Şair, yazar, eğitimci. 2 Ekim
1960, Manisa / Alaşehir doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü’nü bitirerek öğretmenliğe başladı. Zonguldak Uzunmehmet Lisesi, Sarıgöl
Lisesi ve Sartmahmut İlköğretim Okulu’nda Türkçe ve edebiyat öğretmenliği
yaptı. Türkçe öğretmeni olarak Kırgızistan’ın Bişkek kentinde Türkçe Öğretim
Merkezi’nde çalıştı. Halen Manisa / Salihli İMKB Teknik ve Endüstri Meslek
Lisesi’nde öğretmendir.
Hasan Ildız’ın 1985 yılından beri Türk Dili, Çağdaş Türk Dili, Öğretmen
Dünyası, Abece, Kirkit, Ege Layf, Patika, Lacivert, Afrodisyas Sanat, Şiirden,
Edebiyat Ortamı, Kurgan, Yaşam Sanat, Karayazı, Tmolos, Kasaba Sanat, Berfin Bahar, İnsancıl, Yaba Edebiyat, Güney, Kitapçı, Dil ve Edebiyat, Aşkın (e) Hali, Dergâh, Kurşun Kalem, Bireylikler,İtibar,Yedi
İklim,Yasakmeyve,Varlık,Töre gibi çok sayıda dergide şiirleri ile öyküleri
yayınlanmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Kültür
Bakanlığı ve Türk Edebiyatı Vakfı’nca ortaklaşa düzenlenen 2006 Türk Dünyası
Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması’nda Sürgün başlıklı öyküsüyle üçüncülük, 2007
Ümraniye Belediyesi’nin 3. Geleneksel Hikâye Yarışması’nda, Şeteret Ana başlıklı öyküsüyle mansiyon,
2008 Mustafa Necati Sepetçioğu Hikâye Yarışması’nda Gül Satan Çocuk adlı öyküsüyle mansiyon, İLESAM (İlim ve Edebiyat
Eserleri Sahipleri Meslek Birliği) ile Akçağ Yayınevi’nin birlikte düzenlediği
2011 Hikâye Dosyası Yarışmasında Ölmeye
Vatan Yahşi adlı dosyasıyla birincilik ödülünü aldı.
ESERLERİ:
Şiir: Sorgu (1997), Akdeniz’e Gidenlerin Türküsü (2009), Sevda Türküleri (2012), Aşk Şehirde Kirlenir (2014), Renkler Kitabı (2016).
Öykü: Sürgün Hikâyeleri / Kafkasya 1943 (2009), Ölmeye Vatan Yahşi (2012).
KAYNAKÇA: İhsan Işık / Resimli ve
Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006,
gen. 2. bas. 2007, 2018), Hasan Ildız (Bilgi teyidi, 2018).
Ne güzel
ellerin vardı senin;
Açılmıştı Allah'a;
Dua ederken
gördüm.
Hayır dağıtırken, şehrin arka sokaklarında;
Yüzlerini yıkarken gördüm
Avuçlar dolusu mutlulukla...
Ne güzel
gözlerin vardı senin
Kim baksa bir yol görürdü maveraya;
Kime baksan bir fukara nasibi...
Ne güzel gözlerin vardı ey rana
İki gülün, Medine'ye hicreti gibi...
Ne güzel
dillerin vardı senin
Ayıklanmış nar tanesi her sözün.
Bir Bilal-i Habeşi, Mekke'nin dağlarında
Gırtlağım
düğüm düğüm
Gönlümün dinlediği, günde beş öğün.
Ne güzel bir
yüreğin vardı senin
Cehennem kadar sıcak
Cennet-i Ala kadar serin...
Çaldım kapısını bütün günahlarımla
“Efendim “dedin bana
Buyur ettin içeri,
En güzel köşeyi verdin...
Ne güzel
boyun vardı ey serv-i revan!
Salınırdın âlem içre bin yıllık endamınla.
Titrerdi bastığın yollar,
Savrulurdu rüzgârda telin.
Gülüşün çın çın çınlardı odalarda;
Duruşun al duvaklı bir gelin...
5 Temmuz
2014
Şehirleri
çocuklarla tutuşturduk
Çevirdik
bahçeleri ergen cesetleriyle.
Pimi
çekilmiş birer anne yüreği ellerimizde
Koyduk
gövdelerimizi üst üste
Sokak
girişlerine barikatlar kurduk.
Şimdi
sadece külü kaldı tutuşan şehirlerin.
Bahçelerde
o tanıdık insan eti kokusu…
Nereyi
kazsak, bizim kemiklerimiz elimize batan
Bizim
etlerimizdir evlerin yüzündeki tortu.
Yeniden
başlanmalı bir yerlerden
Külleri
toprağa karışmalı şehrin. Ve yıkanmalı,
sökülmeli
ergen cesetleri çitlerden.
Kanayacaksa
ellerimiz güllerden kanamalı
Yeniden
doğmalara atmalı annelerin yüreği
İllaki
patlayacaksa sevgiden patlamalı.
21.01.2014
(Lacivert
Öykü ve Şiir Dergisi 56. sayı)
Taşı
taş üstüne koyuyorsa usta
Ve gün gelip, taş üstündeki taş
Sıcacık bir yuvaya dönüşüyorsa;
sevgidendir.
Öyle vakitli vakitsiz çalışı zillerimizin
Erik
ağaçlarının bembeyaz açışı avlularda
Ve
dünya hatırlasın diye sıcağını, yüreğimizin
Sokaklarda,
bağıra çağıra verdiği kavga;
sevgidendir.
Oğlanların dudağında bir ince ıslık
Yürüyorsa
biraz mahcup
Biraz
aklı havalarda…
Kızlar
bir kaşık havası gibi kıvrak
Pencerelerden
sarkıyorsa;
Sevgidendir.
Sevgidendir
Her
yağmur sonrasında
biraz daha büyümesi fidenin…
Ve bir gün nadim olup yaptığından;
çıkagelmesi gidenin.
Sevgidendir
hiç bir sebep yokken ortalarda
birden bire boşanıyorsa gözlerin.
Ve mışıl mışıl uyuyan bir çocuğu ;
Eğilip
usulca örtüyorsa ellerin.
Sevgidendir
gemiler her sabah uzaklara gidiyorsa;
uçaklar kalkıyorsa alanlardan bir bir.
Gidenlerin
ardından,
bir ayrılık türküsü söyleniyorsa hala
ve dönenler zılgıtlarla karşılanıyorsa
sevgidendir.
Büyük
savaş başladığında, babamı ve köyümüzden pek çok kişiyi cepheye götürdüler.
Annem, dört çocukla bir başına kala kalmanın şaşkınlığı içinde, bir süre
ağlayıp sızladıysa da zamanla kabullendi babamın yokluğunu. Biz daha çocuk
sayılırdık: Ağabeyim Nazım on beş, ben on üç yaşındaydım. Küçük kardeşlerim;
Mülazım on bir ve Rabia dokuzundaydı henüz.
Kırk
üç yılı baharında bir gün, ağabeyimle tarladan döndüğümüzde, annemi evde ağlar
bulduk. Kendini yerlere atıyor, saçını başını yoluyor, üzerindeki elbisesini
paramparça ediyordu hırsıyla. İnsanda nasıl bir acı kuvvet olduğunu, ben ilk
defa onda görmüştüm o gün. Annemin sesine toplanan komşularımız onu durdurmaya
çalışıyor; dört, beş kadın kollarından ve gövdesinden sarıldığı halde o bir
tutam kadını zaptedemiyorlardı.
O
gün, babamın ölüm haberi gelmişti cepheden. Kasabanın karakol komutanı gelmiş
ve babamın, Kiev yakınlarında, Almanlar’a karşı savaşırken kahramanca öldüğünü
bildirmişti anneme. Bir de ‘kahramanlık beratı’ bırakmışlardı, babamın şahadeti
anısına. Sovyet için ölenlerin, geride kalanlarının, gururla taşıyacakları bir
paye bırakıyorlardı bize akıllarınca.
