adını vermiş.* Bütün bir ömrün muhasebesini birkaç sahifeye sığdırmak kabil mi? Kim, hâfızasının aynasında sâdık akisler bulabilir? Çevrenin/çevremizin bizi taşımak zorunda bıraktığı maskeleri istesek de yırtabilir miyiz? Hele bir sanatçı... ebediyetin karşısına süslenerek çıkar. Bütün hâl tercümeleri bir çeşit müdafaanâmedir. Galiba en iyisi, anlatacağımız kimseyi bir yabancı olarak ele almak. Başka bir deyişle, peşin hükümlerden sıyrılarak geometrik bir ifadeyle hazretin tatsız tuzsuz bir tasvirini sunmaktır.

 

Evet... Cemil Meriç bir Türk yazarı. Bir defa Millî Eğitim Bakanlığı'ndan, iki defa Türk Eğitim Vakfı'ndan ödül almış.**

 

Fransızca'yı iyi bilir, İngilizce'yi anlar, Arapça'yı söker. Osmanlıca'sına diyecek yok!

 

12 Aralık 1917'de Hatay'ın ücra bir kasabasında dünyaya gelmiş, Rumeli'den göçen bir ailenin çocuğu.

 

Ayırıcı vasıfları: 1. Şifa kabul etmez bir kitap delisi; 2. Yazıyı çok ciddiye alır; hem kendi yazdıklarını, hem de başkalarınkileri... Her düşünceyi sevgiyle karşılar. Tanıdığı insanlar arasında en az yobaz olanıdır. Hâfızası oldukça güçlüdür.

 

[1928] İlk mektebi eski bir Rüşdiye'de tamamladı. Mutlu olmayan bir çocuktu. Dickens'ın kahramanları, onun yaşadığı çevreye kıyasla inanılmayacak kadar bahtiyardırlar. Geçelim...

 

İlk mektepte Arapça'ya, Fransızca'ya başladı. Kur'an, Tecvîd, Ahlâk okudu. Türkçe hocası Yüksek Öğretmen Okulu'nun Edebiyat Bölümü'nden mezun -basılmış yarım düzine şiir kitabı olan- manyak bir Çerkezdi: Ömer Hilmi Bey.

 

İlk manzumesini onbir yaşında kaleme aldı kahramanımız, ve bu yüzden azarlandı. İlk mektebi bitirinceye kadar nice kitaplar okudu: Kâmil Paşa tercümesi Telemak'tan Corci Zeydan'dan çevrilen Abbâseye, Pol ve Virjini'den İki Çocuğun Devr-i Âlemine, Kızıl Tuğa kadar sayısız roman... Kitaplar dünyasına başlarken Türk Sazıyla karşılaşmış ve okumayı bu kitabı heceleyerek öğrenmişti.

 

1928'de Antakya Sultanîsi'ne kaydedildi. Üç yıl sonra Fransız Lisesi [Lycée d'Antioche] ismini taşıyacak olan bu mektepte bütün hayatını etkileyecek hocalarla karşılaştı:

 

[1] Satı' Bey'in yetiştirdiği Lâmi Jankat, o şımarık, o kendini beğenmiş orta mektep talebesinin hem ufkunu genişletti, hem hayalini.

 

[2] Mahmut Ali hayatının sonuna kadar unutamayacağı dev tecessüslü bir tarih hocası; sonraları Don Kişotu okurken hep bu asil çehreyi hatırlayacaktır.

 

[3] Ama onu asıl et-kileyen Ali İlmî Fânî oldu. Bu zat Darulfünun'da metin şerhi okutmuş, Osmanlıca'sı mükemmel, Farsça'sı metîn ve tırnaklarının ucuna kadar şair. Türkçe dersleri çok defa müşâere ile geçerdi. Divan Edebiyatı'nın sihirli dünyasına İlmî Bey'in kılavuzluğunda girdi. Nâbî'yi, Fuzûlî'yi -bilhassa- Nedim'i ezberlercesine okudu. Bu yıllar delikanlının kendini şâirliğe verdiği yıllardır. Her hafta 32 sayfalık bir defter dolduruyordu. Ali İlmî kalender-meşreb, her kabiliyete hayran ve alabildiğine müsamahakâr bir hocaydı. Delikanlıyı büsbütün şımarttı.

 

[4] Sonra, yeni bir hoca bu küstah delikanlıya inzibat altına alınmayan bir kabiliyetin tehlikelerini öğretti; Memduh Selim Bey edebiyat tarihi ve tercüme hocası oldu. Abdullah Cevdet ile İctihad dergisinde çalışmış olan Memduh Selim hem Fransızca'yı, hem Farsça'yı çok iyi biliyordu. Cemil Meriç ilk büyük kütüphaneyi bu hocanın evinde gördü. Nietzsche'nin bütün eserlerini, Cevdet Paşa Tarihini, belli başlı divanları, Guyo'nun eserlerini ilk defa olarak bu kütüphanede karıştırdı.

 

Sonra Fransızlar...

 

[5] Eski bir başçavuş olan Moity'den nasıl cümle kurulacağını öğrendi. Onbeş günde bir kompozisyon imtihanı yapılıyordu. Meriç bu dersten daima birinciydi.

 

[6] Daha sonra Bazantay'den Fransız Edebiyatı Tarihi okudu. Sefillerini Şemseddin Sami tercümesinden Orta 1'deyken ezberlercesine okuduğu Victor Hugo'nun Asırların Efsanesi adlı şiir kitabını baştan başa devretti. Chateaubriand'ı kitaplarıyla tanıdı. Bazantay, mektebin müdürüydü. Edebiyat doktoru olan bu zat çok titiz bir hocaydı. Yazı sanatının ne kadar güç, ne kadar ciddi bir alan olduğunu daha çok ondan öğrendi. Lanson'un Edebiyat Tarihini okutuyordu. Mezun olmak için klasik yazarlardan belli başlı kitapları okumak zorundaydı: Molière'den beş, Racine'den beş, Corneille'den beş eser okuyacaktı. Laburier'i, Pascal'ı, La Rochefoucauld'yu tanımamak sınıfta kalmak demekti.

 

[7-8] Bu kıymetli hocalara iki isim daha eklemek zorundayız: Kelile ve Dimneyi okutan şair Ömer Yahya ile felsefe hocası Mesud Fânî. Edebiyat bakaloryasından sonra bir sene de felsefe okunuyordu. Mesud Bey, felsefenin esrarlı labirentlerinde eski bir Yunan hakîmi gibi rehberi oldu.

 

Şimdi de entellektüel hayatı üzerinde büyük etki yapan bazı kitaplardan söz edelim: Önce, İsmail Habib'in Türk Teceddüd Edebiyatı... Diline karşı duyduğu sevgiyi şuurlu bir aşk hâline getiren kitap... Sonra, senelerce sürecek bir merakı tutuşturan Rıza Tevfik'in Kamus-ı Felsefesi... Sonra, Selim Sırrı'nın Terbiye-i Bedeniye Nazariyatı. Bu kitap yalnız tecessüsünü alevlendirmekle kalmadı, sağlam bir kafanın sağlam bir vücutta olabileceğini telkin ederek jimnastik yapmaya da zorladı. Hergün mektebin büyük bahçesinde en az bir saat koşuyor ve her fırsatta güreş tutuyordu. Bu faaliyet ona sevimsiz bir lakap kazandırdı: Orangutan.

 

Kaderini tayin eden bir başka kitap da İbrahim Ethem'in Terbiye-i İrade başlıklı eseridir. Disiplin içinde çalışmayı bu kitaptan öğrendi. Orta mektepten itibaren yeni bir lakapla taltif edildi: Victor Hugo. Bu lakap son sınıflara kadar devam etti, son sınıflarda adı filozof oldu. Pehlivanlıktan şâirliğe, şâirlikten hakîmliğe sıçrayış.

 

Onsekiz yıllık hayatını bu üç mihver etrafında hülâsa etmek kabil.

 

[1935-36] Sonra çeşitli felâketler...

 

[1936-37] İstanbul'da geçen bir yıl... Nâzım'la, Kerim Sadi ile tanışması...

 

[1937] Sancağa (Hatay'a) dönüş: İlk mektep hocalığı, Tercüme Bürosu'nda Reis Muavinliği...

 

[1938] Nahiye Müdürlüğü...

 

[1939] Ve iki ay süren hapishane hayatı... beraat...

 

[1940] Tekrar İstanbul... ve Edebiyat Fakültesi... Fakülte'den çok kütüphanelere devam ediyordu; İnkilap ve Üniversite kütüphaneleri...

 

[1942] Mezun olduktan sonra Elazığ Lisesi'ne tayin ediliyor.

 

[1945] Üç yıl süren bu hocalıktan sonra hayatını kalemiyle kazanmaya başlıyor.

 

1946'da imtihanla İstanbul Üniversitesi'ne lektör [okutman] olarak atanıyor.

 

1974'te emekliye ayrılıyor.

 

Bundan ötesini okuyucularım bilir: makaleler, kitaplar... Ömrüm okumak ve okutmakla geçti.

 

Hugo'dan iki manzum tercüme [Hernani, 1956; Marion de Lorme, 1966], Balzac'tan altı roman [dördü yayımlandı: Altın Gözlü Kız, 1943; Onüçlerin Romanı, 1945, Otuzundaki Kadın, 1945; Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti, 1946; 2. bas. İhtişam ve Sefalet/Vautrin, 1973]; Uriel Heyd'den bir Ziya Gökalp [1980], Tornthon Wilder'den Köprüden Düşenler [1981], Berke Vardar'la Dillerin Yapısı ve Gelişimi [1967], bir kitapçık: Saint Simon: İlk Sosyolog İlk Sosyalist [1967], Hind Edebiyatı [1964], (2. bas. Bir Dünyanın Eşiğinde, [1976]), Bu Ülke [1974], [Umrandan Uygarlığa, (1974)], Mağaradakiler [1978], Kırk Ambar [1980], Bir Fâcianın Hikâyesi [1981]...