Ağabeyimle
ben, avlu kapımızdan girdiğimizde, annemin feryadıyla donup kalmıştık
yerimizde. Ne ağlayabiliyor ne konuşabiliyorduk bir birimizle. O anda, yüreğime
mıh gibi bir şeylerin saplandığını duydum sancıyla karışık. Sanki bir bıçak,
hınçla saplandı iki döşümün arasına ve göğsümden boynuma, beynime kadar uzandı
dakikalar içinde acısı. Boğazıma yumruk büyüklüğünde bir urun tıkandığını,
çırpınan yüreğimin, bir kuş kadar çaresiz kaldığını hissediyordum içimde.
Ağabeyim,
ahıra öküzleri bağlamaya gitti ilk şaşkınlığın ardından. Ben, koşarak evin
içine gittim ve yatak odamızdaki divanın üstünde, ellerimi yüzüme kapatıp,
boğazıma tıkanan hıçkırıkları salıverdim sonuna kadar. Ağladıkça içimin
rahatladığını, boğazıma tıkanan urun damla damla eridiğini hissettim.
Ne
kadar ağladığımı bilmiyorum. Bir zaman sonra ağabeyim geldi ve beni yemek
odasına götürdü. Lamba yakılmış, kardeşlerim davardan dönmüştü. Annemin üzeri,
sanki onlarca köpek tarafından saatlerce parçalanmışçasına perişan görünüyordu.
Saçları yolunmuş, fistanının yakaları yırtılmış, her yanı toz toprak içinde
kalmıştı. Karşısında oturan Mülazım ve Rabia’nın yanına bizim de oturmamızı
işaret etti ve hepimizin yüzlerine tek tek baktıktan sonra:
“Artık babanız yok!” dedi.
“Bundan
sonra kendi başımızın çaresine kendimiz bakacağız.”
Bazen
bir ölümün, binlerce ölüm demek olduğunu, o gün, o seste anlamıştım ben. Ölen
babam değil bizdik Kiev yakınlarında. Annemin ağlamaktan şişen, moraran
gözlerinden okunabiliyordu bu. Depremlerle sarsılmış, dağılmış bir dağ
yılgınlığı içinde, duyulur duyulmaz bir sesle;
“Kardeşlerine
bir şeyler hazırlayıver kızım.”dediğini duyar gibi oldum kalkarken.
O
dağılmış vücut, o taşa tutulmuş bir meyve ağacı kadar çaresiz gövde, sanki bir
hayalet, bir ruh gibi yerinden doğrulup, hâlâ içini savuran fırtınalarla
birlikte süzülüp gitti yatak odasına doğru.
Babam
askere alındıktan sonra onun görevini abim üstlenmişti evimizde. Onun ölümüyle,
ağabeyim, bu görevini daha da benimsedi sonraki günlerde. Daha ağırbaşlı, daha
sorumluluk sahibi bir kişi oldu gitgide. Artık arkadaşlarıyla oyuna kaçmıyor,
anneme danışmadan hiç bir şey yapmıyordu kendi başına. Benimle ve kardeşlerimle
daha çok ilgileniyor, babamın yüreğimizde bıraktığı boşluğu doldurmaya
çalışıyordu aklınca. Çift çubuk işlerinde bir yıldır çok şey öğrenmişti
annemden. Komşumuz Ömer Amca ona yardım ediyor; o da boş zamanlarında onun bazı
işlerini görüyordu bağda bahçede.
Babamın
ölümü-belki de evden uzakta olduğu için-bir düş gibi kaldı içimizde hepimizin.
Sanki bir gece uykumuzda hepimiz aynı korkulu düşü görmüştük ve uyandığımızda
her şey eskisi gibi olacaktı yeniden. Sanki o haber, korkulu bir düştü bizim
için; hepimizin gördüğü korkulu bir düş. Onun için ölümün hakikatini hiçbir
zaman yakıştıramadık ona. Belki de bu yüzden, onun yokluğuna çabuk alıştık.
Evimizde işler her zamanki gibi devam etti. Ekinlerimiz ekildi, hasadımızı
yaptık.
Komşularımız
ve mahalleli bize daha çok gelip gittiler. Bizi hiç yalnız bırakmadılar. Ömer
Amca’nın hanımı Emine Teyze, her gün mutlaka anneme uğruyor, hal hatır soruyor,
yaptığı şaka ve esprilerle onu düşüncelerinden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Biz,
Annemi
sadece onun yanında gülümserken görüyorduk. Bizimle bile pek konuşmayan annemi,
onun yanında mutlu görmek bizleri de mutlu ediyordu.
Babamın
ölümünün üzerinden dokuz, on ay geçmişti daha; güz başlarıydı sanıyorum. Bir
sabah annem yatak odamızın kapısına geldi ve:
“Hayriye Teyzen lahana dikecek!”dedi,”Çocukların
kahvaltısını yaptır da ona yardım et bugün.”
Sonra aynı soğuklukla dönüp gitti odasına.
Hayriye Teyze, birkaç avlu
ötede oturan yaşlı bir komşumuzdu.
Kardeşlerimin kahvaltısını yaptırdım ve önlerine davarları katıp meraya gönderdikten
sonra, kendime küçük bir bahçe çapası bulup Hayriye Teyze’ye gittim. Ağabeyim,
sabah erken buğday ekmeye gitmişti tarlaya. O gün öğle sonuna kadar Hayriye
Teyze’nin bahçesinde oyalandık.
Eve döndüğümde annemi evde
bulamadım. Evin anahtarı, hayatın ucundaki direkte asılıydı. Anahtarı alıp
kapıyı açtım. Odaları dolaştım, evde hiç kimse yoktu. Kapıyı çektim ve belki
ordadır diye yan komşumuz Emine Teyze’ye gittim. Avlunun köşesinde ineklerin
yatağını temizliyordu Emine Teyze. Beni görünce, başörtüsünün ucuyla gözlerini
silmeye başladı. Ağlıyordu bir şeylere.
“Ne oldu Emine Teyze?”
dedim.”Niçin ağlıyorsun? Annem de yok evde, yoksa bir şey mi oldu?”
Emine Teyze, konuşmak istiyor
ama tıkanıyor, yutkunuyor, tekrar deniyordu konuşmayı. Birkaç yutkunmadan sonra
boynuma sarıldı ve hıçkırıklarını iyice salıverdikten sonra:
“Anan gocaya gitti
gızım!”dedi içini çekerek.”Karşı köyden birisi gelip götürdü onu. Hayriye
Teyze’n yapmış aralarını, onun uzaktan akrabasıymış. Ne zamandır yakınıyordu
anan:”Dul yaşamak zor.”diyordu.”Değirmene bile çıkamıyorum, laf
atıyorlar.”diyordu. Sonunda “He”demiş bu adama.”
O anda ruhumun bedenimden
ayrıldığını, yukarılara bir yerlere çekildiğini sandım sinirden. Kendi bedenim
bana yabancı duruyordu, uyuşmuştu her yanım. Kanımı bir damla koymamacasına
çekmişlerdi sanki damarlarımdan. Ne bir şey düşünebiliyor, ne konuşabiliyor, ne
ağlayabiliyordum. İki elimle, Emine Teyze’nin kollarını boynumdan yavaşça çözüp
attım ve hiçbir şey demeden geriye döndüm. Beynim erimiş boynuma doğru akıyordu
adeta. Sokakta düşüp kalacaktım. Bir an önce eve varmak için koşmaya başladım.
Koştukça beynimin cılk bir yumurta gibi başımın içinde çalkalandığını duyuyor,
kulaklarıma vuran bu sesle delice bağırma isteği duyuyordum
Eve vardığımda, abim direğe
yaslanmış beni bekliyordu. Hayata çıkarken sendelemiş olmalıyım ki beni
kavradı.