 

Şimdilik basılan kitaplarım bunlardan ibaret.

 

Her hafta Yeni Devir gazetesinde bir yazı yayımlıyorum, ayrıca Doğuş, Türk Edebiyatı, Hamle, Millî Eğitim ve Kültür dergilerinin de yazı âilesindenim.

 

Fazla bilgi için bkz.

 

1. "Ecco Homo", Mağaradakiler, [s. 445-452, İstanbul, 1978]

2. "Cemil Meriç [Hoca] ile konuşma", Kırk Ambar, [s. 450-454, İstanbul, 1980]

3. "Babil'de bir aydın: Cemil Meriç konuşuyor", Millet Gazetesi, 27 Temmuz-2 Ağustos [1982-1983?]

 

-------------

 

* Doğrusu: Şiir ve Hakikat [Dichtung und Wahrheit]

* Doğrusu: Şiir ve Hakikat [Dichtung und Wahrheit]

** Doğrusu: Türkiye Millî Kültür Vakfı [1974 ve 1980]

 

Yeni Şafak, 11 Temmuz 2006

 

 

 

Yazar: DÜCANE CÜNDİOĞLU

"CEMİL MERİÇ'LE BİR KONUŞMA"

"CEMİL MERİÇ'LE BİR KONUŞMA" (*)

 

İHSAN IŞIK

 

 

Sunuş

 

1980 yılının son günlerinde, sanat-edebiyat sayfasını yönetmeye devam ettiğim Yeni Devir gazetesinde güzel bir heyecan vardı. Üstad Cemil Meriç, gazetemizde günlük yazılar yazmaya başlayacak, bu yazılar okuyucularımız için büyük bir kazanç olacaktı.

Yazı işleri müdürümüz Mehmet Durlu, bu vesileyle üstadla yapılacak bir röportajın güzel karşılanacağını söylemiş ve bunu benim yapmamı istemişti. Yaklaşık iki hafta süren bir hazırlıkla üstadın eserlerini yeniden gözden geçirdim. Sorularımın sıra dışı olduğuna kanaat getirince randevumu alarak üstadın kapısını çalma cesaretini gösterebildim.

Kapı girişinden başlayarak her tarafı kitaplarla dolu evinde gerçekleşen bu röportajda Üstad Cemil Meriç’in çok önemli mesajlar verdiğini; bu mesajların, üzerinde makaleler yazılacak kıymette olduğunu hatırlatarak, kendisini bir kez daha rahmetle ve minnetle anıyorum.

İlk defa tarihinde 9 Ocak 1981 tarihinde Yeni Devir gazetesinde – elimde olmaksızın küçük bir bölümü çıkarılarak- tam sayfa halinde “Cemil Meriç’le Bir Röportaj” başlığıyla yayımlanmış olan bu röportaj, büyük ilgi görerek aynı yıllarda bazı (Suffe Yıllığı vd.) yıllıklara alındı.

Son olarak da 2004 yılında, iki editör tarafından bana haber verilmeden değiştirilip kısaltmalar yapılarak, Cemil Meriç’le yapılmış röportajları toplayan bir kitapta “Tanzimat’tan Beri İslam Düşüncesi Zeval Halindedir” başlığıyla yer aldı. (**)

Röportajın bant çözümü orijinal metni ilk defa şimdi yayımlanmaktadır.

 

***

 

 

İHSAN IŞIK - Yeni Devir okuyucusu tanır sizi. Bununla birlikte ha­yatınız hakkında daha geniş bilgiye sahip olmak istiyorduk?

CEMİL MERİÇ- İnsanın hayatından bahsetmesi teşhir illetinin bir nev'i. Sevmem bunu. Otuz yıl hocalık yaptım. Babam hâkimdi. Valide ilmiye sınıfındandı. 4 yaşından beri okuyorum. Hayatım kitaplarımdır. Bir takım memuriyetlerim de oldu. Okumak, okutmak, öğrenmek, öğretmek, bunun için yaşıyorum. Antakya'da doğdum.  Tarihi: 12.12.1917. Demek ki 63'ü tamamladım. Bazı bahtiyar tesadüflerim oldu. Çok iyi hocalarım vardı. Ali ibni Fani orta mektepte hocamdı. 1. dünya savaşından önce Edebiyat Fakültesi'nde metin şerhi profesörüydü. Edebiyatı çok iyi bilirdi. Üniversite'de hocalarım olmadı. Lisem üniversitemdir. Mahmut Ali, Memduh Selim yâd ettiğim hocalarımdır.

İHSAN IŞIK - Okuduğunuz okullar?

CEMİL MERİÇ - Rüştiye mektebi,  sonra Antakya Lisesi. Sonra İstanbul Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi. Babam hâkimdi Antakya'da. Ben de orada doğdum. Sonra Reyhaniye'ye geldik. Antakya Lisesi'ne girdim. Antakya Sultanisi idi adı. Sonra lise oldu. Antakya Lisesi. Orayı bi­tirdikten sonra İstanbul'a geldim. Edebiyat Fakültesi'ne girdim. Fakülteyi bitirdikten sonra hoca oldum Elaziz Lisesi'nde. Elaziz Lisesinde iki sene kaldıktan sonra İstanbul'a döndüm. Bir miktar yazı yazarak hayatımı kazandım. Sonra üniversitede yer açıldı. Haliyle ora­ya girdim.

İHSAN IŞIK - Üniversite hocalığına başlamış oldunuz?

CEMİL MERİÇ - Yetmiş dörde kadar üniversitede kaldım. Kırk altıdan yetmiş dörde kadar. Yetmiş dörtte emekli oldum.

İHSAN IŞIK - Eserlerinizden aldığım notlarla ve diğer konularla il­gili sorularım var.

CEMİL MERİÇ - Evet,  buyurun.

İHSAN IŞIK – Osmanlının son döneminden bahsederken, “Genç batının her nazına, her cilvesine katlanan bir ihtiyar âşık olduk” diyorsunuz. Her dönemin belli vadeleri olduğuna inanıyor musunuz siz de? Bu “ihtiyar âşık” hissedişi bir zorunluluk muydu acaba?

Bir de, “ihtiyar âşık”ların torunları şimdi aynı sevgiliye hem çiçek hem taş gönderiyor. Bir de buna ne dersiniz?

CEMİL MERİÇ – Güzel.

CEMİL MERİÇ – Bir daha oku şunu.

(Soru tekrarlandı. Cemil Meriç, konuşmamızı izleyen bir misafir gence dönerek)

-                         Çetin bir sual, değil mi evladım?

MİSAFİR GENÇ – (Bana hitaben) Bir daha sorar mısınız?

İHSAN IŞIK - Bir daha sorayım mı efendim?

CEMİL MERİÇ - Buyurun.

(Soruyu tekrarladım)

CEMİL MERİÇ - Garip bir sual.

MİSAFİR GENÇ - Cebir muhasebesi gibi bir şey.

İHSAN IŞIK – Af edersiniz, galiba biraz karışık sordum.

MİSAFİR GENÇ - Hayır,  soru karışık değil, ben latife ediyorum.

CEMİL MERİÇ - "Bu,  bir trajediyi belirtmek için söylenmiş edebi bir nevi söz. Yani o hale geldik, müstağribler daha doğrusu. Benim müstağribler dediğim bir tip vardır biliyorsunuz.

İHSAN IŞIK - Evet.

CEMİL MERİÇ - Müstağrib, ülkesinde muhacir, batılılaşmış ve garip. Hem garibe, hem garbi kucaklayan bir isimdir müstağrib kelimesi. Müstağriblerle o hale geldik. Başlangıçtan itibaren âşıktık. Bu aşk son zamanlarda büsbütün arttı. Ve biz de ihtiyarladık zaten. İhtiyar bir medeniyetin çocuklarıydık. Bu, müstağriblerin anatomisidir. " Aşk... Âh minel aşk ve halatini" denildiği gibi, aşkın tecellileri belli olmaz. İhtiyardır,  sevgilisini memnun edemediği için bazen taş gönderir, bazen çiçek.

İHSAN IŞIK - İfade edemediğimin farkındayım. Af edersiniz, bir şey sormak istiyorum. Bazı sosyologlar belli dönemlerin belli vadeleri ol­duğunu kabul ederler. Acaba bu, Osmanlının son dönemindeki "ihtiyar^ âşık" hissedişi, biz artık zorunlu olarak kocadık, yapabileceğimiz bir ihtiyar aşkıdır, hissedişi miydi?

CEMİL MERİÇ - Böyle bir muaşakayı yazmadım. Bu bir edebi söyleyiş. Müstağrib tabii ki ihtiyarladı. Esasen Osmanlı medeniyeti ihtiyar bir medeniyetti. 600 sene yaşayan bir medeniyetin çocukları elbette ihti­yarladılar. İhtiyarlamışlardı artık. Büyük yaratıcılıklarımı,  büyük enerjilerini kaybetmişlerdi. İhtiyar birer âşık psikolojisi içindey­diler. Binaenaleyh ihtiyar âşık ister istemez, elinde iktidar olmadı­ğından her cilvesine katlanacaktır sevgilinin, değil mi? İhtiyar âşık­ların, genç metresleri karşısında duydukları zaafı işaret ettim. Biz de o hale gelmiştik.

İHSAN IŞIK – Sağ olun. Bir de diyorsunuz ki,  "Bütün Kur'an'ları yaksak,  bütün camileri yıksak Avrupalının gözünde Osmanlıyız, Osmanlı yani İslam; karanlık,  tehlikeli düşman bir yığın."

Ortak Pazar statüsünde Avrupalıyla kucaklaşacağımız resmediliyor. Böyle bir ihtimalde işin içinde kültür de var. Kültürümüzün is­tikbali hakkında,  bu ihtimal üzerine düşünceleriniz?

CEMİL MERİÇ - Ne diyebilirim ki, edebiyattan politikaya geçiyorsu­nuz. Buna zaten cevap verilmiştir. Elbette iyi olmayacaktır. Avrupalı düşüncesini hiç bir saman değiştirmedi, değiştirmeyecek. Bizi öyle görüyor.