“Ne oldu sana Şehriban?”dedi
korkuyla.”Nerden geliyorsun, ne oldu sana böyle?”diye sarstı beni.
“Abi su!” dedim
yalvarırcasına.”Az su verin bana!”
“Mülazım su getir!”diye
bağırdı abim. Kardeşlerim davardan dönmüşlerdi.
Az sonra, Mülazım bir tasın
içinde su getirdi. Abim, beni divana oturtup, suyu içirdikten sonra, artanıyla
yüzümü yıkadı. Sonra önüme çömelip; “Anlat bakim şimdi, ne oldu?”dedi.
“Annem kocaya gitmiş
Abi!”dedim haykırırcasına.”Bizleri bırakıp gitmiş!”
O anda, içimden bağıra bağıra
ağlamak geldi ve kendimi bıraktım. Koşarak içeri; yatak odasına gittim ve
ünümün çıktığı kadar bağıra bağıra ağladım. Ağabeyim peşimden gelmiş,”Nolur
sus!”diyordu.”Bak sen ağlayınca çocuklar da korkuyor, yapma!”diye yalvarıyordu
durmadan. Ağabeyimin yüzü mosmor olmuş, çürük bir ayvaya dönmüştü ama
gözlerinde bir damla yaş, bir katre duygu kırıntısı yoktu. Çocuklar odanın
kapısından bize bakıyordu. Elimden tuttu ve beni ayağa kaldırdı, beraberce
yemek odasına geçtik. Hava kararmak üzereydi. Önce lambayı yaktı, sonra mutfağı
dolandı. Yiyecek bir şeyler arandı mutfakta. Bulamamış olmalı ki;
“Bu akşam ben size yumurta
pişireyim.”deyip koşarak kümeslere gitti.
Biraz sonra “Hadi bakalım
sofraya!”diye seslendi mutfağın kapısından.
Ne o akşam, ne de sonraki
günler, bir daha annemden hiç bahsetmedik. Ben evin yemek, çamaşır işlerini
yapıyordum. Mülazım ve Rabia davarları otlatıyor, abim çift işlerini yapıyordu.
Annemin gidişinden sonra Ömer Amca ona daha çok arka çıktı. Tarlaları beraber
sürdüler. Emine Teyze bizi hep ziyaret etti. Gece, yatma zamanına kadar bizde
oturuyor, sonra gidiyordu. Gelinlerine, torunlarına bile gitmez olmuştu artık.
”Onlar bakar başlarının
çaresine.”diyordu.
O’nun da iki oğlu kuzey
Kafkasya’da ihtiyattı. Zaten cephede olmayanı yok gibiydi köyün.
Bir sabah uyandığımda vücudumun
her yerinden çıbanlar patladığını gördüm. Önce sulanıp kabarıyor, sonra
patlayıp yaraya dönüşüyordu çıbanlar. Emine Teyze, bir gün, bir kadınla geldi
bize.”Kürdün gelini Hamide” diyorlardı adına. Kadın, çıbanlarıma baktı ve “Sen meraklanma iyi
ederiz bunları!”dedi.”Aşırı sinirden olmuş, sinirlenmicen abam, ne bu yaşta bu
sinir sende böyle!
Bak ben sana bir krem
hazırlecem, Emine Teyzen onu sana sabah akşam sürecek, on güne gadar heç
bişeyin galmecek Allahın iznile !”
Ertesi günü Emine Teyze
elinde bir kutu kremle geldi. Kısa zamanda faydasını görmeye başladık. Dördüncü
günden sonra çıbanlar sönmeye başladılar. On gün sonra da hiçbir şey kalmamıştı
gerçekten. Hamide Teyze’ye teşekkür için bir oya başladım, bir çembere çekip
hediye edecektim bayramda.
Bu arada ekimin sonlarına
gelmiştik. Kar, yavaş yavaş dağlardan aşağılara iniyor; köyde ve çevrede,
yazdan kalan son güzellikler de çekip gitmeye hazırlanıyordu birer birer.
Bahçeleri dolduran elma, ayva kokuları artık yoktu. Piknik yerlerindeki coşku,
bahçelerde oynanan Kafkas oyunları, sararıp dökülen yapraklar, gelecek güze
kadar yerini beyaz bir örtüye terk etmeye hazırlanıyordu. Bizim buralarda kasımda
düşüyordu kar ve ilk yaza kadar kalıyordu hiç kalkmadan. Bu yüzden “beyaz
cennet”derlerdi büyüklerimiz buralara.
Bu yıl da öyle oldu. Kasım
başında aralıksız üç gün kar yağdı. Sokaklara kadar diz boyu kar oldu.
Hayvanlar bir haftadır ahırda kapanıyordu kardan. Bu gün nispeten güneş açtı da
abim ve Mülazım, onları meraya dolaştırmaya götürdü. Rabia’yla biz, hamur
hazırlayıp bir yığın yufka açtık evde.
Kardeşlerim akşamüzeri eve
döndüler. Onlar, hayvanları ahıra yerleştirirken biz de sofrayı hazırladık
Rabia’yla. Abim gece için biraz odun kırdı ve sonra oturup hep birlikte akşam
yemeğimizi yedik.
Yemekten sonra -çok yorulmuş
olmalılar ki-abimle Mülazım uyuklamaya başladılar. Salona geçip onların
yataklarını hazırladım. Ocaktaki közden mangallarını doldurup salonun ortasına
koydum. Bulaşıkları yıkayıp, ahırı ve kümesi dolaştıktan sonra; Rabia’yla
yatağa
uzandığımızda akşamın epeyce ileri bir saati olmuştu zaman.
Ne kadar uyudum bilmiyorum.
Uykumun içinden gümbür gümbür sesler gelmeye başladı bir anda. Önce rüyamda
sandım sesleri. Gümbürtüler artarak devam edince kalkıp lambaya koştum hemen.
Ses kapıdan geliyordu. Duvardaki yerinden lambayı aldım, ışığını açtım ve
kapıya vardım.
“Kim o?”
“Saldat! Aç kapıyı!”
Bir an, ne yapacağımı
şaşırdım. Nabzımın atışı kulaklarımda zonkluyor, kapıysa aralıksız dövülmeye
devam ediyordu dışarda. Abimi uyandırayım diye düşündüm bir an, sonra
vazgeçtim. Olduğum yerde döneleyip duruyordum şaşkınlıkla. Kapıdaki yumruk
darbeleri arttıkça temelli şaşırmış olacağım ki, birden kapının sürgüsünü
çekip, asıldım ve iki askerle burun buruna geldim.
“Niye açmıyorsun kapıyı!”diye
diklendi birisi. Öbürü, elindeki feneri yüzüme yüzüme tutuyordu dalga geçer
gibi.
“Gece yarısı! Yatıyorduk
herhalde !” dedim sinirlice,”Üzerime bir şeyler aldım! Buyrun söyleyin, ne
istiyorsunuz?”
“Hemen hazırlanın,
gidiyorsunuz!”dedi ikincisi.
“Yarım saate kadar gelip sizi
alacağız!” diyerek çekip gittiler.
Olduğum yerde donup
kalmıştım.”Hala rüyadayım” diye düşündüm bir an. Etrafıma bakındım, ayaktaydım,
lamba elimdeydi ve her şey gerçekti.
“Peki, ama nereye gidiyoruz,
niçin gidiyoruz?”
“Bu bir şaka mı gece
yarısı?”diye geçti aklımdan.
Abim uyanmış, salonun
kapısına gelmişti.
“Kim o Şehriban, ne
istiyor?”diye sordu.
Birden onun sesine doğru döndüm.
Sinirden tir tir titriyordum. Benimle birlikte lamba da titremiş olmalı ki abim
koşup lambayı aldı.
“Bizi gönderiyorlar
Abi!”dedim.
“Kim gönderiyor? Nereye
gönderiyor?”diye sordu abim.