İHSAN IŞIK - O zaman değişen biz mi olacağız?

CEMİL MERİÇ - Evet. Politikada bir şey yok. Politikada oportünizm bahis konusudur. Her kılığa girebilir politika, bir takım mecburiyet­ler tahtında birçok anlaşmalar yapılabilir. Ama bu anlaşmalarda va­ziyetin değişmiş olduğu meydana çıkmaz. Avrupa daima böyle görür bizi. Nitekim halen öyle değil mi? Avrupa neşriyatında bizi ciddiye alan, bize saygı gösteren bir çeşni yok.

İHSAN IŞIK - 1938'de Nusret Safa isimli bir gazeteci "Milli bir edebiyat yaratabilir miyiz?" konulu bir anket düzenlemiş ve devrin değerlerinden almıştı. Böyle bir soruya ne cevap verirdiniz bilemiyorum. Fakat soruyu şöyle değiştirmek istiyorum: İslam tefekkürünün beraberinde bir İslam edebiyatı getirmesi konusunda düşünceleriniz, önerileriniz ne olur?

CEMİL MERİÇ - Her edebiyat bir dünya görüşünün ifadesidir. Edebi­yatın temelinde bir dünya görüşü vardır. Bizim de dünya görüşümüz İslamiyet’tir. Binaenaleyh ayrıca bir milli edebiyata ihtiyaç yok. Elbet­te her Müslüman’ın, her Türkçe yazan Müslüman’ın Müslüman’ca düşünmesi ve Müslüman’ca ifade etmesi tabiidir. Milli bir edebiyat diye bir mef­humun olduğuna da kani değilim. Öyle bir mefhuma ihtiyaç yok. Edebiyat bir toplumun ifade vasıtasıdır. Eğer bu toplum Müslüman’sa dünya görü­şü İslami dünya görüşü ise elbette edebiyatı da İslami ve dini ola­caktır.

İHSAN IŞIK - Bazı edebiyat türleri hakkında, mesela roman hakkında "bizim değil" diyorsunuz. Tiyatro da öyle. Diyelim ki İslami bir edebiyat İslam tefekkürüyle birlikte yeniden gelişip yayıldı, kök saldı. Acaba yeni türler bulmaya veya eski türlerden yararlanmaya mı ihtiyaç duyacağız; yoksa onlara kendi kültürümüzden aşılara bel bağlamaya mı devam edeceğiz?

CEMİL MERİÇ - Teknik çalışma budur. Neviler bütün dünyanındır. Roman nevileri, diğer neviler, bunlar bütün dünyada var. Çin'de de var, Japonya'da da var. Kendi ülkelerinin hususiyetlerini taşıyan, kendi ülkelerinin rengini taşıyan birer edebiyat dalı haline geli­yor. Ama bu neviler üniversaldır. Çin-maçinden beri hepsi var bunla­rın. Yani bunlar bir kıtanın malı değildir. Biz uzun zaman almamıştık bunları. Fakat bunları Avrupa'ya mal etmek yanlıştır bence. Roman da, şiir de, şiirin bütün nevileri de bütün medeniyetlerin ortak mirası­dır. Ama bazı neviler bazı ülkelerde daha çok gelişmiştir. Bazı ülke­lerde gelişmemiştir. Yani kıymetli olan, her şeyi alacağız. Duvarları kapamayacağız. Roman da tiyatro da birer ifade vasıtasıdır. Bunlardan istifade edeceğiz. Zaten tekrar ediyorum,  bunlar herhangi bir ülkenin malı değil, kökleri tarihin derinliklerine dayanır. Edebiyat, insanın kendini ifade etmesidir, Ruh dünyasını kelimeler vasıtasıyla ilan etmesidir. Yani ben bu hususta bir kısıtlamaya, pen­cereleri kapamaya taraftar değilim. Edebiyat insanlığın ortak malıdır. Aşağı yukarı, bütün dünyada nevileri aynıdır. Yalnız bazı ülkeler, ne­vilerinden bazılarına daha çok öncelik tanımış, onların üzerinde derin­leşmiş, onlara adeta kendi ülkelerinde kendi tarihlerinde kendilerini ifade vasıtası telakki etmişlerdir. Ama nevileri, bu Avrupalı, bu As­yalı diye ikiye ayırmak mümkün değildir. Yeni bir şey icat etmenin manası yok. Varsa ihtiyaç,  olur. Ama ihtiyaç, yok demek ki yeni bir şey olmuyor. Bizde Avrupa ile temastan önce Roman diye bir şey yoktu, hikâyeler vardı. Bunları anlattım muhtelif yazılarımda. Hikâyenin ken­dine mahsus hususiyetleri vardır. Ama Avrupa daha çok ilerlemiştir romanda, metotlarını daha sarih olarak anlatmıştır. Biz e onun metot­larını aldık, benimsedik. Bunda bir şey yok, aykırılık yok İslamiyet’e ve milliyete.

İHSAN IŞIK - Bazıları için müstesna diyemez miyiz? Mesela tiyatro? İslam’da kadının sahneye çıkması...

CEMİL MERİÇ - Yok, tiyatro yok bizde.

İHSAN IŞIK - Tiyatro yok.

CEMİL MERİÇ - Yok. Hiç bir zaman da gelişmemiştir.

İHSAN IŞIK - Yani İslami bir tiyatro olamaz?

CEMİL MERİÇ - Evet, İslami bir roman olabilir belki ama İslami ti­yatro olamaz.

İHSAN IŞIK - Teşekkür ederim. İran devrimi üzerine birçok yorum var. Bunlardan bazıları hakkında sormak istiyorum.

Deniliyor ki, "İran İslam devrimi, 1789 Fransız, 1917 October devrimleriyle birlikte üç büyük devrimden birisidir ve önem bakımından onlardan aşağıda değildir. Bu devrim, yeni bir çağın, İslam çağının habercisi,  işareti sayılabilir."   Siz ne dersiniz?

CEMİL MERİÇ - Efendim, ben bu konularda daha ihtiyatlı yazmak lazım geldiğine kaniim. Çünkü henüz meyvelerini vermiş, vaidlerini tutmuş, bitmiş bir devrim değildir. Başlamış bir devrimdir. Belki bir ümittir, belki bir müjdedir,  belki bir fecir pırıltısıdır. Fakat bunun büyük et­kileri olabileceği, gerçekten dünyayı değiştirecek, İslam dünyasında büyük akisler uyandıracak, büyük uyanış ve kalkış teşkil edebilecek ma­hiyette midir? Bunları söylemek için henüz kehanete ihtiyaç var. Hiç kimse söyleyemez. Bu sadece ümittir, güzel bir ümittir.

MİSAFİR GENÇ - Keşke böyle olsa.

CEMİL MERİÇ - Keşke böyle olsa diye bekleriz. Fakat henüz belli de­ğil. Büyük bir talihsizlik eseri olarak Irak ve İran birbiriyle tutuş­tu. Ümitlerimiz bir parça zedelendi. Ümitlerimiz, ilk anda çok büyük olan ümitlerimiz, müteakip hadiselerle biraz küçülmek zorunda kaldı. Ben dostça karşılarım. Dostça bir harekettir, güzel bir harekettir, fakat nasıl bir netice vereceğini bilemiyoruz. Keşke öyle olsa. Burada, lehte konuşanlarda, aleyhte konuşanları da ifratla tefrit arasındadır­lar. Ben her ikisini de doğru bulmam. Bekleyiş devrindeyiz, bekle de gör. Daha belli olmadı ki. İhtilal bir senede iki senede meyvelerini vermez. Hakkında karar vermekte caiz değildir. Çünkü henüz yaşanan bir tarih bu. Biliyorsunuz; tarihçilerin şöyle bir prensipleri vardır: Umumiyetle otuz sene geçmeden üzerinden, bir vakadan bahsetmezler. Ta­rih olması için, tarihin konusu olması için en az otuz sene geçmesi lazım üzerinden. Bu bir başlangıç, bir fecir pırıltısı,  sönebilir de muhteşem bir maceranın başlangıcı da olabilir. İran'da buna benzer ha­diseler çok görülmüştür. İran içtimai bakımından zaman zaman volkanik bir arazidir. Yani Bahaizm, Babizm gibi birçok karanlık hareketler vardır tarihinde. Bu hareket onlara benzemez, kabul ediyorum. Fakat ne olacağını önceden kestirmek kabil değildir, vakit erkendir. Bu ka­dar kesin çizgilerle,  olmayan bir istiklali olmuş gibi telakki etmek yanlıştır. Bunu söylemek ancak falcılara mahsustur. Tekrar ediyorum, İran devrimi çok muhteşem bir hadise olabilir, İslâmiyet için bir uya­nış hamlesi olabilir, bir fecir pırıltısı olabilir, güzel bir günün başlangıcı olabilir, fakat sönebilir de. Henüz bitmiş değildir yani. Sadece dostça bir davranış ve bekleyiş içinde olmamız gerekir.

İHSAN IŞIK- Fransız ve Rus devrimleriyle karşılaştırılmasını erken buluyorsunuz.

CEMİL MERİÇ- Çok erken.

İHSAN IŞIK- Siz, bizdeki batıcılık macerasını en iyi bilenlerdensiniz; aynı şekilde batı medeniyetinin insan ayağının değdiği her noktaya damgasını her vuruşunu da. Bu bir kaçınılmaz sanılırken ters bir örnek verildi İran'da. Bu coğrafya da İslâm devrimi uzun zaman egemen olmuş batılı anlayış, kavrayış ve hayat tarzına rağmen kucaklandı. Bu konu için düşünceleriniz?

CEMİL MERİÇ- Yukarda söyledim. Çok güzel, göz yaşartıcı, göğüs kabar­tıcı bir hadisedir. Fakat bitmeyen bir hadise hakkında hüküm vermek yersizdir. Yukarıdaki sualin cevabı bunun da cevabıdır. Ben sadece ü­mitle bekliyorum ama henüz bir şey söyleyemem. Yani böyle beş muvaf­fakiyet üç başarısızlık bir şey ifade etmez. Tarihte bazen böyle alda­tıcı şeyler vardır. Yani fecri kazipler vardır. Fecir sökmeden evvel bir şey söyleyemeyiz. Fecri sadık mıdır,  fecri kâzip midir, bunu nasıl bileyim ben? Aşağı yukarı bütün neşriyatı takip ettim, Türkiye’de çıkan. Bana sadece ümit verdi. Sonra bu aksi hal, yani Irak-İran savaşı ümitlerimi zayıflattı. Yani eskisi kadar heyecanlı değilim. Bu aksi şey tabii, İran devriminin hatası değildir, böyle bir şey olması. Fakat Amerika, Rusya, her neyse harici kuvvetler bu hale getirdiler. Mukavemet edebilecek mi bu fırtınaya? Bunu bilemiyorum. Yüzde yüz nikbin de değilim, bedbin de değilim. Bu medeniyet, İran medeniyeti gibi eski bir medeniyet, bu fırtınalara karşı koyabilir. Atlatabilir bunları. Fakat atlatamayabilir de. Tarihle birçok hadiseler beklenmedik neticeler ve­rebilmiştir. Sadece çok hoşuma giden dostça karşıladığım ve başarısını temenni ettiğim bir hamledir. Yalnız bu hamlenin bütün meyvelerini verdi­ği ve kesin bir tahlile tabi tutulabileceğini söylemek erkendir bence.

İHSAN IŞIK- Erken bulduğunuzu söylediniz. Fakat konu ile ilgili bir soracağım daha vardı. Müsaadenizle soruyorum.

Deniliyor ki;  “Marksizm, İran devrimini kavramakta aciz kalıyor. Kapitalizm sürecini tamamlamadan devrim oluyor ve bu devrim sınıf devrimi değil. Üstelik otoritenin en güçlü, ekonominin en rahat zamanında. Devrim sınıf önderliğinde olmadığı gibi, bir parti veya herhangi bir örgüt de yok. Ve İran halkı devrime ekonomik talepler belirtmeden sarılıyor, Allah-u Ekber diyerek katılıyorlar."

Bu tespitlere bakılarak, İslâm topraklarında Marksizm’in işinin bit­tiği, sözü İslâm dirilişinin alacağı söylenebilir mi?

(Celim Meriç, bu konuları yukarda cevapladım dercesine susunca,  so­ruyu niçin gerekli gördüğümü anlatmaya çalıştım.)

İHSAN IŞIK- Özellikle şunun için soruyorum: Deniliyor ki, "Komünist partilerin ilk kurulduğu yerlerden birisi de İran'dır. Bütün çalışmaları­na rağmen. İran'da bir devrim oluyor fakat bu devrim Marksist bir devrim olmuyor, İslâm devrimi oluyor. "

CEMİL MERİÇ- Doğru. Bunların hepsi güzel, hepsi doğru. Yalnız tekrar ediyorum, mesele belli değil henüz. Yani bu başarılacak mı başarılamayacak mı? Böyle bir ümit belirmiştir. Çok güzel bir şey bu. Birçok peşin hükümler yıkılmıştır. Bu da çok güzel bir şey. Fakat bitmedi ki mesele.

MİSAFİR GENÇ- Şöyle bir şey sorabilir miyim? Arzu etmeyiz ama mu­vaffak olamadığı takdirde ne olabilir?

CEMİL MERİÇ- Evet,  tabii.

MİSAFİR GENÇ- Muvaffak oldu, tamam. Fakat diyelim ki olamadı, çe­şitli harici güçler İran'daki bu ümidi söndürdüler veyahut saptırdılar. O zaman ne olacak? Hiç de gayri mümkün değil, yani mümkün olabilir.

CEMİL MERİÇ- Tabii, olabilir. Solon'un meşhur hikâyesi. Fıkra ile ce­vap vereceğim. Solon'un meşhur cevabını vereceğim. Solon, Yunanistan'dan ayrılıp seyahate çıkar, dünyayı dolaşır. Bu dolaşmada dostlarının arzusu­nun tesiri vardır. Çıkar Yunanistan'dan, Firikya'ya gider. Orada hüküm­dar meşhur Karun'dur. Solon tanınmış bir adam, izzet ikram eder misafiri­ne Karun. Zengin adam biliyorsunuz; hazinelerini gezdirir, Solon'un göz­lerinin kamaşacağını zanneder. Gezdirme bitince sorar Solon'a: "Dünyanın en bahtiyar adamı kim?" diye. Karun, beklemektedir ki Solon "Sensin" desin. Solon, düşünür der ki, "Dünyanın en bahtiyar kadını Yunanlı bir kadındır. Çocukları muharebede öldüler. Kadın tek başına kalmış, fakat gayet bahtiyardır." "İkinci bahtiyar adam kimdir?" diye sorar Karun. Solon, ona da müteakip sorulara da benzer cevaplar verir. Karun şaşı­rır, "Ben böyle yaşarken nasıl olur?" der. Solon ona, "Sen yaşıyorsun, bitirmedin hayatını. Bütün bu ihtişamın,  bütün bu servetin yarın ne şekil alacağı belli değildir" cevabını verir. Bir insan hakkında hüküm vermek için hayatının tamamlanması lazım. Hikâyenin devamını biliyor­sunuz. Darius Frikya'yı istila eder. Karun'u yakalayıp asmaya götürür­ler. Darağacına gelince Karun, "Solon, Solon !" diye bağırır. Darius, "Deli mi bu adam, niçin bağırıyor?" diye sorar. Karun cevap verir. "Efendim” der, "Böyle bir hikâye oldu. Mağrurdum, son derece bahtiyar olduğumu zannediyordum. Dünyada benim hazinelerimden daha büyük hazine­ler yoktu. Fakat Solon, "Belli olmaz, ölünceye kadar hakkında hüküm vermek doğru değildir" demişti. Filhakika böyleymiş. Zatıâlinizin de böyle bir akıbete duçar olup olmayacağı belli değildir" der. Darius emir verir, Karun'u serbest bırakırlar,  Tarihte böyle garip hadiseler, çok güzel başlayan, çok kötü biten hadiseler vardır. İnşallah bu böyle değildir. Yani,  temennimiz, gönlümüz İran'la beraberdir. Fakat bir ilim adamı olarak vaktin erken olduğu kanaatindeyim, isterim iyi olması­nı ama konuşamam.

İHSAN IŞIK - İngiltere, Amerika ve birçok Batı ülkesinde İslam’ın bilgiden ziyade tarikatlar yoluyla müntesipler bulduğunu öğreniyoruz. Türkiye'de de bu temayül yenileniyor. Son yıllarda aralarında bir hayli yazar-çizer ve bürokrat olmak üzere tarikatlara ilgi gösterenler var. Bu temayülün âmilleri hakkında düşünceleriniz?

CEMİL MERİÇ - Batıda İslam’ın misyoneri yoktur. Tarikatlar bu vazi­feyi görüyorlar. Bir nevi misyoner vazifesi görüyorlar. İslamiyeti gö­türüyorlar. İnsanlar hakikati görsün, ne yolla görürse görsün, fena bir şey değil. Yalnız, Türkiye'de böyle bir şey olduğunu,  tarikatlara kucak açış hamlesi olduğunu zannetmiyorum. Çünkü tarikatlar, bir yerde ayırır insanları, birleştirmez. Ve Türkiye'de bilhassa böyle. Ben tarikatlardan yana değilim kişi olarak. Ama bunlar da İslamiyet’e faydalı oluyorsa fevkalâde güzel. Söylenecek bir şey yoktur. Tarikatlar dışın­daki insanlar eğer İslamiyet’in   yayılmasına hizmet etmiyorlarsa, bu kendi cehaletleri, kendi gafletleri, kendi hatalarıdır. Ediyorlarsa fevkalâde güzel.

İHSAN IŞIK - Şüphesiz öyle de, asıl öğrenmek istediğim şu: Acaba, niçin bunlar bilgi yoluyla değil de tarikat yoluyla, duygu yoluyla da­ha çok etkileniyorlar?

CEMİL MERİÇ - İnsanlar öyledir, işin içine çeşitli madrabazlıklar karışabilir, fakat karışmayabilir de. Bir tarikat kurucusu pekâlâ İslamiyeti yayabilir. Mesele yaptığı iştir. Ben Türkiye'de tarikatların lüzumuna kani değilim. Ama yabancı memlekete gidebilir, misyoner ola­rak. Eğer muvaffak oluyorsa, Avrupalıları İslam yapabiliyorsa alkışlamağa layıktır. Başka bir şey söylenemez ki.

İHSAN IŞIK - Ama mesela İngiltere'de Müslüman olan bazı aydınlar da var. Üniversitede görevli kişiler,  bilgiyle uğraşan insanlar. Fakat bunlar İslam’a bilgi yoluyla değil,  duygu yoluyla ulaşıyorlar?

CEMİL MERİÇ - İnsanların zaafı bu. "Bir örümcek götürür hakka beni" diyor şair. Olabilir. Gelsin de nasıl gelirse gelsin. Bugün gönül­le gelir yarın kafayla gelir.

İHSAN IŞIK - Fakat bunu ferdi planda mı düşünmek lazım?