“Bilmiyorum, az önce kapıda
askerler vardı. Hazırlanın yarım saat sonra gelip alacağız.”dediler.
(2006 yılında düzenlenen Türk Dünyası
Ömer Seyfettin Hikaye Yarışması'nda 3.lük ödülü alan hikayemden bir bölüm.)
Senin iki yüzünü de
öptüğüm gün
Bilerek yok
saydılar aklımı benim.
Birkaç hurma ağacı,
Birkaç deve
koydurdular önüme
Cünunluk makamına
erdirdiler
oturduğum
tepelerde.
Şehirleri yakmayı
bana görev kıldılar
Ve öldürmeyi
kardeşlerimi bir bir.
Bense önce bir
yılanı emdirdim
Ve yayıldı kanıma
ondan aldığım zehir.
Artık çıkabilirdim
güvenle sokaklara
Etimin kirlenen
yerlerinden çakşırlar dikip
Öncelikle çocuklara
giydirebilirdim.
Senin iki yüzünü de
öptüğüm gün
Dağlara saldılar
beni zincirimi kırarak
Kudurdu ve
ayaklandı ısırdığım şehirler
Önce kızlar
davrandılar eteklerini çemreyip
Kışkırttılar döl
yatağımı
Kışkırttılar ve ben
Dişledim
dişleyebildiğim kadar kabaran yerlerini hayatın
Ağzımdan salyalar
akıtarak.
Bana yaptırdılar en
uzun tefsirini hayatın
Her sözcükten bir
yangının tarifini çıkardım
Küçümsedim ve
görmezden geldim
Hayata dair her ne
varsa
Koltuğuma
sıkıştırılan el yazması kitaplarda.
En korkunç
savaşlardan bir aşkın tanımını yaptım
Ve kızları
doğurmaya zorladım
Beni haklı gösterecek
Ahirzaman
alametlerini.
Senin iki yüzünü de
öptüğüm gün
Beni dışarı aldılar
bütün yaşanası hayatlardan
Tüfengimi çapraz
bağladılar boynuma.
Av da bendim avcı
da artık
Saldırıyordum en
vahşi tavrımı takınarak
Saldırıyordum
şehirlerin
Ve kadınların bacak
aralarına…
Çocuklar serin
buluyorlardı nedense
Onlara bakıp bakıp
o arsızca gülüşümü
Doldurup bakır
taslarını dudağımın ucundan
Sürüyordular
kasıklarına sabaha karşı
Nefti bir
gökyüzünün altında
En bahtiyar ölümü…
27 Temmuz 2014
HASAN ILDIZ’LA
YENİ KİTABI “AŞK ŞEHİRDE KİRLENİR”
ÜZERİNE KONUŞTUK
Söyleşi: Atila
ER
Hasan
Ildız okullu bir şair. Bu işin eğitimini almış. Ankara Hacettepe Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. 1960 Alaşehir(Manisa) doğumlu. Zonguldak
ve Sarıgöl’de(Manisa) Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yaptı. Daha sonra
Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te Türkçe Öğretim Merkezinde çalıştı.
(1998-2001) Amerikan Üniversitesi, Slavyan Üniversitesi ve Sosyal Bilimler
Üniversitesinde Türk Dili Dersleri verdi. (2005-2010) Halen Manisa-Salihli
Endüstri Meslek Lisesinde edebiyat öğretmeni olarak görev yapıyor.
Hasan
Ildız’la Şiirden Yayınlarından çıkan yeni kitabı “Aşk Şehirde Kirlenir” üzerine
konuştuk.
Atila ER: Söyleşimize
alışılagelen bir soruyla başlamak istiyorum. Hasan Ildız kimdir? Yukarıya
kitabınızdan alıntıladığım kısa özgeçmişinize ilaveten kendinizle ilgili neler
söylemek istersiniz?
Hasan ILDIZ: İlk okul
4.sınıfa kadar tek ideali çobanlık olan ve 4- 5.sınıfta kendilerini okutan bir
asker öğretmen tarafından bütün ideali “Okumak” yönünde değiştirilen bir
çocuktur.Bir öğretmenin, bir çocuğun dünyasında ne kadar önemli bir yere sahip
olduğunu belirtmek için değindim buna. Öğretmenliğin herkesçe yapılabilecek bir
meslek olmadığını belirtmek için.
Orta
2.sınıfa kadar ders kitabından başka kitap okuma şansım olmadı. Mezrada
yaşıyorduk ve okuduğumuz köy ilkokulunda kitap diye bir şey yoktu. Ortaokulda
kütüpane yönünden yine şanssızdık. Okul yeni kuruluyordu ve ilk öğrencileri bizdik
dolayısıyla kütüpanemiz yine yoktu.
Ders
kitabı dışında ilk okuduğum kitap Fakir Baykurt’un “Onbinlerce Kağnı”sıdır ve
kasabada bir arkadaşıma doğum günü hediyesi olarak gelmiştir.Gerçek bir
kütüpaneyle tanışmam ise Alaşehir Lisesi’nde olmuştur. Bu benim için aynı
zamanda doymak bilmez bir okuma sürecinin de başlangıcıdır. Okul
kütüpanesindeki klasiklerin yanında Devrim 74 Kitabevinden aldığım Fakir’in
diğer kitapları,Y aşar Kemal,Orhan Kemal,Necati Cumalı ve Nazım…
Sosyalizmin
Alfabesi’yle başladığım siyasal bilinçlenme sürecimi de o kitabevi sağlamıştır
diyebilirim.Biraz Nazım’ın etkisinde yazdığım bir şiiri öğretmenim okulun duvar
gazetesinde yayınlayınca şiir yolunda sağlam bir kırbaç yemiştim…Sonra yüzlerce
yazdım ama bunların şiir olmadığını bana Edebiyat Fakültesi birinci sınıftayken
Tanju Cılızoğlu’ndan aldığım ciddi bir eleştiri hatırlattı.Gönderdiğim şiirleri
ciddi bir incelemeden geçirmiş ve olan ve olmayan taraflarını 2.sayfalık bir
eleştiriyle bana göndermişti.Onun tavsiyesiyle şiirin nasıl okunması
gerektiğini öğrendim.Sonrasında yazdıklarım Öğretmen Dünyası,ABC;Türk
DİLİ,Çağdaş Türk Dili dergilerinde yer bulmaya başladı.
Daha
çocukluğumda,radyoda Cuma sabahları Ümit Kaftancıoğlu’nun hazırlayıp sunduğu
“Halk Hikayelerimiz”adlı program benim hem şiiri hem de bağlamayı sevmemi
sağlamıştır diyebilirim.Benim için bir şiir vardı o da halk şiiri.Biz ve bizden
önceki kuşakların unutamadığı bir başka anıları “destancılardır”sanırım.Bir
hastalık durumu falan olsa ve trenle şehre gidilse ,kolunun üzerine kocaman bir
tomar destan atmış birini de eline almış yanık bir gadeyle okuyarak vagonları
dolaşan destancılar benim tanıdığım ilk şairlerdir.Belki de bu yüzden Garip
şiiri ve 2.Yeni benim çok sonra keşfedeceğim alanlar oldu.
Biraz
Tanju Cılızoğlu’nun yönlendirmesi ve biraz da üniversite çevresinden
arkadaşların etkisiyle 40 sorası şiirimiz üzerine hem yoğun bir okuma,hem de
teknik konusunda inceleme dönemim başladı.Bizden bir sınıf öndeki İbrahim
Yılmaz(Şimdi Beyoğlunda sahaftır kendisi)sayesinde 80 kuşağı şairlerini
tanıdım.Ahmet Erhan “Alaca Karanlıktaki Ülke”siyle Akademi Şiir Ödülünü
almıştı,Murathan Mungan “Osmanlıya Dair Hikayat’ını yayınlamıştı ve Salih Bolat
“Yaşanan”ını…Akif Kurtuluş tanıdığım bir başka isimdi gençlerden ve tabi Hayati
Baki.Kızılay’da bir birahanede bir araya gelirlerdi zaman zaman ve İbrahim’in
yanında biz de giderdik onları dinlemeye.