CEMİL MERİÇ - Başka çare göremiyorum. Nasıl olabilir başka türlü? Şöyle diyelim: Maalesef Türkiye'de insanlar geniş ölçüde atalet için­dedir. Vazifelerini yapmadılar. Yapmamalarının birçok sebepleri de vardır. Tanzimat’tan beri İslam düşüncesi zeval halindedir. İnsanlar uyanmak için dürtülmeğe, kamçılanmağa muhtaçtırlar. Bu tarikatçı in­sanlar daha çok enerjik, daha çok konuşabiliyorlar. İnsanların zaafla­rından daha çok istifade edebiliyorlar. Ama bu salim bir yol mudur? Zannetmiyorum ama salim değildir diye ilk hamlede reddedemeyiz. Adam gelmiş İslam olmuş. Nasıl oluyorsa olsun. Evvela bir yola giriş bahis konusudur. Sonra düzelir. Başka çaresi yok. Ne yapsın adam? Bunları anlattım. 18., 19. asra kadar Kuran-ı Kerim tercümesi yok batı dille­rinde. Eee? Niye bu adamlar Müslüman olmuyor? Nereden olacaklar? Ne hadis var, ne Kuran-ı Kerim var. Tanımalarına imkân yok. Şimdi de bir takım misyoner rolünü oynuyor tarikatlar. Hatta sağlam ve dürüst tarikatlar bile. Mesela Celaleddin Rumi hazretleri. Evvela gönüller ge­lir, sonra derinlere inebilir insanlar. Yok,  başka bir şey olamaz ki. Öbür Müslümanlar duracak, seslerini çıkarmayacak, bu adamlar hareket edecek, gidecek, yorulacak, tehlikeleri göze alacak.

İHSAN IŞIK - Şüphesiz seveni de sevmeyeni de bulunan Muhammed Hamidullah'a atfedilen bir sözü hatırlatmak istiyorum. Hamidullah,  "Be­nim Fransızlara dönük şu kadar yayınım var. Fakat onlar kitaplardan çok dervişlerin sihirleriyle etkileniyorlar, hayret ediyorum" demiş.

CEMİL MERİÇ - Çok doğru. Avam böyledir. Halk böyledir. Bir yerde üniversite hocası da halktır. Hepimiz böyleyiz bir parça. Hazret-i Muhammed varken Celaleddin Rumi'ye gidiyorlar. Neden? Bu, zaafıdır in­sanların. Fakat onu anlamak kolay değil. Hamidullah bir zirvedir. Onu, söylediklerini,  söylediklerinin birçoğunu anlamak kolay değil. Fakat oraya gidip raks yapan insanları anlarlar. Kendileri o seviyededir. Bunu, gayet yerindedir diye söylemiyorum, maalesef böyle, realite bu. Başlangıçtan itibaren söylüyorum,  ben tarikatlara muhalifim. Hazret-i Muhammed zamanında tarikat mı vardı? Yoktu. Tarikat sonradan çıkmıştır İslam bir bütündür ve tarikatlara lüzum yoktur. Said-i Nursi hazretle­ri gayet güzel söyler. Belki eskiden lüzum vardı, çünkü insanlar bir­birleriyle temas halinde değildiler. Birçok şeyleri bilmiyorlardı. Binaen aleyh tarikatlar kuruldu. İnsanları terbiye mahiyetinde birer müesseseydi tarikatlar. Faydalı oldular. Birçok milletler tarikatlar sayesinde İslamiyet’e geldiler. Türkler de böyle. Tarikatların büyük faydası olmuş.

İHSAN IŞIK - Günümüz için şöyle diyor Said-i Nursi: "Şimdi tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır."

CEMİL MERİÇ - Tabii, ben de o fikirdeyim ama eğer tarikat müessir oluyorsa, eğer insanlar bundan hoşlanıyorlarsa, vaki olan her şeyi görmek lazım.

Neden istifade etmeyelim? Tarikatlar faydalıdır. Ben de tanıdım. Ne kadar insan geldi buraya, Fransız, İngiliz vesaire. Hepsi ta­rikat yoluyla İslamiyet’e gelmişler. Benim tanıdıklarımın çoğu tarikat­lar yoluyla gelmiştirler. Realite bu. Güzel bir şey tarikat. Bir yerde güzel bir şey, çünkü insanı yalnızlıktan kurtarıyor, bir zamanın içine atıyor. Yaşayan bir canlı oluyor. Yalnız ben, dediğiniz kadar geniş bir çevreye hitap edebileceğini sanmıyorum. Var, bazı istisnalar var, bunları biliyorum ama bu Türkiye ölçüsünde mühim bir şey değil. Yani, mesele "Bir örümcek götürür Hak'a beni"; gelsin, nasıl gelirse gelsin. Sonra düzelir.

İHSAN IŞIK - "Homo Ekonomikus'un kanlı fetihlerini gizlemeye yarayan bir şal" diyerek sömürgecilik yanına dokunduğunuz kültür. Birçok misaline rastlanan bir tuhaflığı sormak istiyorum bu defa. Hem batılı değerler ve zevkleri yerleştirmeye çalışıp, hem kültür sömürgeciliğine karşı çıkma bayrağını açanlar var. Ne diyorsunuz buna? Kültür sömürgeciliği derken asıl anlaşılması gereken nedir sizce?

CEMİL MERİÇ - Kültür sömürgeciliği doğrudan doğruya bütün değer hükümlerinden koparmak ve başka bir dünyaya, başka bir camiaya, başka bir medeniyete bağlamak. Kültür sömürgeciliği bu. Güzel bir şey değil tabii bu. Anlamadım dediğini?

İHSAN IŞIK - Birçokları var kültür emperyalizmine veryansın eden. Fakat tavsiye ettikleri yine batı kültürünün başka ürünleri.

CEMİL MERİÇ - Bunların hepsini "Mağaradakiler"de yazdım. Bu konuda söyleyeceklerimin hepsi orada söyledim. Kültür emperyalizmi saçma sapan bir şey. Kültür emperyalizmi olamaz. Bunları okuyun.

İHSAN IŞIK - Bir kitapta,  batı kültürünün üstünlüğü anlatılmaya çalışılırken, yazar, doğu kültürünün monolitik bir kültür olduğunu, dolayısıyla ondan artık bir şey beklenemeyeceğini söylüyor. Ne dersi­niz?

CEMİL MERİÇ - Hiç bir yaşayan kültür monolitik kültür değildir. Yaşayan her kültür çok cephelidir, dal budak salar ve söylenecek birçok sözü vardır. Doğu kültürü için monolitik sözü yanlıştır.

MİSAFİR GENÇ - O ne demek hocam?

CEMİL MERİÇ - Monolitik, tek yönlü, tek cepheli demek.

İHSAN IŞIK - Hocam, sorularım bitmedi. Vaktinizi çok aldım gerçi?

CEMİL MERİÇ - Devam edin evladım.

İHSAN IŞIK - Ali Şeriatî'den bahsederken andığınız isimler: Cevdet Paşa, Tunuslu Hayreddin, Mehmet Akif ve Necip Fazıl. Said Nursi ve Necip Fazıl'ı değerlendirirken daha çok celadet­leri ve aksiyonları üzerinde duruyorsunuz. Ya fikirleri?

CEMİL MERİÇ - Tabii onların üzerinde duruyorum. Ben Said-i Nursi hakkında fikirlerimi muhtelif yazılarımda anlattım.

İHSAN IŞIK - Daha çok celadetlerini takdir eden ifadeleriniz var orada...       

CEMİL MERİÇ - Mühim olan celadettir. Celadet son derece mühim. Aydınların ne kadar tabansız olduğunu belirtirken söyledim. Necip Fa­zıl hakkında söylemiyorum bunu, Said-i Nursi hakkında söylüyorum. Said-i Nursi demek celadet demektir, şahsiyet demektir, kahramanlık demektir. Bir manayı tek başına bütün husumet dünyasına karşı müdafaa etmiş adamdır. Neden celadet demeyeyim? Müdafaa ettiği fikirleri za­ten Kuran-ı Kerim. Kuran'ın bir nevi sarihidir. Bir Müslüman müte­fekkirdir ve başlıca hususiyeti celadetidir. Belki onun gibi düşünen­ler çoktu Türkiye'de. Milyonlarca insan vardı. Fakat onların hepsi sindiler ve sustular. Said-i Nursi sinmedi ve susmadı. Bütün zorbalı­ğa rağmen iktidara karşı koydu. Bir davanın müdafaasını yüklendi üze­rine. Artık burada mühim olan celadettir. Çünkü ferdi iman, şahsi iman, susan iman, şerle mücadele etmeyen, kendi evinde oturan iman hürmete layık değildir. Ali Şeriati için gösterdiğim muhabbet de ondan. Bir fikir uğruna kafasını koydu adam. Said-i Nursi de koydu. Necip Fazıl için bir şey söyleyemem. Necip Fazıl hiç bir şeyini koymadı.

İHSAN IŞIK - Fikirleri üzerinde durmuyorsunuz. Bilmiyorum, erken mi buluyorsunuz?

CEMİL MERİÇ - Necip Fazıl'ın veya Said-i Nursi'nin fikirlerini şerh etmek değil, doğrudan doğruya Ali Şeriati'den bahsetmek söz konusu­dur orada. Orada bir mukaddime var. Mukaddimede kısa olarak yerlerini tespit ettim. Necip Fazıl bulanıktır zaman zaman. Said-i Nursi değildir. Bir celadet göstermiştir. Burada mukayese edilen adam şehittir. Buna mukabil karşısına çıkaracağımız adamlar, celadeti temsil eden adamlar olmalı. Mehmet Akif'in son derece pısırık olduğundan bahset­tim. Mehmet Akif'i sevmediğimden değil, fakat öyle olduğunu söyledim.

İHSAN IŞIK - Fakat ben sadece o yazıyı sormuyorum. Başka bir ya­zıda da fikirleri üzerinde durulmadı.

CEMİL MERİÇ - Bu yazı Said-i Nursi hakkında yazılmış değildir. Necip Fazıl hakkında da yazılmış değildir. Yalnız Türkiye'de İslam’ı temsil eden insanların nasıl pısırık olduklarını, medeni cesaret gös­teremediklerini anlatırken,  bunun istisnası var diyorum. Bilhassa Said-i Nursi diyorum. Necip de gençler arasında.

İHSAN IŞIK - Hocam, kitaplarınızda ele aldığınız birçok yazar var. Türkiye'den de başlı başına yazı konusu aldığınız birçokları var. Bunların fikirlerine, kitaplarına, yazılarına değiniyorsunuz. Ben bahsettiklerimin fikri cephelerini sormuştum ama bir de Sezai Karakoç'u sormak istiyorum. Sezai Karakoç'tan bahsetmediniz şimdiye kadar. Hak­kında konuşmayı "erken bulduğunuzdan mı?