Bu
arada on arkadaş dergi çıkarmaya heves ettik.Ailelerimizden gelen
harçlıklarımızı birleştirip işe koyulduk.Bizim kanımıza giren
İbrahim’di…Derginin adını “Sözcükler” koyduk,tabi bugünkü sözcüklerle isim
benzerliği dışında bir ilgisi yok.Enis Batur’dan Ali Püsküllüoğlu’na,Ahmet
İnam’dan Mehmet Taner’e o günlerde ünlü olan pek çok şair dergimize şiir veriyordu.Ekonomik
gücümüz 8 sayı çıkarmaya yetmişti,8.sayı sonunda dergiyi kapattık.
Üniversite
sonrası taşralılaşma dönemimiz başladı.Ankara’daki gibi dergileri sıcağı
sıcağına takip edemiyordum,bazılarını hiç bulamıyordum.Yazıp gönderdiklerim
yukarıda belirttiğim dergilerde yayınlanıyordu ama yeni oluşumlardan pek
haberdar değildim.
1997’de
ilk şiir kitabım “Sorgu”Ürün Yayınevince basıldı ve işgüzar bir öğretmen
arkadaşın “Kominizm propogandası yapıyor”ihbarıyla Manisa Milli Eğitim
Müdürlüğüne kadar uzanan bir sorgu sürecinden geçtim ve tabir caizse bıçağın
sırtından döndüm.5 ve 6.sınıfa giden çocuklarım okulda diğer öğrencilere taciz
ettiriliyordu kitap yüzünden.1998’de Kırgızistan’a gittim ve bu ortamdan biraz
uzaklaştım.
Atila ER: Daha önce
yayımlanan eserlerinizden de yola çıkarak şunu tespit ettim: Sizde şiirle öykü
hemen hemen at başı gidiyor. Hal böyle olunca şiirin yaşamınızdaki yerini merak
ediyorum. Sahi, şiir yaşamınızın neresinde duruyor?
Hasan ILDIZ: Şiir yaşamımın
merkezinde diyebilirim.Öyküler de yazdım evet…Bazılarıyla ödüller de aldım ama
bunlar “beni yazmalısın “diye ısrar eden öykülerdi.Yaradılış olarak duygusal
bir insanım,belki de bu yüzden şiir benim için vazgeçemeyeceğim bir
tutku.Gecenin birinde ,ikisinde,üçünde kalkıp öykü yazmadım ama şiir
yazdım.Çünkü onu o an yazmazsam beni uyutmayacağını biliyordum.
Atila ER: Sizin de
malumunuz olduğu üzere şiir dili ve öykü dili farklı şeyler. Dolayısıyla
şiirinizin öykülerinizden dil ve estetik açısından etkilendiğini düşünüyor musunuz?
Hasan ILDIZ: Şiirlerim öykü
dilinden değil de öykülerim şiir dilinden etkilendiler. Öykülerimi okuyanlar
anlatımdaki şiirselliğe hep dikkat çekmişlerdir.
Atila ER: Kitabınızda
toplam yirmi sekiz şiir bulunuyor. Şiirlerin bütününe baktığımızda ağırlıklı
olarak “aşk” ve “şehir” imgesi üzerine oturtulduğunu görüyoruz. Bunun özel bir
nedeni var mı ya da bilerek yaptığınız bir seçim mi?
Hasan ILDIZ: Evet bu bilinçli
bir seçimdi. Gerek bizde gerekse dünyada şehirler her türlü kirlenmenin
maksimum düzeyde yaşandığı yerler bana göre.İnsanın ve insan için en önemli
duygu olan aşkın bu kirlenmenin dışında kalması mümkün değil.Bütün dünyada
olduğu gibi bizde de sanayileşme sürecinde kentlere akan insan seli,o cangıl
içerisinde insani olan her şeyini yitirdi.Bazı insanların daha çok kazanma
hırsı ve büyük kalabalıkların bu hırsa kurban edilmesi,insanlar için her şeyi
metalaştırdı.Bu gün Suriye’den kaçıp gelen savaş mağdurlarının sırf hayatta
kalabilmek için kızlarını 2,3.eş olarak birilerine vermesi gibi 70’li 80’li
yıllarda kente gelen kırsal kesim insanı da sırf ayakta kalabilmek için
kızının,gelininin çalıştığı iş yerinin sahibine metres olmasına göz yumuyordu. Büyük
şehirde, taşradaki o kilimlere,mendillere,manilere dökülen saf ve temiz aşk yoktu
artık.
2015’lere
geldiğimizde tersine bir göçün de yaşanmaya başladığını görüyoruz.Kentte işi
biten insanlar bırakıp gittikleri köylerine dönüyorlar birer ikişer.Bu dönüşler
şehirde yitirdikleri o temiz aşkı tekrar arayıp bulma çabası bence…
Atila ER: Şiirlerinizin
ses bahçesinde gezinirken bir şeyi fark ettim. Ulaşılamayan uzak bir sevgiliye
içsel bir yolculuk yapmışsınız. Bu yolculukta da pişmanlıklarınız söz konusu.
Sizce “aşk” biraz da pişmanlık mıdır? Ne dersiniz?
Hasan ILDIZ: Pişmanlıklarımız
olmasaydı yazmak için önemli bir sebebimizi yitirirdik diye düşünüyorum.Bir
şiirimde “insan yapamadıklarının toplamıdır”diyorum.İnsan bu şekilde de
tanımlanabilir bence.Her istediğini yapabilmiş bir insanın dünyayla ve
insanlıkla bir sorunu yoktur ki.Andre Maurıs’ın “İklimler “romanında değindiği
gibi,insan daima ulaşamadığının peşindedir.Ulaşılamıyana duyulan özlem,ondaki
gizem üzerine kurulan fantazya,onun bize yaşattığı acılar belki de bizdeki
yazma duygusunu sürekli kamçılayan unsurlar. “Gönlünün arzusuna göre iş yapma ki, sırtına pişmanlık yükü yüklenmeyesin” demiş
Feridüddin Attar.Şairin bütün yaptıkları
gönlünün arzusuna göre olduğu için pişmanlık hep olacaktır.
Atila ER: Türkiye’nin
dışında farklı ülkelerde bulunmuş ve buralardaki eğitim kurumlarında Türk Dili
dersleri vermişsiniz. Bu çalışmalarınızın şiirinize herhangi bir katkısı
olduğunu düşünüyor musunuz?
Hasan ILDIZ: Kırgızistan’da
bulunduğum sürede Kırgızların öne çıkan yazar ve şairlerini inceleme fırsatı buldum.Herkesin
bildiği Cengiz Aytmatov’un yanında(Bu arada şu müjdeyi vereyim.Afrodisyas Sanat
Dergisi sanırım nisan gibi Aytmatov özel sayısı çıkaracak ve orada Aytmatov
üzerine güzel bir çalışmam yer alacak)Ali Kul Osmanov,Turuzbekov,Togolok
Moldo,Toktogul gibi önemli şairleri inceleme şansım oldu.Osmanov’un “Köl
Tolkunu”adlı kitabını Türkçeye çevirdim.Kırgız Yazarlar Birliği aylık
bültenlerinin birisini benim şiirlerime ayırdılar.İki bine yakın Kırgız
Atasözünü derleyip Türkçeye çevirdim.Bütün bu çalışmalarım tema olarak da
teriminoloji olarak da Kırgızistan sonrası şiirlerime
yansıdı.”Asya,Gülzina,Amu-Derya,Moskoviski Sokağı,Bu Şehir”gibi şiirlerim bu
etkileşimlerden doğdu.
Atila ER: Şiirlerinizde
yer yer sosyal içerikli mesajlar da veriyorsunuz. Bunu da göndermeler üzerinden
yapıyorsunuz. Şiirin bir şeyleri değiştirebileceğine inanıyor musunuz?
Hasan ILDIZ: Dünya üzerinde
insanlığın bilinen tarihine bakarsak sanatın müthiş bir değiştirici,dönüştürücü
olduğunu görürüz zaten.Şiir de bir sanat olduğuna göre belki de
toplumları,hayatı en çok etkileyen,değiştiren,dönüştüren sanat diyebiliriz şiir
için.Şiir doğrudan insanın ruhuna hitap eden bir sanat.Bir şiir okunurken insan
ağlar,duygulanır,yüreğinin atışı değişir,içinde biriken enerji maksimum düzeye
çıkar,bütün bunlar o insanın bir şeyleri değiştirmek üzere harekete geçmesi
için kafidir.Bunun en son örneğini “gezi”de gördük.Pankartlarda,duvarlarda
Cemal Süreyanın,Turgut Uyarın şiirleri vardı.
Atila ER: Bugünkü
geldiğimiz nokta itibarıyla Türk şiirine bir ayna tutun desem, o aynada neler
gördüğünüzü bizimle paylaşır mısınız?
Hasan ILDIZ: Şiirimiz, birçok
değerlendirmede de belirtildiği gibi üç ana damar üzerinden ilerleyerek bu güne
geldi.Bunları kısaca “sol”,”milliyetçi” ve “İslamcı” damar olarak
isimlendirebiliriz.Sol kendi içinde 1.yeni,2.yeni,toplumcu gerçekçilik,çarpıcı
gerçekçilik,postmodernizm gibi arayışlara yöneldi.Bütün bu çabalar şiirimizin
geleceğine sağlam kanallar açmak içindi.Bu arayışlar günümüz şiirine biçim,biçem,teriminoloji,iğretileme
ve bağdaştırma olarak yansımıştır.
Günümüz
şiirinde en büyük tehlike felsefi altyapı sorunu gibi görünüyor.Bir çok şair
şiir yazmak için duygulanmanın yeterli olduğunu düşünüyor.Felsefe şiiri
oluşturmaz, tam tersi şiir felsefeye kaynaklık eder,çünkü şiir sezgileri ortaya
koyar,bu sezgileri yakalayıp sistemleştirmekse felsefenin işidir.Ancak şairin
şiir yazarken malzemesi doğa ve insandır.Bu malzemeyi doğru okuyabilmesi ve
yoğurabilmesi için sağlam bir felsefi temele ihtiyaç vardır.
Milliyetçi
damar resmi ideoloji doğrultusunda şiir adına bir hamaset ürettiği için bu
alanda şiirimizin geleceğine kalacak pek bir şey gözükmüyor.Nurullah
Genç,Nurullah Çetin bu alanda öne çıkan isimler.
İslamcı
kesimin ise temellerini atanlar gençlik döneminde solda yer almış,diyalektiği
ciddi şekilde içselleştirmiş şairlerdir.Necip Fazıl’dan başlayarak,Sezai
Karakoç,İsmet Özel Cahit Zarifoğlu,Rasim Özdenören ,Erdem Beyazıt bunlardan ilk
aklıma geliverenler.Bu şairlerin güzel şiirler yazıyor olmasını ben
geçmişlerindeki Marksist sanat terbiyelerine bağlıyorum.
1980’ler
benim de içinde olduğum kuşaktır.Bu kuşakta ırmak şiir tutkusu vardır.Ahmet
Erhan,Murathan Mungan,Salih Bolat,Akif Kurtuluş,Nevzat Çelik nerdeyse bir kitap
oylumunda uzun şiirler yazdılar.Ben bu guruptan daha çok etkilendim
diyebilirim.
.Bugün
onlarca dergide yüzlerce şiir yayınlanıyor ama şiir eleştirisi yok denecek
kadar az.Gerek şairlerin eleştiriye tahammülsüzlüğü gerekse eleştiri yapanların
eserlere sığ yaklaşımı günümüz şiirinin önündeki en büyük sorun.Orhan Veli ile
ilgili bir anekdot vardır.Dünyanın en güzel şiirini yazdığını sanan bir
heveskar ona şiirini getirdiğinde önündeki kağıda yatay bir çizgi çeker ve
çizginin bir hayli yukarısına bir nokta koyarmış.Çizginin altına da birkaç
nokta serpiştirdikten sonra şiir heveskarına dönüp “Bu çizginin üstündeki nokta
sensin,altındakilerse ben,Necati,Melih,Oktay falan” dermiş.Günümüzde yapılan
eleştiriler bu minval üzre genellikle.Oysa Nurullah Ataç gibi eli sopalı bir
eleştirmen her dönemde gerekli diye düşünüyorum.Bu gün şiirini aşamadığımız ustalar Ataç’ın terbiyesinden geçmiştir.
Günümüzde
şiir okumadan şiir yazmaksa bir başka garabetimiz.Toplasan on şiir kitabı okumamış
insanların şiir yazmaya soyunması haddini aşmanın bir başka şekli.Metin
Cengiz,Ogün Kaymak,Yücel Kayıran,Veysel Çolak,Mustafa Fırat,Cihan Oğuz,Müesser
Yeniay gibi bu işi felsefi temeliyle ele alan değerli şiir işçilerimiz
var.Takip edebildiğim kadarıyla Elif Arık,Fatma Yeşil,Gonca Özmen gibi henüz
çok genç ama sağlam bir şiir dokusu oluşturmuş şairlerimiz şiirimizin geşeceği
adına ümit veren isimler,tabi burada sayamadığım başka isimler de var.Örneğin
İslamcı kesimden Hüseyin Atlansoy beğendiğim bir şair.
Bu arada şunu da belirtmeliyim:Divan şiiri ne
kadar Arap ve Fars şiirini angaje olmuşsa,Tanzimat sonrası Türk şiiri de Batı
şiirine fazla angaje olmuştur.Tevfik Fikretten başlayarak Ahmet Haşim,Zeki Ömer
Defne,Orhan Veli ve arkadaşları,Attila İlhan,Cahit Sıtkı ve sonrakiler…Özellikle
Fransızca,İngilizce,Almanca bilen şairlerimizde bu öykünmenin daha çok olduğunu
düşünüyorum.Zengin bir geçmişe sahip olan şiirimizin henüz bir Nobel
alamamasını ben buna bağlıyorum.Divan Şiirinde Firdevsi’ye,Hayyam’a,Sadi’ye
öykünerek şiir yazmak ne kadar abes idiyse Tanzimat sonrasında Rilke’ye
Heine’ye Baudleare’ye öykünmek de bir o kadar abestir.Dünya şiirinden kopuk bir
Türk şiiri tabi ki düşünülemez,dünyada olup bitenleri takip etmek ve oralardaki
gelişmelerden beslenmek tabi ki çok önemli ama modern şiirimizin poetikasını
oluşturacak,manifestosunu yazacak bir Fourcut,bir Brates,bir Dardia henüz
yetişmedi şiirimizde.Kısacası modern Türkçenin bir Yunus Emresi henüz yok…
Atila ER: Bütün bu
konuştuğumuz konular dışında eksik olduğunu düşündüğünüz ve eklemek istediğiniz
başka şeyler var mı?
Hasan ILDIZ: Konu şiirse uzun
söze gerek yok.Temennim çıkmakta olan onlarca edebiyat dergisinden Türk
Şiirinin geleceğine çok büyük kıymetler kazandırılsın.Şiirimiz TV programlarına
meze olmanın ötesinde asıl misyonuna yönelsin ve toplumumuzu
değiştirici,dönüştürücü yönüyle ön plana çıksın.
Atila ER: Bu içten söyleşi
için size çok teşekkür ederim. Umarım “Aşk Şehirde Kirlenir” hak ettiği ilgiyi
görür. Bundan sonraki çalışmalarınızda size başarılar dilerim.