CEMİL MERİÇ - Efendim, ben Sezai Karakoç'u bu çapta bir insan görmüyorum. Ne Said-i Nursi -hâşâ-, ne Necip Fazıl, genç bir adam. Genç bir kabiliyettir, genç bir arkadaştır, genç bir şairdir. Muhak­kak ki hürmete layık bir insandır. Fakat kendisiyle fazla tanışmam. Ama kanaatim şu merkezdedir ki,  bu isimler yanında zikredilemez. Sa­id-i Nursi'nin, Necip Fazıl'ın yanında Sezai Karakoç'tan bahsetmek yerinde olmaz.

İHSAN IŞIK - Yani,  Sezai Karakoç'u henüz eserleriyle birlikte ilgilenmeye değer görmüyorsunuz? Yani ilginizi çekmiyor?

CEMİL MERİÇ - Öyle demek de doğru değil. Mesela "Sütun"u okudum, çok zayıftı maalesef. Fakat bir takım şeyler yapmak istemedim. Ben kendi kendimizi yıkmak düşüncesi içinde değilim. Muhabbetle karşıla­dım. Çok tenkit ettiğim tarafları vardı, lüzum yok yani, bu kadar çok çatılacak insan varken. Birbirimizi incitmemeliyiz kanaatindeyim. Bu sırada kendi safımızda, bir polemik havası estirmek istemem. Dosttur, mademki İslam’ı müdafaa ediyor güzeldir, iyidir, alkışlanmağa layıktır. Ama benim adamım değil. Ben Sezai Karakoç'tan daha büyüğüm; yaş ola­rak, kültür olarak büyüğüm. Yani Sezai Karakoç benim için mühim bir adam değildir.

İHSAN IŞIK - Birçok kitabı var.

CEMİL MERİÇ - Okuduğum eserlerinde dikkate layık hiç bir şey bu­lamadım. Ama İslam’a hizmet ediyor, alkışlanmaya layıktır. Onu da ka­bul ediyorum. Binaenaleyh onu okuyanı kötülemek istemem. Benim için dosttur, mücadele edilecek bir insan değildir. Ama büyük bir insan da değildir...

İHSAN IŞIK - Demek İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürünü beğenmediniz?

CEMİL MERİÇ -  Onu hiç beğenmedim... (***)

İHSAN IŞIK - Kala kala bir buçuk sorum kaldı.

CEMİL MERİÇ - Buyurun.

(Konuşmanın sonuna yaklaşırken, bir kitapla ilgili özel bir soru sordum. Cevabının sonundaki eklerini aktarıyorum)

CEMİL MERİÇ - Evvela bu mefhum, nedir, İslamcı roman ne demek?

İHSAN IŞIK - İslami roman karşılığı kullanılıyor.

CEMİL MERİÇ - Nedir, İslami roman nedir? Romanın İslamisi Hristiyanisi olmaz. İslam yazmışsa İslamidir, bu kadar. Roman, İslamiyet’in müdafaa vasıtası değildir ki. Benim için bu mefhumlar son derece bu­lanık mefhumlardır.

İHSAN IŞIK - Son soruya geldik. 

CEMİL MERİÇ - İstediğin kadar sorabilirsin.

İHSAN IŞIK - O halde soruyorum. Eserlerinizde çok sayıda batılı, daha az sayıda doğulu kavram ve kişi resmigeçit halinde. Kritiklerle ele almanıza rağmen daha çok batıyla meşgulsünüz. Böyle olmasını hiç garipsediğiniz oldu mu?

CEMİL MERİÇ - Hayır, hiç garipsemedim. Niçin garipseyeyim? Ben Avrupa’ya karşı kendi ülkemin, kendi inançlarımın, kendi dinimin müdafaa­sını yapıyorum. Bu itibarla kendi ülkeme de Avrupa'nın gerçek çehresini göstermeye çalışıyorum. Göstermeye çalışırken, Avrupalıdan bahsediyo­rum. Sonra ben bunları bilirim daha çok. Ötekilerle yaşarım, ötekiler dosttur. Dostlarla benim işim yok ki?

İHSAN IŞIK - Yanlış anlamayınız, muhakkak ki bunlardan istifade ediyoruz.

CEMİL MERİÇ - Yani ben bunları iyi bilirim. Bunlar son derece yan­lış anlatılmıştır memleketimizde. Ben doğrusunu anlatmaya çalışıyorum. Ötekiler, isteyenler başkalarından bahsederler. Onları da hürmetle se­lamlarım, okurum. Ama benim yapmak istediğim bu. Ben iki kültürün mu­hasebesini yapmak istiyorum. Batı kültürünün nereleri kuvvetli, nerele­ri zayıf, onları tespit etmek istiyorum. Benim bildiğim bu. Ben Fran­sızca hocasıyım. Sosyoloji hocasıyım. Bir adam her şeyi yapamaz ki. Yıkılması gereken bir putu yıkıyorum. Avrupa’ya karşı yazmaya başladığım sırada memlekette Avrupa bu kadar biliniyor değildi. Avrupa bir put mahiyetindeydi herkeste. Ben bu putu yıktım. Ben bildiğim hakikatleri haykırdım. Bunları anlatırken kimseyi aldatmamaya, her şeyin doğrusunu göstermeye çalıştım. Ne yapabilirdim ki başka? Ben Tefsir kitabı, Ha­dis kitabı yazmıyorum ki? Benim yaptığım bu. Daha çok Avrupa edebiya­tını bilirim. Onu da yapacağız inşallah.

İHSAN IŞIK - Acaba düşündünüz mü, diğerlerine daha fazla vakit ayırabilseydim diye düşündünüz mü?

CEMİL MERİÇ - Ben Fransız Filolojisi'nden mezunum, Fransızca, Sosyoloji hocasıyım. Hayatım bunlarla geçti. Bunları öğrendim, bildim. Bu hususta hiç bir hatam yok. Başkalarının yaptıklarını da hürmetle alkışlarım. Tek insan, tek yazar değilim. Türkiye'de birçok insanlar yazıyorlar. Dikkat ederseniz bizim saftan hiç kimseye çatmamış, hiç kimseyi incitmemişimdir. Batıya karşı pek zalimim belki, kendimize karşı hiç de zalim değilim.

İHSAN IŞIK - Fakat bizdeki İslami tefekkürü yeterli görmüyorsunuz. Bu hususta…

CEMİL MERİÇ - Bu kadar yazar var birader, bu kadar İslam tefekkürüyle meşgul olan adam var. Benim meşgul olduğumla kimse meşgul olma­mış. Anlatabiliyor muyum; ben vaiz değilim, ben hoca değilim.

İHSAN IŞIK - Sormak istediğim şuydu: "Vak'a-yi Hayriyye"den beri bizde İslam tefekkürünün büyük isimleri çıkmamıştır diyorsunuz. Bunun…

CEMİL MERİÇ - Çıkmamıştır. Said-i Nursi var, hürmete layık başka adam tanımıyorum. Ben onu tanıdım. Ben Müslüman mütefekkir deyince celadetiyle, cihadetiyle onu tanıdım,  başka tanımadım. Hepsi pırt deyin­ce kaçan, firar eden insanlar. Mehmet Akif de dâhil. Bir tane başka örnek görmedim ki. Ama mazide var. Onları da yazdım. Cevdet Paşa var, Tunuslu Hayreddin var. Aşağı yukarı bunlar var, başkası yok yani. Ben Tanzimat'tan bu güne kadar gelen Türk edebiyatını, Türk düşüncesini ga­yet iyi bilirim. Bunların arasında iki tanesini çok seviyorum; Cevdet Paşa'yla, Tunuslu Hayreddin. Ötekiler karışık. Namık Kemal şairdir. Severim ama şair olarak severim. Aynı zamanda İslam’ı müdafaa eden bir şairdir, o tarafını da beğenirim. Fakat bu İslam’ı beğenen şair sarhoş­tur. Bir binlik şarap içer oturduğu zaman. Hayatı bu şekilde geçmiş, kırk sekiz yaşında ölmüştür. Hepsi de öyle; Hamit de öyle, Süleyman Nazif de öyle. Yani bunlar şairdirler, İslam tefekkürünün içine giremez­ler. Ama İslam’ın müdafiidirler zaman zaman, çok doğru. Saygı gösteri­rim, bahsederken hürmetle bahsederim. Ama bunlar mütefekkir değildirler, bunları ele alıp konuşamam. Bunlarda yok İslami tefekkür. Var, bazı mutasavvıflar var. Onlar muhterem zatlar, şüphem yok, fakat benim konum değil. Bir İbrahim Hakkı'dan bahsetmek benim konum değil. Bundan bahsedecek birçok insanlar var. İlahiyat Fakültesi'nde, Yüksek İslam Enstitüsü'nde hocalar var. Bunlar hürmete layık çok güzel şeyler. On­ları okur istifade ederim. Ama benim uğraşma saham değil bunlar. İnsan her şeyle uğraşamaz, her şeyi bilemez ki. Tanzimat’tan sonra büyük İs­lam mütefekkiri yok,  olsaydı zaten bu hale gelmezdik. Yani olsaydı bir mücadele olurdu. Hiç bir mücadele olmadı. Giyin dediklerini giydik, atın dediklerini attık. Dili de mahvettik. Bütün bu cinayetler olurken olurken herkes sustu. Tek sesini çıkaran Said-i Nursi oldu, o kadar.

İHSAN IŞIK - Bu yüzden celadetine daha fazla önem verdiniz.