(Hasan
Ildız, Aşk Şehirde Kirlenir, Şiirden Yayıncılık, İstanbul-Ekim/2014)
RÖPORTAJ 1
1. Öncelikle yeni
eseriniz için seni tebrik ederim. Hasan Ildız Kimdir?
Teşekkür ederim Gündüz
Hocam,Derginizin ilk sayısını bana ayırarak yaptığınız jest için ayrıca
teşekkür ederim.
“Hasan Ildız
kimdir?”sorunuza gelince;”Allah’ın
yarrrattığı bir kul”diyelim önce.Allah’ın kendisine yüklediği misyonu
layıkıyla yerine getirmeye çalışan bir ahiret yolcusu.1960’lı yılların
koşullarında Bozdağ’da bir yörük çadırında dünyaya gelmiş,yaşadıkları mezradan
sekiz kilometre ötedeki köye her gün yürüme gidip gelerek ilk okulu
bitirmiş,babasının Alaşehir ve Salihli’de ev tutacak parası olmadığı için ilk
okulu bitirdiği yıl orta okula gidememiş ve ancak bir yıl sonra (bu Allah’ın
bir lütfuydu kuşkusuz)kasabaya orta okul açılınca tekrar okuma şansını
yakalamış,70’lerin o kaotik ortamı içinde hem liseyi okumuş hem de kendi
düşünce yapısını kurmaya çalışmış,80 askeri darbesini üniversitede
karşılamış,dönemin bütün gençleri gibi o yılların acısını bütün şiddetiyle
ruhunda yaşamış ve ülkesinin,milletinin aydınlık bir geleceği olsun diye,belki
de kendisi zor şartlarda okudu diye ,öğretmenlik mesleğini seçmiş ve 8 yılı
Orta Asya’da olmak üzere 32 yıldır bu mesleği severek sürdüren;öğretmenliğin
yanında 1985 yılından beri yazdığı şiirler ve öykülerle Türk Edebiyatına ve insanlığa
kendisinden bir şeyler bırakmaya çalışan “Allah’ın yarattığı bir kul.”
2. Eserlerinizden
bahseder misiniz? Son eseriniz ile nasıl bir mesaj vermek istiyorsunuz?
İlk eserim “SORGU”
adıyla 1997’de yayınlandı.O yıla kadar dergilerde yayınlanan şiirlerimin
toplandığı bir kitaptı.İnsanların en zor yaptıkları şey kendilerini
sorgulamaktır sanırım.Çünkü insan kendine karşı objektif olamaz kolay
kolay.Mutlaka kendine torpil geçer,toleranslı davranır.Ben,ilk kitabımda;37
yaşımın verdiği olgunlukla hem kendimi,hem de geride bıraktığım 37 yılın bana
kazandırdıklarını ve benden aldıklarını sorgulamaya çalıştım.Bunu yaparken ne
kadar nesnel oldum bilemiyorum ama kendimle iyi bir hesaplaşmaydı.Bir birey
olarak kendimden başlayıp,bütün insanlığa açılan bir sorgulamaydı bu.SORGU’yu
şimdi okuduğumda ufak tefek hatalar görsem de iyi bir sorgulama yaptığımı
görüyorum.Özellikle 70’lerin ve 80’lerin gençlik hareketlerini birtaraftan
birer bir yaşarken,diğer taraftan bu akışa sorgulayıcı bir tavırla
bakabilmişim.Ülkemde ve dünyada olup bitenlere duyarsız kalmamışım.Yaşadığım
sürece tanıklık etmeye çalışmışım.
İkinci kitabım “KAFKASYA
1943 SÜRGÜN HİKAYELERİ”Bu kitabım Orta Asya’daki dönemimde yaptığım
çalışmalardan oluşuyor.Hepimizin bildiği ama sözümona uygar dünyanın bir türlü
kabul etmek istemediği bir olay var biliyorsunuz;1943 ve 1944 yıllarında
yaşanan Büyük Kafkas Sürgünleri.Stalin tarafından yüzbinlerce Kırım
Türkünün,Ahıska Türkünün,Karaçay,Dağıstan,Azeri,Balkar Türkünün bir gece
evlerinden alınıp hayvan vagonları içinde Orta Asya ve Sibirya’ya sürgüne
gönderildiği Büyük Kafkas Sürgünü.Bugün “Ermeni Tehciri”diye kıçını yırtan
dünya bu sürgüne hala sessiz duruyor maalesef.
Ben 1998’de
Kırgızistan’a gittiğimde bu sürgünü yaşayan insanlarla karşılaştım.Onlarla
birebir sohbetler yaparak sürgünün iç yüzünü yaşayanların ağzından derledim.Her
şeyden önce böyle bir olay tarihin karanlığında kaybolmasın,insanlığın
vicdanına kazınsın istedim ve bu amaçla topladığım materyalleri sanırım 2009
yılında kitaplaştırdım.
Aynı yıl,Kurtuluş
Savaşımız üzerine uzun zamandır çalıştığım bir destanı da tamamladım ve
“AKDENİZ’E GİDENLERİN TÜRKÜSÜ”adıyla onu da kitaplaştırdım.
Dördüncü kitabım SEVDA
TÜRKÜLERİ.2012 yılına kadar dergilerde yayınlanan şiirlerimi yeni bir kitapla
okurlarıma sundum.Bu kitabım “sevda”kavramı üzerine yoğunlaştığım bir
kitap.Bireyden topluma,yerelden evrensele,kişiselden toplumsala;sevgi
kavramının derinlemesine irdelendiği Yunusça bir yürüyüşün kitabıdır Sevda
Türküleri.
2011 yılında İLESAM ve
Akçağ Yayınevinin birlikte düzenlediği hikaye yarışmasında birincilik ödülü
alan hikaye dosyam ,2012 yılında “ÖLMEYE VATAN YAHŞİ”ismiyle kitaplaştı.Bu
kitabımda da Kafkas Sürgünüyle ilgili yaşanmış insan hikayeleri var.
Altıncı kitabım,AŞK
ŞEHİRDE KİRLENİR,2014 yılı basımıdır.Benim “aşk”kavramını 54 yaşımın verdiği
tecrübeyle bir kez daha irdelediğim şiirlerden oluşan bir kitap.Sanayileşmenin
ve bunun getirdiği köyden kente göçün,bireyin ruhunda yarattığı travmanın
vurgulanmaya çalışıldığı;bu göçün kırsal kesim insanına kaybettirdiği
sosyo-kültürel değerler,kent denen o büyük cangılda insanlığına kadar her
şeyini kaybeden insanın hüzünlü hikayesidir bir bakıma AŞK ŞEHİRDE KİRLENİR.
Ve yedinci
kitabım,RENKLER KİTABI,birkaç hafta önce okuruyla buluştu.Bu kitabımda yaşam ve
renkler arasındaki ilişkiyi irdelemeye çalıştım.Kainat renklerden ibaretti
aslında ve bir güneş bütün o renkleri görünür kılıyordu.Güneş battığında ise
her şey karanlıktı.Dünyaya ve öbür dünyaya tasavvufi bir pencereden baktığım
şiirlerin toplandığı kitaptır RENKLER KİTABI.
3.Aldığınız ödüller
nelerdir?
2006 yılında Kültür
bakanlığı ve Türk Edebiyatı Vakfı’nın birlikte düzenlediği “Türk Dünyası Ömer
Seyfettin Hikaye Yarışması’nda “Sürgün”adlı hikayemle 3.lük ödülü aldım.
2007 yılında Ümraniye
Belediyesinin düzenlediği hikaye yarışmasında “Şeteret Ana”hikayemle 5.oldum ve
mansiyon ödülü aldım.
2008 yılında Mustafa
Necati Sepetçioğlu adına düzenlenen hikaye yarışmasında 5.olarak mansiyon ödülü
aldım.
2011 yılında İLESAM ve
Akçağ Yayınevi’nin birlikte düzenlediği hikaye dosyası yarışmasında “Ölmeye
Vatan Yahşi”isimli hikaye dosyamla birinci oldum.
4. Taşrada yaşayan şair
ve yazarların sıkıntıları nelerdir?
En önemli sıkıntıları
büyük kentlere çöreklenmiş edebiyat baronlarınca 2.sınıf vatandaş muamelesi
görmeleridir.Hasan Ildız kimdir?Salihli İMKB Mesleki ve Teknik Anadolu
Lisesinde edebiyat öğretmeni.”Hadi ya!”diyor adam,”Taşrada yaşayan bir edebiyat
öğretmeninin birikimi nedir ki yazdığı ne olsun…”
Büyük kent baronlarının
bir diğer kaygısı,eğer yazdıklarınız gerçekten iyiyse,onun yerini kapmanız
korkusu.Bu kaygıları nedeniyle sizi dergilerden,ödüllerden uzak tutarak,bir
nevi görmezden gelerek edebiyat okuruyla buluşmanızı engelliyorlar.Bu
baronların bir çoğu aynı zamanda dergi sahibi ya da bir derginin editörlüğünü
yapıyor.Adam kendisi tükürür gibi yazı yazıyor,ruhsal hezeyanını anlatan
şiirimsiler yazıyor ama yazdıkları her ay dergilerde.
Taşralılığın bir diğer
handikapı gerçekten kaliteli edebiyat hareketlerine uzak kalmak.Maalesef bu tür
hareketler büyük kentlerin dışına çıkmıyor ve siz bir taşralı edebiyatçı olarak
bu etkinliklerden nasiplenemiyorsunuz.
5. Yayıma hazır
eserleriniz var mı? Bu eserlerin hazırlık ve basımı ile ilgili bilgi
verir misiniz?
Yayıma hazır şiir
dosyalarım var ama vakit henüz erken.”RENKLER KİTABI”yeni çıktı,dolayısıyla ona
biraz zaman tanımak gerek.Üzerinde çalıştığım 2 roman var ama ne zaman biter
bilemiyorum.
Yine hikayeler
biriktiriyorum yeni bir kitap için.Sen de bir yazıcı olarak çok iyi bilirsin ki
yazma virüsü kanımıza girmişse yazmadan duramayız,bu hastalık ölene kadar
bizimle.
Son olarak,yeniden
başladığın dergicilik serüveninde sana başarılar dilerim.Umarım amaçladığın
yerde olursun.İsterdim ki yerel yönetimler bu konularda maddi olmasa da manen
yanımızda olsun.Ama görüyoruz ki yerel yönetimler bile büyük kentlere
çöreklenmiş edebiyat baronlarına hizmet ediyor.Mustafa Uğur Okay yıllarca
Tuğrul Keskin’le çalıştı.Zeki Kayda ,yaptığı ilk şiir etkinliğinde Kahraman
Tazeoğlu’nu konuk etti.Demek istediğim yerelde edebiyatın sevilmesi ve gelişmesi
için yapılan bir şey yok,herkes bir reklamın peşinde.İnşallah bir gün bu
anlayış tersine döner ve edebiyatla edeplenmiş bir topluma sahip oluruz.
Derginin ilk sayısını
bana ayırdığın için tekrar teşekkür ederim sana,güzellikler üretmen dileğimle..
ŞAİR HASAN
ILDIZ’I ANLATMAK
İsmail
DELİHASAN
Dünyanın boyası renklerse ve boyayan, şairi hem de
öykücüsüyse yaşamın… Söze böyle başlamalıydık, Hasan Ildız’ın son şiir kitabı
“Renkler Kitabı”ndaki son sözüyle…”Acı çekmemek için, aşkı reddetmek
gerekiyordu. Bu da hayattaki kötülükleri görmemek için kendi gözlerini çıkarmak
gibi bir şeydi.”
Konuşmayı çok seven ama az yazan biri olarak elbette
Hasan Ildız’ı az sözle, çok anlatmaya çalışacağız. Yine de yetersiz kalacağımı,
baştan kabul ediyorum.
Ahmet Haşim “Merdiven” şiirindeki, “Eteklerinde güneş
rengi bir yığın yaprak”…”Sular sarardı… Yüzün perde perde solmakta”
dizeleriyle, Hasan Ildız’a renkler kitabı için sanki yol açmış, sufle vermiştir.
Doğanın estetik öne çıkışı renklerdedir ve şairler renkleri sever… En çok da
Hasan Ildız sever. Adları Türkçe olan; yeşil, sarı ve turuncuyla kuruyor şiir
dilini. Ama bütün insanlık renkleriyle düşünüyor ve duygulanıyor.
Hasan Ildız sadece yaşamın değil, “Ölümün Rengi”ni de
anlatır. “En güzel ben ölürüm” diyerek, güzellik ve renk arasındaki bağıntıyı,
hem de ölümün, öznel, insani, tarifsiz bir renk olduğunu imgeler. “Acının
Rengi” de insanın rengi bir şiiri…
Şair, en verimli dönemini yaşıyor. Hasan Hocanın,
şiirlerinin yayınlanmadığı dergi kalmamıştır. Bu şiirini, yazın dünyasına kabul
ettirdiğinin de göstergesidir bizce.
Özellikle son dönemdeki şiirleri, insan sıcaklığında…
Belki her konuda bilgiye sahip… Duygu ve düşünce birlikteliğinde yazdığı
besbelli… Onun şiirlerini sevdiğimi söylemeliyim. Herkesin kendinden bir şey
bulabileceği mutlaka bir şiiri vardır. Belki şairce bakmamdandır ki şair yönünü
görüyorum. Öğretmenlere olan özel sevgim, Hasan Hocayı bu anlamda da öne çıkarıyor.
“Sorgu,
Pencereler, Akdeniz’e Gidenlerin Türküsü, Sevda Türküleri, Aşk Şehirde Kirlenir
ve Renkler Kitabı”, onun şiir kitapları… Ayrıca “Sürgün Hikâyeleri” ve “Ölmeye
Vatan Yahşi” hikâye kitapları…
“Ben
hasan ıldız, kendi karın boşluğundan
Kendisini doğuran ilk fanisi Allahın
Salımı
indirdiğim çukur, sordu toprağını
Sordu
hesabını dişimin değdiği meyve
Ben
hasan ıldız,
Kardeş
sayılırdık bir zamanlar hüseyinle.”
Böyle tanıtırken kendini, insanlık oluyor, hem kendi
hem ben, biz oluyor Hasan Ildız. O eski Türkçenin yıldızını simge alıyor,
“ıldız” diyor. Yerelden evrensele, insana koşuyor. Bir başka şaire benzemiyor,
özgünlüğü var. Şiirlerinde bir rahatlık gözlemlenmesine rağmen, savrukluk
yoktur. İmgeyi, duyguda ve düşüncede yakalıyor. Açıklık onun şiirinin bence en
belirgin özelliği. Düşünsel anlamda Hasan Ildız bütün düşünce sistemleriyle
yüzleşmiştir. Yani aslında o, bilen biridir. Şiirlerini ilk günden beri
beğendim. Çünkü açıklığı ve içtenliği şiirlerin arkasındaki şairin dürüst bir
insan olduğunu da hissettirdi bana.
“Gün
gelir, kurulur halkın divanı;
Karıncanın suali Süleyman’dan sorulur” dizeleri de böyle demiyor mu?
O biraz da Anadolu’dur…
“Yürek dediğin asmada üzüm;
Hem güneşten beslenmeli
Hem toprağın sevgisinden…
Gün gelip kaynamalı bir tava pekmez gibi
Kıyısından köşesinden değil hem öyle
Büngül büngül köpürmeli orta yerinden” dizelerinde…
Diğer taraftan şehir oluyor; “insan, yaşadığı şehirler
gibi aydınlık ve karanlık” ve “aşk şehirde kirlenir” diyecek kadar saf bir
aşkın savunucusu…
Yazdıkları gibi, daha nice başarılı eserler
üreteceğini umuyorum ve diliyorum.