CEMİL MERİÇ - Tabii. Son derece mühim. İslam celadet demektir, başka bir şey değil. Şahsiyet celadet demektir, kabadayılık demektir. Hiç bir tehlikeye girmeden hiç bir şey olmaz. Fakat o kısım ayrı mesele. İslam tefekkürü bakımından Said-i Nursi’nin değeri nedir? O ayrı bir tetkik mevzuudur. Bu davada, benim ele aldığım davada mühim olan in­sanların insan olması, şahsiyetli olması, kahraman olması, celadet, göstermesidir. Bunlar beşeri kıymetlerdir. İslam’ın bu beşeri kıymet­lere sahip olduğuna inanıyorum elbette. Zaten bu kıymetlere sahip olmasaydı, dünyayı istila edemezdi, muzafferiyetler de kazanamazdı. Ka­zandı ve bu celadeti kaybettiği gün sukut etti. Zürriyeti, erkekliği kalmadı. Her darbeye, her zıpçıktıya teslim olan bir hale geldi. Gü­nahlarımız büyüktür maalesef. Ve günahlarımızın başında celadet mah­rumiyeti gelir. Medeni cesaretten mahrumiyet yani.

İHSAN IŞIK - Çok vaktinizi aldım, çok teşekkür ederim.

CEMİL MERİÇ - Rica ederim, çok memnun oldum.

_______________

 

(*) İhsan Işık / Cemil Meriç'le Bir Konuşma (Yeni Devir, 9 Ocak 1981).

(**) Mustafa Armağan – Sezai Coşkun / Bulutları Delen Kartal -  Cemil Meriç İle Konuşmalar, 2004)

(***) Konuşmanın bu bölümünde, benim çok beğendiğim bu eser ve yazarı hakkında Cemil Meriç'in kullandığı aşırı derecede haksız bulduğum ifadelerini yazıya geçirmeyi doğru bulmadım (İ. Işık)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazar: İHSAN IŞIK

19 TARİHSEL TESPİTİYLE MÜNZEVİ FİKİR İŞÇİSİ CEMİL MERİÇ

11 bin ciltlik bir kütüphane düşünün. Yani bildiğiniz kütüphane düşünün işte. Hani araştırma yapmak için gidip de bulmak istediğiniz kitabı neredeyse bulamadığınız, size yardımcı olamayan görevlilerine öfkelendiğiniz bir kent kütüphanesi. Hah işte bugün 19 alıntıyla anacağımız kişi, bu kütüphanenin ta kendisi.

70 yıl boyunca nefes aldı Cemil Meriç bu dünyada. En kötüsü de bu sürenin neredeyse yarısını gözleri olmadan, kızının, oğlunun, dostlarının gözlerini kullanarak geçirdi. Bir yanında Dante, Balzac, Dostoyevski vardı; diğer yanında Hugo, Marx, İbn-i Haldun. En kötü, en depresif anlarında kitaplarından destek aldı. Ne zaman kendini kötü hissetse kütüphanesine sığındı. Kütüphanesine girerken kirli giysilerinden sıyrılıp, tertemiz, pırıl pırıl giyinen Machiavelli gibi kutsal belledi o da kendi kütüphanesini. Ve en sonunda o da Machiavelli gibi kitap oldu, “kitap yani ışık”.

Quid rides? De te fabula narratur. (Horatius)

(Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikâyen.)

 

Cam güzeldir, çünkü…

 

12 Aralık 1916’da Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde, “çamurlu sokaklardan geçilerek varılan bir evin odasında” bir oğlan dünyaya gelir. Ev sahipleri Osman Ağa’nın bir asker dostunun ısrarı üzerine bebeğe onun adı verilir; Hüseyin Cemil.

Altınlarını cam karşılığı dağıtan Kızılderili’yi hiçbir zaman gülünç bulmadım. Cam, altından çok daha asil. İsrail peygamberlerinden beri lânetlenmiş bir maden, altın. Adı, tarihin bütün cinayetlerine karışmış. Pıhtılaşmış kan, insan kanı. Cam güzel, çünkü kirli bir mazisi yok. Cam güzel, çünkü kalbi var, kırılıverir.

 

Bir savaş çığlığı: Slogan

 

Babası, Dimetoka’da hâkimlik yapan Mahmut Niyazi Bey, annesi Zeynep Ziynet Hanım’dır.

Slogan, ilkelin ideolojisi. İdeolojilerin ışığına göz yumanları sloganlar yönetir. Karanlık kinlerin birbirine saldırttığı çılgın sürülerin savaş çığlığıdır slogan. İlkelin budalanın papağanın ideolojisidir. Düşünce ile çığlık bağdaşmaz. Şuurun sesi çığlık değildir. Yabani bağırır. Medeni insan konuşur.

 

Yaşamak için okumak

 

Okumaya başladığı ilk yıl, ileri derecede miyop olduğu için gözlük kullanmaya başlar. 4 yaşındadır ve 4 derece miyoptur.

Sekiz yaşına kadarki hayatım bulanık, başsız sonsuz bir hatıralar yığını. Babam çeşitli nikbetler yüzünden hayata küsmüş eski bir yargıç. Az konuşan, çatık kaşlı, hareketlerine akıl erdiremediğim bir insan. Annem, bu yabani dünyada aşinası olmayan hasta bir kadıncağız. Silik, mızmız. 12 Aralık’ta doğan çocuk itilmiş, kakılmış, düşman bir dünyada dostsuz büyümüş. Daima başka, daima yabancı. Hasta bir gurur. Pencerelerini dış dünyaya kapayan bir ruh. Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. Yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum. Yaşam için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım.

 

Kitaplarla konuşmak

 

Arkadaş çevresi tarafından hep dışlanır, bolca dayak yer, hakaretler işitir. En kötüsü de, çevresinde bunları dile getirebileceği kimse yoktur. Kendi ifadesiyle, dili başkadır ve gözlükleri vardır. Kendinden utanmaktadır.

Benim trajedim şu bir kaç satırda: Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. Yani, dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yarımla ‘Büyük Doğu’ kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla ‘Yön’e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış.

 

Kamûs ve cinnet

 

Gözlerindeki sorun ilerler ve ortaokula geldiğinde gözlerinin derecesi 10’a çıkar. Sınıfta tahtaya yazılanları bile göremez, ama bunu dile getiremez de. 1936’da, tam da 12. sınıfa geçmişken, İstanbul’a gelir. Pertevniyal Lisesi’ne kaydolur. Hocaları İhsan Kongar, Nurullah Ataç ve Keysa İdalı gibi isimlerdir.

Kamûs, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamûsa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiş: kamûsa. Eski sözlüğe kızıl bir külâh geçirdiğini söyleyen Hugo, tek kelime uydurmamış; sembolizm’in üç silahşörü* de öyle. Ama kullandıkları her kelime yeni. Heyhat! Batı’da cinnet bile terbiyeli.

* Arthur Rimbaud, Stephane Mallarme, Paul Verlaine

 

İzm’ler ve Türkiye gerçekleri


1936 Mayıs’ında tekrar Hatay’a döner. Bir süre ilkokul öğretmenliği yapar. Ardından İskenderun tercüme odasında başkan yardımcısı olur. Beklenmedik bir telefonla görevine son verilir. Bu dönemde kendini artık ‘sosyalist’ olarak tanımlamaktadır.
İzm’ler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri, itibarları da menşelerinden geliyor hepsi de Avrupalı.

 

Türk mahkemelerinin ilk Marksist’i

 

Hatay’ın Türkiye topraklarına dâhil edilmesinden kısa bir süre sonra nezarethaneyle tanışır. Suçu, komünizm propagandası yapmaktır. Mahkemede Marksist olduğunu haykırır. Böyle bir cümle, bir Türk mahkemesinde ilk kez Cemil Meriç tarafından telaffuz edilir. Üç buçuk ay süren tutukluluk hali, mahkemenin beraat kararıyla sona erer.

Havarilerini yaratamayan İsa’nın yeri tımarhanedir, tarih değil. Muhammed’in ilk mucizesi: Hatice-t-ül kübra.

 

Üvey evlat olmayı göze almak

 

Sonra Yabancı Diller Yüksek Okulu’na girer. Cemil Meriç bu okulda da aradığını bulamaz. Anfide en arka sıraya oturur, dersi öyle dinler. Yeri geldiğinde hocalarının bilgi eksikliklerini yüzlerine vurmaktan çekinmez. Bir gün dersten sonra hocası Sabri Esat Siyavuşgil kendisine, derslere ihtiyacı olmadığını ve okula gelmesi gerekmediğini söyler.

Her büyük adam, kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladıdır. Zira o, yarınki veya dünkü veya ötelerdeki bir cemiyetin çocuğu, kendi cemiyetinin değil. Kaderimizi çizen cemiyet: Fakat ona ırzımızı teslim ettiğimiz zaman erimişizdir, denizdeki herhangi bir dalgayız. Şahsiyet, görünen cemiyet içinde görünmeyen cemiyeti seçip, tahtını onun bağrında kurmakla fethedilir. Her şahsiyet bir kopuş, bir olmayana, bir olacağa bağlanıştır.

 

Toplumu çözümlemiş bir insan: Marx

 

Kütüphaneler dışında da bir hayatı vardır. Diğer aydınlarla birlikte Nisvaz ve Elit pastanelerinde vakit geçirir. Salâh Birsel’in ifadesiyle, Elit’e gelenlerin en bilgilisi, en kültürlüsüdür Cemil Meriç. Gece gündüz demeden okur. O kadar ki, geceleri masanın üstüne bir sandalye koyar ve bu sandalyeye oturur, ışığa mümkün olan en yakın mesafede kitap okur. Çünkü kordon alacak parası yoktur, tüm parasını kitaba yatırmaktadır.

Marx, ne vahye mazhar bir peygamberdir, ne tecrübe dışı bilgilerle donanmış bir kâhin. Onu beşerilikten uzaklaştırmak, beşeriyete kazandırdığı birkaç büyük hakikate ihanet değil mi? Hayatı, zaafları, hastalıklarıyla, belli bir milletin, belli bir asrın adamıdır Marx. İzm’ler -bu mânâda- insan idraklerine giydirilen deli gömlekleridir. Her …ist, koltuk değneği olmadan yürüyemeyeceğini itiraf eden bir zavallıdır.

 

İtalya = Dante

 

Cemil Meriç, evlenme teklifinde bulunduğu tüm kadınlar tarafından reddedilir. Kerim Sadi’nin ısrarıyla tanıştığı Fevziye Menteşoğlu’na ise “İçki içtim, fahişelerle düşüp kalktım, hapse girdim çıktım. Ne dersiniz? Benimle evlenir misiniz?” diyerek evlenme teklifinde bulunur. Aldığı cevap kısa ve nettir: “Cesaretimi takdir edersiniz.” Evlenirler. 1 Nisan 1945’te oğulları Mahmut Ali, 16 Aralık 1946’da ise kızları Ümit dünyaya gelir.

Rüyalarından biri Machiavelli oldu, mısralarından biri Michelangelo. İtalya’ya bir dil armağan etti Dante, yani İtalya’yı yarattı. Ve sefalet içinde öldü. Ve elli yıl sonra bir tanrı olarak kalktı mezarından, bir bayrak oldu: İtalyan birliğinin bayrağı.

 

Cehennem, görememek…

 

Yıl 1953 olduğunda Cemil Meriç’in görme yetisi artık hissedilir derecede azalmıştır: 12,5 miyop, kuvvetli hipermetrop. Aile dostları Ahmet Çipe’yi ziyaret ettikleri bir günün sonunda, merdivenlerden düşer Cemil Meriç. Bu düşme sonucunda kahredici şu soruyla karşılaşır eşi Fevziye Hanım: “Fevziye, hiçbir şey görmüyorum. Elektirikler mi kesik?” Cemil Meriç maalesef artık kördür.

Dante cehennemi anlayamamış dostum. Cehennem hatıraların küllenmesi, ümitlerin susması. Cehennem haykıramamak, ağlayamamak. Cehennem çöl değil, kuyu; sularında yıldızlar parıldamayan kör bir kuyu cehennem. Çölde yıldızlar konuşur, rüzgâr konuşur. Görmek yaşamaktır. Vuslattır görmek. Her bakış dış dünyaya atılan bir kementtir. Bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış. Gözbebeklerimizden fışkıran seyyale, mekân canavarını bir anda ehlileştirir. Görmek sahip olmaktır. Gören, hangi hakla yalnızlıktan şikayet edebilir? Mevsimler bütün işveleriyle emrindedir, renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Çiçekler onun için açılır, şafak onun için pırıldar. Gütenberg matbaayı onun için icat etmiştir. Hugo o okusun diye yazmıştır şiirlerini. Şehrin bütün kadınları onun için giyinip süslenir. Çocukların tebessümü onun içindir.

 

Ya ölüm ya da daha muhteşem bir dünya

 

Tedaviler, ameliyatlar maalesef işe yaramaz. Cemil Meriç için, kitaplarını okşadığı, sayfalarını kokladığı ve hüngür hüngür ağladığı dönemler başlar.

Adam haykırdı: Nemesis, Nemesis! Yıldırımlar gibi ulu çınarlara musallat Tanrıça. Ben ne Olemp’in sırlarını fâşeden bir yarı tanrıydım, ne erguvanlar içinde doğan bir prens. Ama madem ki parmakların bana kadar uzandı, madem ki beni de hışmına lâyık gördün, seni utandırmayacağım. Ya ölüm boğacak şarkılarımı, ya elimden aldığın dünyadan daha muhteşemini yaratacağım.

 

Bir kilometre taşı: Hint

 

Beylerbeyi’nde otururken Hint’le ilgilenmeye başlar Cemil Meriç. Göztepe’ye taşındıklarında ise Hint artık başlı başına bir keşif olur onun için. Batılılaşma son hız sürerken, Cemil Meriç’in Hint sevdası 60’ların Türkiye’sinde garip karşılanır, yadırganır. Ama o bambaşka bir dünyanın kapılarını aralamış olmanın heyecanıyla Hint’ten başını kaldırmaz. 1970’lerde ise Cemil Meriç’in Hint sevdası bir kitaba dönüşüverir: Bir Dünyanın Eşiğinde.

Hint meçhule açılan kapıydı, meçhule, yani insana. Dört yıl Ganj kıyılarında vecitle dolaştım, sağ dediler. Saint-Simon’la uğraştım iki yıl, çağımız onunla başlıyordu, sol dediler. Hint’i yazarken tek amacım vardı: Asya’nın büyüklüğünü haykırmak, yani bir vehmi devirmek, bir iftirayı yok etmek. Saint-Simon’u putları yıkmak için kaleme almıştım. Her iki kitap da peşin hükümlerin rahatını kaçırdı, ne sol’un hoşuna gittiler, ne sağ’ın. Anladım ki, bu iki kelime, aynı anlayışsızlığın, aynı kinlerin, aynı cehaletin ifadesidir.

 

Kaybederek zenginleşmek

 

Cemil Meriç Antakya’ya ablasını ziyarete gittiğinde bir kadınla tanışır: Lamia Hanım. Antakya Lisesi’nde İngilizce öğretmeni olan Lamia Hanım’ın Cemil Meriç’in hayatındaki yeri çok özeldir. Fevziye Hanım da özel durumundan dolayı, eşinin Lamia Hanım’a olan bu ilgisine sesini çıkarmaz. Meriç felç olup yataktan çıkamaz hale geldiğinde, Lamia Hanım hiçbir karşılık beklemeden onun bakıcılığını üstlenir.

Münakaşada zafer, mağlup olanındır, yenilmek zenginleşmektir. Münakaşa hakikati birlikte aramaktır. Hakikat bin bir cepheli, bin bir görünüşlü. Karşınızdaki, göremediğinizi gösterecek size. Sizden farklı düşündüğü ölçüde yaratıcı ve öğreticidir.

 

Fevziye Hanım’a veda ve daha içine kapanık bir Meriç

 

41 yıl boyunca onunla birlikte aynı havayı soluyan, onu bir an olsun yalnız bırakmayan, ömrünü ona adayan eşi Fevziye Hanım’ı kaybeder Cemil Meriç. 10 Mart 1983’te Feyziye Hanım, Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilir. Cemil Meriç artık daha bir içine kapanıktır.

Aydın siyasetle uğraşmamalı. Kalabalık tarafından alkışlanıyorsa ihanet içindedir. Yığınların mahkûm ettiği aydın gerçek aydındır. İyi ama hangi yığınların? Sınıflara, milletlere ayrılmış bir Avrupa’da yekpare bir kalabalıktan söz edilebilir mi?

 

Kardeşleri ölürken hiçbir şey yapmamak

 

Cemil Meriç, oğluyla Caddebostan’da vakit geçirdiği bir günün sonunda fenalaşır ve vücudu titremeye başlar. Ambulans çağırılır ve Meriç, Haydarpaşa Hastanesi’ne yatırılır. Doktorlar, Ümit ve Mahmut Ali Meriç’e kötü haberi verir; Cemil Meriç artık felçlidir. Bu yetmezmiş gibi bir süre sonra zatürre olur, arkasından da bir kalp krizi geçirir. Prof. Dr Aram Sukyasyan’ın tedavisiyle hayata döner ve taburcu edilir. Tüm bu süreçte Lamia Hanım da onu yalnız bırakmaz.

Sokakta insanlar boğazlanırken, düşüncenin asaletine sığınarak, elini kolunu bağlamak, düşünceye ihanettir.

 

Düşünce ve irşat

 

Feneryolu’nda bir daireye taşınırlar. Cemil Meriç felç geçirdikten sonra bambaşka bir kişilik kazanır. Sürekli yatar durumda olması, onu kötümser kılmaz, tam tersine daha da iyimser yapar. Ziyaretine ya da sohbete gelen hiç kimseyi geri çevirmez, o hasta haliyle bile mümkün olduğunca herkesin sorusuna cevap verir.

Düşüncenin görevi: İnsanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak, kızmadan, usanmadan irşat. Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir.

 

Aydın kimdir?

 

Ömrünün sonuna yaklaşan Cemil Meriç yemek yemez olur. Sadece su içmeye başlar. Doktorlar yeni bir tedavi uygulamaya başlar, ama 12 Haziran’ı 13 Haziran’a bağlayan gece saat 00.25’te 70 yıllık yaşamı sona erer Cemil Meriç’in. 15 Haziran’da Karacaahmet Mezarlığı’na, eşinin yanına defnedilir.

Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddes olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur; maruz kalmaz, seçer. Aydın, kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını aydın yapan: uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.

 

Tek hakikat: Her düşünceye saygı

 

Nefes alıp verdiği süre boyunca, yaşadığı her an okudu Cemil Meriç. Gözlerini kaybettikten sonra da durmadı. Ümit Meriç’in de yardımlarıyla kütüphanesindeki binlerce cilt kitaptan nasiplenmeye devam etti. Sadece okumakla yetinmedi elbet, birçok da eser armağan etti bu topraklara.

 

* Bu Ülke – 1974

* Ümrandan Uygarlığa – 1974

* Bir Dünyanın Eşiğinde – 1976

* Mağaradakiler – 1978

* Kırk Ambar – 1980

* Bir Facianın Hikâyesi – 1981

* Işık Doğudan Gelir – 1984

* Kültürden İrfana – 1985

* Jurnal – 1992 ve 1994

* Sosyoloji Notları ve Konferanslar – 1993

* Saint-Simon İlk Sosyolog, İlk Sosyalist – 1995

 

Ben, herhangi bir tarikatın sözcüsü değilim. Yani, ilan edilecek hazır bir formülüm yok. Derslerimde de, konuşmalarımda da tekrarladığım ve darağacına kadar tekrarlayacağım tek hakikat: Her düşünceye saygı.

 

Bonus: Türkiye’nin Ruhu Cemil Meriç

https://youtu.be/huENWVDMG1E

https://youtu.be/gSDbYGT07Sg

 

Cemil Meriç’le ilgili birçok detayı bulabileceğiniz kapsamlı bir belgesel.

 

KAYNAK: Veysel Dinçer / 19 Tarihsel Tespitiyle Münzevi Fikir İşçisi Cemil Meriç (listelist.com, 12.06.2015).

Yazar: Veysel DİNÇER

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör