Öykü
yazarı, editör. 20 Ağustos 1952, Çiçekdağı / Kırşehir doğumlu. Asıl adı İbrahim
Çelik’tir. Ortaöğrenimini Kırıkkale’de tamamladı. Ankara Üniversitesi DTCF Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümü (1980) mezunu. 1980’den itibaren Kütahya, Adapazarı ve
Ankara’da öğretmenlik, 1997’den sonra Millî Kütüphane’de şube müdürü ve Beyazıt
Devlet Kütüphanesinde müdür yardımcısı olarak görev yaparak 2000 yılında emekliye
ayrıldı.
İlk öyküleri “Tüneller” ve “Ateş”, Edebiyat (Ocak 1981) dergisinde yayımlandı. Sonraki yıllarda Edebiyat (1980-84), Mavera (1984), İlim ve Sanat (1986-88) ve Hece (1997-), Heceöykü (2004) dergilerinde öyküler, denemeler ve incelemeler yazdı. Arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Hece (Ocak 1997), Heceöykü (şubat 2004) dergileri ile Hece Yayınlarının yayın yönetmenliğini yaptı.
Gülşefdeli Yemeni adlı
eseriyle, 1998’de, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Öykü Yazarı
seçildi. “Ateş” adlı öyküsü 1983’te Boşnakçaya, “Giden Gün
Ömürdendir”, “Gülşefdeli Yemeni” ve “Ana Üşümesi” adlı
öyküleri de Arnavutçaya çevrildi.
Hüseyin
Su, öykülerinde sade bir dil ve etkili bir anlatım tarzı kullandı. Türkçeyi
kullanışı titiz ve bilinçlidir. Karakterlerin iç dünyasını başarıyla sergileyen
öykülerinde, yazarın modern hayatla hesaplaşmasının izlerine sıkça rastlanır.
Edebiyat üstüne yazılarında kültürel sorunları işledi.
Hüseyin Su İçin Ne Dediler?
“Gülşefdeli Yemeni (1998), Ana Üşümesi (1999), Aşkın
Hâlleri (1999) adlı kitaplarında topladığı öykülerde, nostaljik duyuşları,
yaşayan gelenekler ve anlayışlar çevresinde güncelleştirerek bu zamana eklemleyen
Hüseyin Su, deyim yerindeyse, zengin bir kültürel hayatı, niteliksiz ve
kimliksiz bir hayatın içinde yeniden yeşertmeye, onun silikleştirilmiş tonunu
mümkün olduğunca yeniden koyulaştırmaya çalışmaktadır.
“Öykülerinde, aile dramlarını, kuşak ve
cinsiyet çatışmalarını, içsel huzursuzlukları, ruhsal boşlukları, kimlik
sorunlarını derinlemesine ele alan Hüseyin Su, bunları ince ayrıntılar,
psikolojik belirlemeler ve mizaç çözümlemeleri eşliğinde yer yer şiirsel bir
söylemle, gözlemci gerçekçi bir bakış açısıyla sunar.” (Ömer Lekesiz)
***
“Yayınladığı
her kitabıyla öykü evrenini sürekli çeşitlendiren, zenginleştiren Hüseyin Su,
yitip giden güzellikleri, kaybettiğimiz manevi zenginlikleri, kuşaklar arası çatışmayı,
her şeyi değiştiren/bozan “yeni”nin birey ve aile üzerindeki yıkıcı etkisini,
çocukluğun saf ve temiz duygularını, derinlikli bir psikolojik tahlil ve
ustalıklı bir biçim tercihiyle öyküleştirmiş sonuçta kendisine Türk
öykücülüğünde kolay görmezlikten gelinemeyecek bir kanal açmayı başarmıştır.” (Necip Tosun)
***
“Hüseyin
Su, Ömer Seyfettin geleneğiyle Sait Faik çizgisini birleştiriyor öykülerinde.
‘Bu Toprak’ın öykülerini yazıyor. Anlattığı insanlar, şehirler, kasabalar,
dükkanlar, Kur’an kursları, cami avluları, mevlitler, babaanneler, dedeler, torunlar,
eşler, arkadaşlar, yanılmışlar, yanılgılar, üzünçler, hüzünler, ezanlar,
bebekler, yollar, sular, nehirler ve dağlar, gönüldeki dağların toplamı, ‘bu
ülke’nin temiz bir vicdandan görünümü. Hüseyin Su, bir anlamda bir ‘durum
öykücüsü’ denebilir. Ama, onda olay da önemlidir, olayların içyüzü de. O içsel
macerayı, kelimeleri adeta gönlünden çıkıyormuş gibi yazar ve anlatır.” (Sadık
Yalsızuçanlar)
ESERLERİ:
Öykü:
Deneme-İnceleme: Bir Yağmur Türküsü (1999), Öykümüzün Hikâyesi (2000), Teori ve Eleştiri (2004), Dil ve Düşünce (2004), Irmağın İçli
Sesi - Atasoy Müftüoğlu Kitabı (2007), Bir Yağmur Türküsü (2015), Hikaye
Anlatıcısı (2016), Yazı ve Yazgı (2017), Edebiyat Eylemi ve Nuri Pakdil (2017),
Entelektüel Öfke – Nuri Pakdil (2018),
Söyleşi: Keklik Vurmak
(2015).
Yayına Hazırlama: Asaf Halet Çelebi Kitabı (İlyas Dirin
ve Şaban Özdemir ile, 2003).
Kürtçe: Her Roj Ji
Emir Diçe (Öykü, 2018).
KAYNAKÇA:
Atıf Bedir / Hüseyin Su ile Konuşma (Edebiyat, sayı: 38+110, 1984), Mustafa
Kutlu / Edebiyatın Akıbeti (Yeni Şafak, 4.2.1997), Mehmet S. Fidancı / Hüseyin
Su ile Edebiyat Serüveni Üzerine (Gündüz, 6.7.1999), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar
Ansiklopedisi (2001, 2004) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve
Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar
(Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous
People (2013), Ömer Lekesiz / Yeni Türk Edebiyatında Öykü (c. 5, 2003) - Öykü
İzleri (2000) - Kuramdan Yoruma Öykü Yazıları (2006), TBE Ansiklopedisi (2001),
Anadolu Gençlik (Eylül 20Hüseyin Su Dosyası (Kafdağı, sayı: 57, 2004), Kemal
Aykut - Ömer Lekesiz / Hüseyin Su Kitabı (2005), Yaşayan Portreler – Hüseyin
SU; Edebiyatımızın Çalar Saati / Fahri Tuna (konusansayfa.wordpress.com,
03.05.2019), Hüseyi Su Kitapları (sozcu.com.tr, 03.05.2019).
Yunus’un anısına;
‘paslanmaz bıçak’ gibi.
Olan o gün oldu, o gün ve o ân.
Oldu ve bitti. İlk ânda yalnızca
bana oldu sanmıştım. Ama değil, ona da oldu, nişanlıma yani. Parmağımızdaki
yüzüklerimiz daha yerlerini ısıtmamıştı bile. Ağzından çıkan sözün bu denli
ağır düşeceğini kestiremedi belli ki, düşünemedi enine boyuna. Demek ki onun
gırtlağı dokuz boğum değildi. Sözünü geri almak, sözün açtığı yaraya merhem
olmuyordu işte, yırttığı yeri yamamıyordu. İki yıldan beri özenle dokuduğumuz
kumaş, bir ânda yırtıldı gitti. O yara, kanayıp duruyordu şimdi gözlerimizin
önünde. O yara ki, halam onu altmış yıldır ihtimamla taşıyordu kâlbinin en
mutena yerinde; tam ortasında. Biliyorum, aramızda yırtılan kumaşın yarısı
elinde; halamı, kâlbini, yarasını göremeden ve neye uğradığını bilemeden
duruyordu karşımda. Parmağımdaki yüzükle oynuyorum sandı. Çıkardım, elini tutup
avucuna koydum. Aynen filmlerdeki gibi. İki yüzüğün birbirine değmesiyle çıkan
metal sesinden anlamış olacak ki olup biteni, irkildi birden. Hiç konuşmadan,
halamın ardından odasına geçtim. Az sonra salonun kapısının, ardından da dış
kapının açılıp örtülüşünün sesi duyuldu. Gidiyordu besbelli ve elinde iki parça
gönül
Altmış yıldan beri, halamın
gözünden daha çok koruduğu o değerli şey, sanki bir kristal gibi ellerinden
kayıp üçümüzün ortasına düşüvermişti işte. Eğilip toplayamazdık artık onları.
Benim ayaklarıma batan kıymıkların, halamın kâlbini nasıl dağladığını, ona
nasıl acılar tattırdığını anlayabiliyordum. Çünkü bugüne dek onu hayata
bağlayan duygularının, anılarının, kâlbinde, yedi kat muşambaya sarılı bir
muska gibi sımsıcak sakladığı sevginin, çocukluğum ve gençliğim süresince
tanığı olmuştum. O anıların ve mukaddes bir duyarlık kazanmış o sevginin bana
nasıl sirayet ettiğini bizzat yaşayarak görmüştüm. Hiçbir şeyi uzun uzun
anlatmadığı hâlde her geçen gün halama daha çok yaklaşmış, onu daha çok sevmiş
ve anlamıştım. O da, benim bu hâlimi gördükçe, yarasına merhem sürülmüş gibi
rahatlar, durulurdu.
Halamın öyküsünü derli toplu hiç
kimseden dinlemedim. Onun hayatı, herkes için söze dökülemeyecek kadar manevî
bir mahremiyete sahipti âdeta. Herkes, halamdan söz ederken, koruması gereken
mesafeyi, durması gereken yeri, aşmaması gereken sınırı bilirdi. Bütün bunlar,
onun konuşulamaz bir insan oluşundan değildi elbette. Tam tersine; yüzünden
tebessümü hiç eksik olmayan, sevecen, yumuşak başlı, evde her şeye, her yere,
her işe yetişmeye çalışan bir insandı. Büyüklerden birisi biz çocuklardan bir
şey isteyecek olsa, yerinden ilk yekinen halam olurdu. Ellerimiz onun eteğinden
ayrılmaz, dizinin dibinden kalkmazdık. Bir tavuğun civcivleri gibi, halam ev
içinde ve ev dışında nereye giderse biz çocuklar da ardından dökülürdük hemen.
Ben de ablalarım da ne öğrendiysek halamdan öğrenmişizdir. Dört kardeşin dördü
de doğumumuzdan itibaren halamın koynunda büyümüşüz. Geceleri ağladığımızda o
uykusuz kalır, bezimizi o değiştirir, beleğimizi o sarar, beşiğimizi o
sallarmış. Hastalandığımızda neremizin ağrıdığını annemizden çok halam
bilirmiş. Dördümüzü de annemiz doğurduğu hâlde halamız büyütmüş. Bütün bunlara
karşın bir kez bile şikâyet ettiğini, alnını kırıştırdığını gören olmamış.
Bizi, anne ve babamızdan daha çok sahiplenirdi halam. Onlara karşı bile
korurdu. Anneme ve babama karşı inatlaştığım, onları dinlemediğim olurdu, ama
halamın önünde bir avuç topraktım her zaman. Ablalarım da öyle.
Babamın büyüğüydü halam. Hem bu
nedenle, hem de ayrıntılarıyla bilmediğim öyküsü nedeniyle gerek babamın, gerekse
annemin halama karşı görülmedik bir biçimde saygıları vardı. Dedemle babaannem
öldükten sonra evimizi çekip çeviren görünürde babam, evin hanımı da annem
olduğu hâlde; evimizde sözü geçen, bir ‘hanımsultan’ ağırlığı ve etkinliği ile
yine halamdı. Ablalarımın da, benim de adlarımızı halam koymuş. Benim adımın
konmasında buruk bir gerginlik yaşandığını da halam anlatmıştı bana.
Ablalarımda olduğu gibi, annemle babam adımı koymasını ondan bekleyip durmuşlar
tam bir hafta. O da koymak istediği adı söylemekten utanıp, kendisinin ne demek
istediğini anlayarak onlar söylesin diye ummuş. Sonunda babam nüfusa
kaydettireceğini söyleyince, beşiğimin başına gelmiş, kundağımı kucağına almış,
önce dudakları titremiş, gözleri buğulanmış. Öpmüş, yanağımı yanağına bastırıp
kulağıma adımı söylemiş: Hayatında bir kez, onu da suyolunda gördüğü
nişanlısının adıymış bu.
Ben de, yanağıma düşen gözyaşı
damlalarıyla ürpererek, gözlerimi açıp çil çil halamın yüzüne bakmışım. Bütün
bunları bana anlatırken, hâlâ çil çil yüzüne bakan bir bebeği sever gibi
yanağımı okşar, alnıma düşen saçlarımı yukarı kaldırırdı parmaklarıyla.
Halam, bana adını verdiği
nişanlısını bir kez görmüş. Buna da görmüş denir mi bilmem. O zamanlar köyde
oturuyorlarmış. Daha sonra babamın işi nedeniyle gelip yerleşmişler şehre.
Halamın nişanlısı askere gitmeden önce dedemlerle vedalaşmak için evimize
gelirken, halam da suya gidiyormuş. Sokağın başından nişanlısının geldiğini
görünce tepeden tırnağa ateş basmış halamı. Nereye bastığını bilemez olmuş.
Etrafındaki her şeyin dönmeye başladığını sanmış. Nişanlısı üç beş adım
ilerisinde durup kendisinin yaklaşmasını bekliyormuş. Şöyle bir göz ucuyla
bakacak olmuş, hepsi bu kadar işte. Altmış yıldan beri belleğinde sakladığı
resim, o göz ucu bakışın alıntıladığı görüntüymüş. Bağlı kaldığı yakınlıksa bir
adım arayla yanından geçişten ibaretmiş. O karşılaşmadan, nişanlısının ‘Yarın
gidiyorum, Allahaısmarladık’ dediğini, kendisinin de ‘Güle güle, yolun açık
olsun’ diye cevap verdiğini hatırlardı hep. Bu iki cümleyi her tekrar edişinde
tatlı tatlı hüzünlenir, ağzında bir akide şekeri eziliyormuş gibi yanakları
eminirdi. Eve giden nişanlısının elinde bulunan, halam için babaanneme
bıraktığı hediyeleri bile fark etmediğini biraz mahcup, biraz da saf bir
gururla hatırlardı. Babaannem, hediyelerini verirken, nişanlısının vedalaşmaya
geldiğini söyleyip ‘Allah kavuştursun’ demiş halama. Halam, ‘Yolda
karşılaştığımızı annem hiç bilmedi’ derdi. Bununla övünür müydü, yoksa üzülür
müydü kestiremezdim.
Halamın nişanlısı askerden dönmemiş.
Ölmüş, öldüğü yerde de toprağa vermişler. Onu yakıp kavuran hasreti yüzünden
okunurdu, ama bu hasretini dile getirdiği tek cümlesini bile duymadım ağzından.
Birçok şey anlatacağını umarak nişanlısının neden öldüğünü sorduğumda bir
sözcükle cevap verirdi; inceağrıdan. Nişanlısını alıp götüren inceağrı, halamda
anlaşılmaz derecede incelmiş bir sevgi ve sadakate dönüşmüştü.
Halam, annemin, babamın,
bizlerin, bütün yakınlarımızın ve onu tanıyan herkesin kırmaktan, incitmekten
kaçındığı, saydığı, sevdiği ‘halakız’dı. Asıl adını ancak büyükler bilir ve
herkes ona ‘halakız’ derdi.
Canlı bir bereket gibi dolaşırdı
evimizin içinde halam. Onun gözünün gördüğü her yer düzelir, elinin değdiği her
şey çoğalırdı âdeta. Ağladığımızda elini başımıza koysa su gibi durulurduk. Ne
ablalarım birbirleriyle, ne de ben ablalarımla kavga edebilirdik halamın
yanında. Sesini yükseltmeden, hiçbirimizden yana fark edilebilir bir tavır
koymadan hepimizin hırçınlıklarını giderir, bir ortasını bulup isteklerimizi
yerine getirir ve sonunda dördümüzü de kanatlarının altında toplardı. Annem
için bir görümceden çok, kendisini sevdiren, saydıran, her işin ucundan tutan,
kocasına, misafirlerine karşı hiçbir zaman eli ayağı dolaşacak durumda
kalmasına fırsat vermeyen bir öz anneydi. Babamla annemin sözleri karşılaşacak
olsa hemen araya girer, annemi arkalar, babamın da aile erkeği gururunu
koruyarak ortalığı yatıştırırdı.
Halamın odası benim için evimizin
en temiz, en huzurlu köşesiydi. Yatağını ne zaman açar, ne zaman toplar farkına
bile varamazdık. Giysilerinden hiçbirini sağda solda bırakmazdı. Odasında yok
denecek kadar az eşyası vardı. Hiç giysi dolabı da kullanmadı halam.
Giysilerini duvardaki askıya asar, üzerine de bir örtü çekerdi. Diğer eşyaları
ise odasının iki yanında karşılıklı duran iki kanepenin altında olurdu.
Seccadesi, sağ köşesi kıvrılmış olarak sürekli serili dururdu köşede. Tespihi,
bir çatal iğneyle seccadesinin kıyısına takılı olurdu hep. Burcu burcu kokardı
bu oda her zaman. Kapının ardındaki sandığı bizim için mucizeler dükkânıydı.
Ablalarımla birlikte halama sandığını sık sık açtırır, bohçalarını çözdürür,
her bir eşyasını, yıllardır bizlerin kısmeti diye sakladığı, çoğunun adını
halamdan ve ablalarımdan duyduğum örtüleri, işlengileri, oyaları, pullu
tülbentleri, nişanlısından kalan kehribar tespihi, kat kat örtüler içinde
sakladığı sararıp solmuş, köşeleri kırılmış, kıvrılmış fotoğrafları, taşlı
yüzüğü, kolyeleri, fotoğrafsız boş, sırmalı çerçeveyi elden ele dolaştırır,
kokularını içimize çeker, gizemli bir saygıyla halama verirdik. O da, hepsini,
ayrı ayrı eski bohçalarına yerleştirir, yıllardır sabitleşmiş köşelerine
koyardı. Halamın sandığını açması, bohçalarını çözmesi bizim için apayrı bir
oyun ve mutluluktu. O sandıkta ve sandıktaki eşyalarda ne bulurduk bilmiyorum.
Ablalarım bir bir gelin olup
gittikçe halamın sandığı da boşaldı. Yalnızca benim için sakladığı eşyaların
bohçası kalmıştı. Her biri için daha çocukken kendilerine vereceğini söylediği
çeyizler için ne kavgalar ve küsüşmeler olurdu ablalarım arasında. Halam,
hepsinin arasını bulur, her birini de kendisine vereceği çeyizin en güzeli, en
sevdiği şey olduğuna inandırırdı. Bunların hiçbirini biz çocuklardan başka
kimseye de açıp göstermezdi. Annem bile bilmezdi halamın sandığındaki
çeyizlerin neler olduğunu. Bizler, halamın bizim için neler neler sakladığını
anlattıkça, annemle babam memnun, biraz da üzgün gülümserlerdi. Annem,
ablalarım için bir şeyler alacak olsa da babamı razı edemese, ablalarımı, hemen
halama yollar ve ertesi gün istedikleri eve gelmiş olurdu. Babam bu ‘hile’nin
çoğu zaman farkına varsa bile halama hayır diyemezdi.
Ablalarımın üçünün de gelin
oluşundan sonra halamla daha çok yakınlaştık. Daha çok üstüme düşmeye başladı.
Oysa neredeyse çocukluk çağını geride bırakmış, delikanlı olmuştum. Liseyi
bitiriyordum o yıllarda. Benim için, psikolojik olarak büyüklerden uzaklaşmam,
savruk yaşamam gereken bir dönem olmasına karşın, halama karşı düşkünlüğümün
artması yaşımı ve psikolojimi aşan bir şeydi. O hiçbir şey anlatmasa,
yaşadıklarını hiçbir zaman anmasa da, ben her geçen gün halamın iç dünyasına
daha çok yaklaşıyor, hiçbir ayrıntısını tam olarak bilmediğim öyküsünü,
sadakatini, sevgisini, yaşlandıkça incelen, inceldikçe güzelleşen ‘halakız’ı
daha çok seviyor, daha çok saygı duyuyordum. Tam kestiremesem de halamda beni
etkileyen, çeken başka bir şey vardı.
Halamın, benim gözümde bu denli
saygınlık kazanması, ona, bir manevî kişiye bağlanır gibi bağlanmam, benim bir
pervane, onunsa bir mum kesilmesi, geçmişiyle, geçmişine bağlılığı ve bu
bağlılık uğruna evlenmeden, çoluk çocuk sahibi olmadan, ev bark kuramadan, önce
baba evinde, sonra da kardeşinin ve gelinin yanında yaşaması, kendisi için genç
kızlık düşleriyle süslediği, göz nuru dökerek gece gündüz düzdüğü çeyizlerini,
yüzünden hiç eksik etmediği süzgün tebessümle vere vere, yalnızlaştıkça
sevgisinin tümünü en yakınındaki kimse ona yöneltmesi değil; bütün bunların
ötesinde, hatta üstünde, hayat karşısındaki mazlûmiyetini, sille yemişliğini,
dik bir omuzla, ışıltılı ama dokunaklı bir bakışla, hep sessiz ama hiçbir şeyi
de cevapsız bırakmayan bir dille, vakarlı ve razı bir duruşla karşılaması, bu
karşılamadaki kararlılığı, bir ayak bile olsa geri çekilmeden, sarsılsa bile düşmeden
durmasıydı. Halam buydu işte; müşfik ve gergin, ağlamaklı ve güleç, zayıf ve
dik, sevecen ve sessiz, yaşlı ve diri...
Tam bir ibadet dirisiydi halam.
Bizden duyduğu yorgun mutluluk bir yana, halamın her şeye karşın hayata
tutunuşuna, kendi kendisine yettiği gibi benden babama kadar hepimize de
yetişmesine, üşengeçlik nedir bilmeyişine, altmış yaşında değil de on sekiz
yaşında bir kızmış gibi tezcanlı oluşuna hep imrenirdi annem. Ablalarımın en
küçük hatalarında, annemle babamın onlara gösterdiği örnek halam olurdu. Her üç
ablam da halama çektikleri konusunda aralarında yarışırlar ve her biri en çok
kendisinin halama benzediğini iddia ederek nasıl bir becerikli kız olduklarını
kanıtlamaya çalışırlardı. Nasıl olsa kız halaya çekerdi. Geç yatar, erken kalkar,
az uyur, ama hep dingin olurdu. Ramazanda sahur, diğer günlerde sabah namazları
ve bütün vakitler için evimizin, ileri gitmeyen, geri kalmayan, durmayan çalar
saatiydi. Her sabah babamı, annemi, ablalarımı ve beni mutlaka uyandırırdı.
Günde beş vakit, vaktin geldiğini, ihmal etmişsek geçtiğini bize hatırlatır,
aymazlığımız devam ediyorsa sitem ederdi. Yatmadan önce her gün hiç aksatmadan
abdest alır, odasına çekilir ve gecenin geç saatlerine dek ışığı yanardı.
Hayattan farklı bir birikim elde etmişti halam. Hayatı, hepimizinkinden çok
farklı bir süzgeçle süzmüştü o. Bu nedenle onun elindeki hayata ilişkin
tutunacak ipuçları, değer yargıları ve yaslanılacak dayanakları bizimkilerden
çok daha farklı ve yalın görünüyordu bana. Onun korunakları bambaşkaydı. Onun
için de bize dokunan ona pek dokunmuyor, bizi yıkan onu yıkamıyor, belki
yalnızca sarsıyordu. Onu yıkan ve yakan şeyler de bize kâr etmiyordu. Onun
çifte kavrulmuş kâlbi, yakınlarının ve tanıdıklarının tümünün yerine birden
yanacak kadar göyünmüştü acı ve hasretle.
Bizim için olduğu kadar
yakınlarımızın, tanıdıklarımızın ve uzak, yakın bütün mahallelilerin de
‘hala’sıydı o. Bu nedenle evimizin kapısı âdeta örtülmek bilmezdi. Halamın
kendisine olan mahviyetle özdeş güveninin kat kat fazlası, onu diğer insanların
nezdinde de ‘ermiş kadın’ konumuna getirmişti. Söyleyeceği hiçbir şey olmasa
bile, ki çoğu zaman bir şey de söylemezdi, sonuna kadar, çocuk, genç, yaşlı
demeden herkesi dinlerdi. Belki de onun bu yumuşak sabrıydı insanların acısını
alan ve onları rahatlatan. Düşünüyorum da, konuşsa ne söyleyebilirdi halam,
sabah akşam durmadan kendisine gelip gidenlere… Güleryüzle karşılayıp gönderme
ve; sabret, her şey geçer, Allah kerim, kâlbini bozma, ne istersen O’ndan iste,
ne verirse O verir, biz neyiz ki, kulun elinden bir şey gelmez, deniz insanın
malı olsa yanmışa bir bardak su vermez… gibi birkaç söz işte. Zaten
çocukluğundan beri Kur’an ve mevlitten başka hiçbir şey okumamıştı. Okuyamazdı
da. Mevlidin sonundaki kesikbaş öykülerini, Hz. Ali cenklerini ve Peygamber’in
ölümünü anlatan bölümleri akşamları bize ve kendisine çaya gelen kadınlara,
emsalleri olan kızlara defalarca ezberden okur, okurdu. Kendisi üzerine
kondurmasa bile herkesin gözünde ve gönlünde manevî bir kişilik kazanmıştı
halam.
Halakızdı önce o.
Sonra ermiş bir kadın oldu.
Kendisi de, biz de farkında
değildik, ama o, gönül yolunda yayan yapıldak ilerliyormuş meğerse.
Kadınlar, genç kızlar rüyalarını
yorumlatmak için uzak demez, yakın demez halama gelirlerdi. Onun yorduğu
rüyalarından hayır çıkacağına inanırlardı belli ki. Hamile kadınlar, sağ salim
doğum yapabilmek için gelip okunurlardı halama. Oysa namazda okuduğu dualardan
ibaretti halamın bildiği dualar da. Doğacak çocuklarının adlarını halama
koydururlardı. Yakınlarımızın hemen hepsinin çocuklarının adlarını halam
koymuştu. Bu nedenle olmalı, düğünlerde bayramlarda yakınlarımız bir araya
geldiğinde aynı adla çağrılan birçok çocuk olurdu. Genç kızlar beklentileri,
kadınlar kocaları ve çocukları, hastalar sağlıkları, darda olanlar sıkıntıları
için halamın duasını alırlardı.
Çevresinde olup bitenlerin, gelip
kendisini buluveren bunca insanın, bunca dileklerinin, hayatın bunca kalabalığı
arasında bir deniz durgunluğu, güven ve teslimiyet kaygısızlığı ile hiçbir şeyi
azımsamadan, hiçbir şeyi yüksünmeden yaşayıp giderdi halam. Daha sonraları
kadın erkek, genç yaşlı, çoluk çocuk bütün insanların hayatlarındaki
çırpınışlarına daha yakından tanık oldukça, halamın razılığının mı, yoksa
insanların cinnete bu denli yakın duruşlarının ve çırpınışlarının mı haklı
olduğunu, hatta hayatımıza hangisinin yön verdiğini, hangisinden vazgeçersek
kaybedeceğimizi düşündükçe aklım karışırdı. Bu koskoca şehirdeki bütün insanlar
gibi babamın da, güneşin doğuşuyla birlikte çıkıp günboyu hayat denen o ‘şey’le
çarpışarak, güneşin batışıyla eve dönüp yine halamın dünyasında, kahvesini içip
ayaklarını uzatarak, annemin serdiği seccade üzerinde alnını yere koyarak ve
bizlerin henüz çarpışmalardan yara almamış, örselenmemiş yüzlerimize dalarak
huzur bulması, ‘buraya’ sığınması, gösterdiği yönde yürümeyi tam göze
alamadığım titrek bir ok gibi görünürdü hep bana.
İşte o zaman hep ulu bir çınara
tutunmak ihtiyacı hisseder, bunun da güvenli bir yere yaslanmak zorunluluğu
olduğunu düşünürdüm. Gençlik bunalımlarımla ilgilenmeye çalışan öğretmenim
bunun bir kaçış olduğunu söylediğinde, daha o cümlesini tamamlamadan karşı
koymuş ve kaçmak isteyenin yönünün kalabalığa, kesintisiz süren, sürekli her
alanda kahramanlar üreten, bu kahramanları da hep birbirine kırdırtan şu yanı
başımızdaki hayat mücadelesi denilen kavgaya dönük olması gerektiğini
söylemiştim. Boyumdan büyük lâflar ettiğimi düşünmüş ve biraz da müstehzî,
halamın dünyasını bir boşluk olarak tanımlamıştı. Oysa ben, kendisinin halam
kadar bile güvenli basmadığını görebiliyordum. Haklı çıktım elbette.
Öğretmenimden öğrendiklerimin hemen hepsini unuttum ama halamla birlikte
yaşadıklarım, halamın hayatı, hâlâ benim hayatıma yön veriyor.
Ardından koştuğu bir şey yoktu
halamın. İpince bir titreşimdi hayat onun için. Önünü gösteren, kâlbinden düşen
ürkek bir ışıktı. Yaşadıklarının tümü, gelip avucunda sarılan bir yumaktan
ibaretti. Kâlbindeki derin, ince sızı, hayatı yeniden ve istediği gibi,
ihtirassız yoğurma gücü kazandırmıştı ona. Onun için her şey olacağına
varıyordu nasıl olsa. İnsanların bunca itişip kakışması ahmaklıklarındandı.
Anlıyorum ki, halamın belki de el yordamıyla da olsa bulduğu, sanırım onun neyi
bulduğunun farkında bile olmadan bulduğu, o ince bağlantıyı bulmaktı. O, bir
bitkinin kökleri gibi toprağın altından akıp giden su damarlarına ulaşmıştı.
Halamın öyküsü, insanın o büyük romanına karışıyordu. Halama bakıp yürekleri
parçalananlar, onun hasretinde bulduğu huzurdan ve ayaklarının toprağın
altındaki suya değişinden habersizdiler.
Nişanlım evimize gelip gittikçe,
görüşmeleri arttıkça, halamın ona karşı ilk günlerdeki hevesi ve yakınlığı
kalmaz olmuştu.
O da öyle yaptı. Hem kendine hem
bana etti. Söyledim ya, en çok da halama etti. Çünkü o unutacaktı. Ben de. Ama
halamın yarı yıkık duran gönül duvarı biraz daha uçacaktı. Halam, belki de onun
etkileneceğini umarak, benim için sandığında kalan son bohçasını getirip
göstermek için odasına gittiğinde, salonda ikimiz oturuyorduk karşılıklı.
Saçlarını geriye atıp, ‘Ne vardı ki, onları nereye koyacağım ben?’ dediğinde
dişime taş değmişti. Ama iş işten geçmişti çoktan. Halam salona girdi elindeki
sarı nakışlı yeşil bohçayla. Belki de kâlbine doğmuştu, yüzünde ürkek bir
tebessüm dolaşıyordu. Halamın çıkarıp gösterdiği onca çeyizden yalnızca karyola
ve masa takımını eline alıp şöyle bir baktıktan sonra sehpanın üstüne
bırakıverdi. Kehribar tespihi bana verdi halam. Acemi parmaklarımın arasında
kayan tespih tanelerinin çıkardığı şıkırtı kâlbimin üstüne vurup salonda
yankılanıyordu. En sonunda bir çift yemeni çıkardı bohçasından halam,
gülşefdeli bir çift yemeni. Yemeniler dillerinden iple birbirine bağlanmış ve
topuklarına da basılmıştı. Hiç giyilmemişti. Derisi buruşmasın için olacak
içleri de bezle doldurulmuştu. Yemenilerin içlerindeki bezleri çıkartıp bana
uzattı ve ‘Onun için almıştım ta o zaman, sonra
İşte olan olmuştu artık.
Halamın odasına girdiğimde,
elleri koynunda, kanepenin pencereye yakın ucuna ilişmiş oturuyordu. Yüzü
pencereye dönüktü. Ben içeri girince olduğu yerde kıpırdandı. Yüzüne yaydığı
gülümsemeyi seğriyen dudakları zor zapt ediyordu. Yalnız bırakmasaydın, dedi.
Yutkundu. Asıl kendisiydi yalnız kalmak isteyen. Hâliyle beni etkilemek
istemiyordu. Doğru söylüyor, hepsi de işe yaramaz, kullanılamayacak şeyler,
dedi. Benimkisi de işte… diye içlendi, elini hafifçe boşlukta salladı. Halamın
yaşlandığının ilk kez farkına varıyordum.
Sonunda kendini tutamadı.
Gözyaşları kâlbimin üstüne bir
sağanak gibi indi birden.
Daha bir saat bekleyecektim
burada. Olduğum yerde oturup durmaktan omuzlarım ağrımıştı. Üstelik hiç
yapmadığımı yapmış, üç tane de gazete almıştım gelirken. Her üçünü de okuyup
bitirmiştim daha şimdiden. Gerçekle hiçbir ilgisi olmayan çarpıtılmış haberler
ve yorumları, uçuk, ukala ve emireri mantığı ile iğdiş edilmiş köşe yazıları...
Yıllar önce benim de onlardan biri olduğum gazete bağımlılarının ruh halini
benim kadar hiç kimsenin anlayabileceğini sanmam. İyi ki hergün bu gazetelerin
ağırlığı altında ezmiyordum artık kendimi. Onca çarpık, uçuk ukalalıkların
yapış yapış satır aralarında perişan olmuş bir halde dolaşıp duran, hepsine de
akıl yetirmeye çalışan zihinleri düşününce... Ne iyi etmiştim de kendimi gazete
okuma alışkanlığından kurtarmıştım. Oh, Tanrım, çok şükür. Bunca zaman sonra
bugün üç gazeteyi birden okumamın tek yararı bu olmuştu işte .
Ben böyle kendimi oyalayıp
dururken, sanki koskoca terminalde başka oturacak hiçbir yer kalmamış gibi beni,
biraz daha öteye git, dercesine iteleyerek gelip oturdu yanıma. Altında kalan
ceketimin ucunu çekip kurtarmaya
çalışarak dönüp baktığımda adeta burun buruna geldik. Tüylerim diken
diken oldu. Kıpkırmızı bir yüz ve o yüzdeki iki derin çukurdan birer kor
parçası gibi çıngılar saçan iki göz omuzbaşımdan, kaidesinin üzerinde yıllardır
duran bir heykel başı gibi gözlerimin içine bakıyordu, öylesine değil, bütün
yakıcılığıyla. Ürpermeden öte bir duyguyla titredim farkedilir bir biçimde,
söylemesi neden ayıp olsun, daha doğrusu korktum. Altımdaki metal oturağın
üzerinde kayarak çekilmeye çalıştım ve onun altında kalan ceketimin ucunu da
ancak o zaman kurtarabildim.
Korktuğumun farkedilip
farkedilmediğini anlamak için yanımızda ve karşımızda oturan insanların yüzlerine
bakmaya çalıştım, şöyle bir gözucuyla. Herkes yalnızca ona bakıyordu, benim
korkum kimsenin umurunda bile değildi, belki de normaldi, kim bilir benim
yerimde kim olsa, o yüzü ve o gözleri omuzbaşında birden bitivermiş ikinci bir
kafasındaymış gibi görünce korkardı, hatta çığlık bile atabilirdi. Neden sonra,
o kısacık zaman içinde terlediğimi farkettim. Mendilimi çıkardım, katlarını
açtım ve yaşlı insanları taklit edercesine alnımı, boynumu kuruladım. Bir
yandan da, az ilerimde yalnızca sıluk alıp veren bu insanın kıpırdamadan oturuşunu izliyordum
ilgisiz görünmeye çalışarak. Şimdi, ilk geldiği andaki etrafına korku salan o
hareketli, sinirli, dik ve sert tavrı kaybolmuştu birden. Başı omuzlarının
arasına gömülmüş ve yüzüne bir ürkeklikle sarmalanmış yorgunluk örtüsü
atılmıştı sanki. Dizlerine dayadığı dirseklerinin üzerine vücudunun ağırlığını
vermiş, ayaklarının arasında bizim göremediğimiz bir şeyleri izliyormuş gibi, o
ürkek ve yorgun örtünün ardından, ama yine üzerinde olan bütün gözlerin sahiplerinin
varlığını hiç umursamadan öylece oturuyordu.
Onu, ayaklarının arasında
seyredip durduğu o dünya ile başbaşa bırakırcasına, insanlar da kendi
dünyalarına dönerek aralarında konuşmaya başladılar. Nasıl olsa terminallerde,
tren istasyonlarında, oturmanın, dinlenmenin, kışın ısınmanın, yazın sıcaktan
kaçıp serinlemenin, hatta ayakkabılarını ceketine sarıp başının altında yastık
yaparak geceyi orada geçirip uyumanın, kısaca bu tür yerlere sığınmanın, ara
sıra görevliler tarafından azarlanmanın ve itilip kakılmanın dışında bir
bedelinin olmadığı için yolsuzun, arsızın, hırsızın, huysuzun yolu buralara çok
düşerdi. Onlar, buraların adeta ev halkından sayılırlardı. Onlar, şurada oturan
insanlar gibi birer yolcu değildirler, yalnızca gelip geçmezler bu mekanlardan.
Sık sık yolculuk yapanlar, bütün terminallerin ve tren istasyonlarının bu
türden sakinlerini şöyle böyle mutlaka tanırlar, en azından birçoklarına karşı
göz aşinalıkları vardır. Bu mekanların görevlileri, haylaz ve yaramaz
çocuklarıymış gibi onları adlarıyla çağırır, buralarda yaşamalarının bedeli
olarak temizlikten çaya, yemekten getir götür işlerine kadar daha birçok
işlerinin ardından, gece gündüz sağa sola koştururlar. Ne zaman, nasıl tepki
vereceklerini, hangi ses tonuyla çağrılmalarından anlayacaklarını, bunlardan
hangisine hangi işi yaptırabileceklerini de çok iyi bilirler. Kendilerine
söylenilen bir söz ve buyrulan bir iş karşısında, kimi zaman yan yan bakıp
uzaklaştıklarını, kimi zaman da görevlilere yaranmaya çalırcasına, nereden
çıktıklarını farkedemeyeceğiniz üç dört tanesinin birden koşuşarak ve bir işi
birbirlerinin elinden kaptıklarını da görürsünüz.
Orada oturan insanların hepsi ve
tabii ki ben de, bu adamı da onlardan birisi diye düşündüğümüz için ilk anda,
bize yaklaşmasından hissettiğimiz o
soğuk ürpertinin ardından, kısa sürede insani gamsızlığımızın geniş
alanındaki rahat havamıza kavuşmuştuk.
Ne var ki, bir insan varlığıyla karşısındakine her zaman batar. Hem de her
haliyle batar. Sizde onun batışını hissedebileceğiniz bir yer bulursa,
iyiliğiyle de kötülüğüyle de batar. Oturuşuyla, kalkışıyla, bütün
davranışlarıyla, hatta nefes alıp verişiyle bile batar. Çoğu zaman farketmesek
bile varlığı ile çevresine hep ürperti yayar, rahatsız eder, beni görün der.
Kendisini gösterir. Biz duymasak bile onun varlığının sesini, o bunu hep söyler
durur. Sonunda duyurur sesini.
Baktım, o da, neredeyse dizlerine
değen başı ve ayaklarının arasında neler görüp izliyorsa, oradan ayırmadığı
berelmiş gözleriyle, yani aramızdaki o varlığı ve sesi ile, biz duymasak bile
konuşuyordu sürekli. Bu adamın sesini, yani onun içinde yankılanan o sesi
duymak merakıyla uyandım.
Kim bilir, belki de o, ateş saçan
gözleriyle çimdikleyerek uyarmıştı beni.
(deneme örneği)
HAYAT-EDEBİYAT-SİYASET
İnsan,
kendi varoluşuna ve kendisiyle birlikte bütün varlığa nereden ve nasıl bakar?
Kendisinin ve varlığın anlamını, oluşumunu ve amacını nasıl ve nelerin
yardımıyla kavrar?
Bu
kavrayışı ona bir zorunluluk olarak hissettiren, bütün varlıkla, zamanla,
mekanla ilişkilerini anlamlandıran o derin aidiyet bilinciyle değil mi?
.
O bilinçle tanımlar ve
kavramsallaştırır. Kurar ve kurgular. Zihinsel ve duygusal, maddi ve manevi,
iyi ve kötü, güzel ve çirkin, dost ve düşman... gibi daha birçok insani özünün
tezahürü olan eylemleriyle bir dünya kurar, koskoca bir dünya. Kimi zaman
uğruna nice fedakarlıklarda bulunacağı, gözünü kırpmadan kanlar bile dökeceği
ve sımsıkı sarılacağı, kimi zaman da ondan kurtulmak için köşe bucak kaçacağı
bu dünyayı hayat olarak derisi gibi
sarınır sırtına. İnsanın bütün eylemi hayatının içinde ve aynı zamanda hayatı
içindir. Kozasını örer durur yalnızca; örme işlemi sürerken, eğer mahiyetinin
farkına daha baştan varamamışsa, çok basit bir oyunmuş gibi gelir ona bu koza, bu hayat. Oysa bütün karmaşıklığı
ve zorluğu da önüne sürülen bu oyunun
basitliğinde gizlenmiştir. Onu kendi doğal birliği, bütünlüğü ve anlam bağlamı
içinde yaşamaya ve anlamaya çalışmak, insanın her zaman üstesinden kolaylıkla
gelebildiği bir şey değildir. Onun bu doğal birliğini dağıtıp, her şeyi ayrı
bir amaçlılık içinde ve tek tek aldığımızda yaşamayı bir yük haline getiririz.
Bu basit, zor ve karmaşık oyunun ince
dokusunu anlamak ve çözmek için üzerine eğildikçe, insan, daha ne denli keskin
bir bakışa, duygularının, düşüncelerinin işlenmiş ve inceltilmiş öncülüğüne,
yol göstericiliğine ihtiyacı olduğunu görür. Arar, bulur ve kaybeder. Yeniden arar, bulur ve yeniden
kaybeder.
Sürekli yeni yöntemler keşfeder: Söz, yazı,
fırça, nota; edebiyat, sanat, siyaset, heykel, mimari; savaş, barış, devrim,
uzlaşma... hepsi de oyunun, onun
hayatının içinde ve hayatı içindir.
.
Oyunun
ciddiyeti kavrandığında, bütünlük bilinci de, kaçınılmaz olarak, insanın
eylemliliğinin ve varlık karşısındaki konumunun ve sorumluluğunun belirleyicisi
olur. Bütünün eklemlenme yerlerindeki uyumu ve bu uyumun gerekliliğini daha
açık seçik görebilir o zaman. Her şey, her durum ve olay en ince ilmeklerle
birbirine nasıl da bağlı ve biri diğerinin öbür yüzüdür. Öyle sermestem ki idrak etmezem dünya nedir, dediğinde bu bütünlük
bilincine ulaşır ve bütün yüzleri görür. Bütün düşüncelerin ve eylemlerin
buluşma ve ayrışma noktaları da bu
bütünlük bilincindedir. Yapmayı da yıkmayı da, saçmayı da anlamı da işte bu
bütünlük bilincinde ve kavrayışında bulabiliriz.
İnsan, bu bütünlüğü hazır bulduğu gibi, onu
kavrama bilincini de hazır bulmaz kuşkusuz, sınanarak ulaşır ona ya da
ulaşamaz. Bu sonuç, insanın tek tek bütün eylemlerindeki kendisinin bilincinde
olma halini de belirler. Bütünlüğün farkında olan, orada kendisini besleyen
damarı görebilen her insani eylem, kendisi olmayı da başarır. Kendisi var,
çünkü hemen yanıbaşında kendisinin varlığını görünür kılan, kendisinin ona,
onun da kendisine kaçınılmaz bir biçimde ihtiyaç duyduğu bir başkası da var.
İnsan, bir ya da birçok iş yaparak, eylemde
bulunarak yaşar hayatı. Bu anlamda
hayat, hem edilgen hem de etkendir. İnsanın eylemleriyle biçimlenirken, bir
yandan da onları biçimlendirir. Hem kuşatır hem de kuşatılır. Kimi zaman
harcanmış bir hayat, kimi zaman da acımasız bir hayat olur. İnsan, çoğunlukla,
hayattan hiçbir şey anlamadığı için ellerini açıp yakınır çaresizlikle;
sanki, onu ihtirasları ve erdemleriyle
kendisi biçimlendirmemiş gibi. Nereden baktığını ve bakacağını şaşırır.
.
Görmek istediği ile birebir ilişkilidir
insanın baktığı yer. Sanattan, edebiyattan, siyasetten, dinden, ekonomiden...
bakar. Bütünlük ve varoluş bilinci,
hayatın, varlığın amacına açılan damarların hepsinden birden bakabilecek
bir açının oluşumunu gerçekleştirmeyi ve ona ulaşma çabasını gerektirir.
Ayrıştırılamaz uyumdan geriye kalan bir hayatta, her eylem, bütünlüğe bir
katkıdır; edebiyat da, sanat da, siyaset de...
Ne ki, bunun her zaman böyle gerçekleştiğini
söylemek hiç de kolay değildir. Genel olarak insanların hayatları için böyle
olduğu gibi, edebiyat tarihi ve siyasal tarih için de böyledir. Gerekenin,
gerektiği gibi gerçekleştiği her zaman mümkün olmuyor; insanın hayıflandığı da
bu değil mi?
Hayatın, insanın bütün eylemlerini, elbette
siyaseti ve edebiyatı da beslemesi, anlamlandırması gerektiği konusundaki
önkabulü, hiçbir sanatçı ve siyasetçi görmezden gelemez. Edebiyatın hayatı ve
siyaseti; siyasetin de hayatı ve edebiyatı besleyici birer kaynak olduğu
gerçeği de bir güzel düşünce ve
gereklilik olarak kabul görür.
Hayatımızdaki her eylemin kendi tabiatına
uygun gerçekleşmesi, onun kendi olabilmesinin de ilk ve tek koşuludur elbette.
Özellikle sözkonusu ettiğimiz edebiyat ve siyaset için de böyledir kuşkusuz.
Herbirisi kendi dili ve halince konuşur ve gerçekleşir. Hayatın kendisi bir
edebiyat metni değildir; bir edebiyat metninin de hayat olmadığı gibi.
Hayatımızdaki doğal siyaset dokusu siyasallaştırıldığında, hayat olmaktan
çıkar, çekilmez ve yaşanmaz bir hal alır; siyasi damarları tıkanmış bir hayatın
yaşanmaz ve çekilmez oluşu gibi. Hayatın sıcaklığına ve doğallığına, siyasal
işlevselliğe ve sorunsala yabancılaşmış bir edebiyat, nasıl çoğaltılmış bir söz
yığını olarak kalır ve zamanla ışıltısını kaybedip yok olursa, kendi
tabiatındaki sıcaklıkla, gerçeklikle ve siyasal dokuyla yetinmeyerek
siyasallaşan edebiyat da, yarına bir edebiyat
olarak kalamaz. Hiçbir insani eylem, bir başkası için kullanılmak durumunda
olmamalı ve harcanmamalıdır. Ancak o zaman kendince ve işlevsel olacaktır.
Yinelemek gerekirse, örneğine çok az rastlanan
ve çok az gerçekleştirilen bir durum bu. Yalnızca gerçekleşiş biçimiyle de
ilgili değil, hayata, edebiyata ve siyasal eylemlere dönüp bakıldığında, onları
okuma biçimleri, nasıl okunduklarıyla da ilgili bir durum bu. Bizim edebiyat ve
siyaset birikimimizin değerlendirilişinde de bu konuda birbirinden çok farklı
bakış açılarının olduğunu görürüz. Divan şiirinin bağlanmışlığı iddiaları ile onun ulaştığı sanat ve edebiyat düzeyi
arasındaki açı farkı bu durumun somut bir örnedir. Tanzimatla birlikte başlayan
süreçte edebiyatın, siyasetin ve de hayatın, kendi doğaları dışında nasıl birer görev üstlendikleri, bu görev almanın
cumhuriyet dönemi boyunca çığırından çıkarak tam anlamıyla tetikçiliğe
dönüştüğü, sözkonusu tarihsel süreçlerin okunması ve üzerinde düşünülmesi
açısından ayrıca dikkate değer olmalı.
.
Hece dergisinin elinizdeki sekizinci özel
sayısı, bu sorun çerçevesinde oluştu. Hayat-Edebiyat-Siyaset kavramları
bağlamında hayatımıza, edebiyatımıza ve siyasal serüvenimize bakmaya çalıştık.
Daha önceki özel sayılarımızın deneyiminden elde ettiğimiz birikim, bu sayımıza
da yansıdı. Başarılı olduğunu ve beğenecenizi umduğumuz bir özel sayı sunuyoruz
sizlere. Proğramının hazırlanmasından düzeltisine ve postaya verilmesine kadar
her aşamada emeği geçen bütün arkadaşlarımıza teşekkür ederiz. 2005 yılındaki
özel sayılarımız ve her ay daha dolu ve daha güzel HECE, HECEÖYKÜ dergileri,
birbirinden değerli Hece Yayınlarıyla ilişkimizin sürmesini diliyoruz.
Hoşça kalın.
HECE KURGUSAL GERÇEKLİK VE GERÇEKÇİLİK |
Resimden müziğe, fotoğraftan sinemaya ve
roman, şiir, öykü, tiyatro... gibi edebiyatın bütün türlerinde gerçekçilik
kavramı, kavramın, görsel/yazınsal açılımları ve uygulamaları üzerinde,
yalnızca bizim edebiyatımızda değil, bütün dünya edebiyatında, neredeyse
edebiyat tarihi kadar eski bir geçmişi olan bu tartışmalar, bugün de değişik
boyutlarda sürmektedir. Bunca uzun zamandan beri sürüp gelen, kuşkusuz insan
sanat yapmaya, yazmaya, üretmeye devam ettiği sürece de sürüp gidecek olan bu
gerçekçilik tartışmalarının temelinde yatan sorunu ve soruyu; yaşadığımız
hayatın bizi sarıp sarmalayan, bazan acıtan ve bazan da mutlu eden çıplak
gerçeğinin, sanatsal gerçekliğe nasıl dönüştürülmesi gerektiği ya da
dönüştürülüp dönüştürülemeyeceği noktasından görmek ve ele almak gerekir. Şöye
de sorulabilir bu soru elbette; sanatın gerçekliği, ne kadar gerçekçiliktir?
Bütün bu ve benzer sorular bizi; sanat nedir, hayat nedir; yaşayan ve sanat
yapan varlık olarak insan nedir; insan sanatla niçin, nasıl ve ne yapmak ister;
sanat karşısında ve hayatın içinde insanın işlevi nedir; evreni bir bütün
olarak görmeye çalıştığımızda varlık ve oluş nedir?... Elbette bu ve benzer
soruları ilk kez biz sormuyoruz; gerçekçiliği ilk kez bugün bizim
tartışmadığımız gibi.
Gerçek, gerçekçi, gerçekçilik sözcüklerinin
sözlüklerdeki anlamlarına baktığımızda, sanat ve sanatsal kurgunun varoluş
anlamını ve sanatçıya sunduğu imkan alanlarını daraltıcı bir genişleme ve
somutlaşma karekteri belirttiğini görürüz: Dış alemin, şuurdan bağımsız bir
varlığa sahip olduğunu, eşyayı ve olayları oldukları, göründükleri gibi ifade
etmeyi esas almayı, gerçekleri olduğu gibi kabul edip, onun karşısında hayale
kapılmadan hareket etme ve ona göre davranma... Görüldüğü gibi bu tanımlar,
sanatsal kurgunun tam da inkişaf edeceği alanları sınırlamaya çalışıyor. Genel
olarak sanatsal gerçeklik ve kurgu, özel olarak da öyküsel gerçeklik ve kurgu,
dış dünyanın, eşyanın, olayların, hayatın gerçekçiliğini olduğu gibi kabul
etmeyip, dönüştürerek yeniden kendi sanatsal gerçekliği içinde kurgular.
Hayatın gerçekçiliğini bozabildiğinde, onu yeniden üreterek sanatsal gerçekliği
başardığında ancak sanat olabilir. Bu bozmayı ve yeniden üretmeyi
başaramadığında ise hayattaki gerçeklerin soğuk, sevimsiz, zevksiz, sanatsal ve
estetik açıdan hiçbir şey ifade etmeyen bir tekrarı, hatta bir fotokopisi olur.
Genelde sanatsal gerçeklik ve kurgu, özelde de öyküsel gerçeklik ve kurgu, ne
denli benzeşirse benzeşsin, yaşanılmış bir hayatı sunmaz bize. Onun bize
sunduğu, yaşanılası, hatta imrenilesi bir hayattır. İnsan, böylesi bir hayatın
estetik tadı için sanata ihtiyaç duyar; en güzel, en unutulmaz haliyle bile
olsa, yaşadığını bir kez daha tekrar etmek için değil. Sözlüklerdeki
gerçekçilik tanımlarının tersine, insan, hayallere kapılarak ve duyularla kurar
o yaşanılası gerçekliği. Öyküsel gerçekliğin, hayata yakın durma, örtüşme,
sadık kalma duygusu uyandıran gücü ve etkisi de yine buradan kaynaklanır; yani
sanatın, tahkiyenin, insani içörgünün bütünlüğünden beslenmesinden. Başarılmış
olan bu öyküsel/kurgusal gerçeklik, Flaubert’in deyişiyle, yazıya dökülmüş gerçeklik’tir; yani, yazılmış olan hayattır.
Kurgusal bir metin karşısında insanların, gösterdikleri tepkiler, estetik
duyarlılık, anlama, taktir etme, farketmeden geçip gitme... gibi ortaya
koydukları tavır, onların hayat karşısındaki kavrayış, anlayış ve genel olarak
duruşlarının da göstergesidir. Kurgusal gerçekliğin inceliklerini, ulaştığı
içörgüyü farkedemeyen insan, hayatın gerçeklerini de çoğu zaman farkedemeden
üstünkörü yaşar. Bu anlamda kurgusal/öyküsel gerçeklik, hayatın gerçekçiliğinin
dokusal örgüsünün inceliklerini de görmemizi sağlar.
Günümüz öykücülüğünün gerçekçilik sorununu
konuşurken, çalkantılar içinde adeta el yordamıyla ilerleyen toplumsal, siyasal
ve edebiyat tarihimizin temel belirleyicilerini, her alanın kendi dışından
yönlendiricilerini gözönünde buludurmak gereği unutulmamalı kuşkusuz.
Edebiyatımızın, tabii öykümüzün de, yazınsal, sanatsal, kültürel kimliğini,
işlevini ve yönelimlerini, edebiyat tarihimiz boyunca, hemen her alanda olduğu
gibi siyasal yönelimler, görevlerdirmeler, hatta baskılar belirlemiştir. Bu
genel yargımızın ve görünümün dışında kalan örnek eser ve yazarların her
dönemde var olduğunu da anmak gerekir.
Öykümüzün yaklaşık yüz elli yıllık tarihinin
başlangıç yılları olan Tanzimat Edebiyatının adlandırılması bile siyasal bir
adlandırmadır. Dönem boyunca da Batılaşmanın, batılı değerlerin ve hayat
anlayışının yerli misyoneri görevini üstlenmiştir çoğunlukla. Bir edebiyat,
şiir, öykü, roman... olduğunun bilincine varması için çok uzun yılların geçmesi
gerekmiştir. Edebiyatın, tabii öykünün de, siyasal manipülasyonu Cumhuriyet
dönemi boyunca da sürmüş, gönüllü gönülsüz birçok yazarın katıldığı, sanatsal
ve edebiyat gerçekliği ile hiçbir ilişkisi olmayan bir inkılap edebiyatı
oluşmuştur. Kırklı yıllardan itibaren başlayan toplumcu gerçekçi edebiyatın köy
edebiyatı ve işçi edebiyatı uçları, yine edebiyatın sanatsal/ kurgusal
gerçekliğinden uzak yalnızca devrimci görevler üstlenen bağlanmışlığının,
edebiyatımızın yararına olduğunu söylemek zor olsa gerek. Bunun yanında Türk
tarihinin, Türklük gurur ve şuuru ile tarihsel gerçekliklerin yazıya
geçirilmesi, dini geçmişin ve duyarlılıkların hidayet romanları ve öykülerine
malzeme edilmesi de, aynı şekilde edebiyat gerçekliğinden uzak birer yazılı
misyonerlik faaliyeti olmaktan öteye geçememiştir. Ardı ardına darbelerin
yaşandığı dönemler boyunca da, bir yandan hapishane gerçekçiliğinin çilekeş
kahramanlık edebiyatı, bir yandan da itirafçı dilin geliştirip meşrulaştırdığı
kaçış ve vazgeçiş edebiyatı, edebiyatımızın, tabii öykümüzün de ulaşması
gereken kurgusal ve sanatsal gerçeklik düzeyini geciktirmiştir. Bunlara, ellili
yıllardan itibaren başlayan kendi toprağına, kendi iklimine, kendi insanına ait
olmayan yabancı, yapay bunalım edebiyatını, iğreti, felsefesi olmayan nihilist
eğilimleri ve postmodern aidiyetsizliği, odaksızlığı, hakikatsizliği de eklemek
gerekir.
Bütün bunları, sanki bugün düzeyli bir Türk
edebiyatı ve öykücülüğü yokmuş ve de oluşmamış kanaati uyandırmak için ardı
ardına sayıp dökmedim. Tersine, edebiyat ve sanat dışı yaklaşımlar ve
etkenlerle oluşturulan pazarda gözetilen değerlerin, asıl edebiyat eserlerini
bir süre geri plana itse bile uzun zaman saklayamayacağının, yüceltmeye çalıştıklarını
da, haksızlık etmeyen zamanın eleğinden kurtaramayacağının altını çizmek için
hatırlatmak istedim.Gerçek sanat ve edebiyat ölçüleriyle yaklaşanlar için, her
şeye karşın, Türk öykücülüğü, kendi doğal kurgusal/sanatsal gerçekliğini,
tarihsel gerçekçilik, toplumcu gerçekçilik, köy gerçekçiliği, gözlemci
gerçekçilik, sosyal gerçekçilik, devrimci gerçekçilik, büyülü gerçekçilik...
gibi düşüncelerden ve deneyimlerden de yararlanarak her geçen gün biraz daha
bütüncül bir yaklaşımla kurmaktadır. Görece olarak da söylense, bugün Türk
öykücülüğü, kendi yüz elli yıllık tarihinde farkedilebilir derecede bir
hareketlilik yaşıyor. Hem yazılan öykülerle, hem öykü eleştirileri, hem de öykü
yayını ile kendisini arındırdığını, geliştirdiğini ve önünü açtığını söylemek
mümkün. Edebiyat dışı bağlantılardan kurtuldukça, öykümüz hem daha işlevsel
olacak hem de soluğu genişleyecektir. Türk romanının ve şiirinin bugünkü
durumunu belirleyen kimi yanlışlıkları ve kendi doğasına yabancılaşma
belirtilerini taşısa da, öykümüz bir yükseliş dönemini yaşıyor.
|
KIBLE
BİLİNCİ
HİKÂYE
ANLATICISI
‘İnsanlardaki
doğal hüzün,
onları hikâye
anlatıcısı
yapmaktadır.’
Peter Bichsel
A
Anlatıcının, sözlü
gelenekten bugüne, efsanelerde, masallarda, halk hikâyelerinde,
romanın hikâyesinde, öykünün hikâyesinde, yer alış biçimleri ve
işlevleri ne denli değişik olursa olsun, anlatılan hikâyenin en
etkin ve hâkim unsuru, dilin tecessüm etmiş hâli olarak hep var olduğunu
görürüz. Tahkiyenin modernleşme sürecinde, anlatıcı, anlattığı
hikâye içindeki birçok özelliğini ve işlevini yitirmesine karşın,
yeni, değişik işlevler ve özellikler de kazanarak klasik metinlerde
olduğundan farklı bir konuma geçmiş ve bugün öykü ve roman tekniği
ile ilgili bir terim olmuştur.
Her hikâye,
mutlaka bir anlatıcıya ihtiyaç duyar. Anlatıcısı ile karşılaşmamış
hikâyenin varlığından bize ne. Bu açıdan öykünün de, romanın da kurgusal
bütünlüğünü derleyip toparlayan ve bir başka insana sunan asıl figür
anlatıcıdır. Romanın ve öykünün kurgusal hikâyesinin iskeletini
canlandıran, yürütendir anlatıcı. Bizi, önümüzdeki metnin hikâyesinden
haberdar eder, elimizden tutup hikâyenin içerisine çeker ve metnin
dünyasında dolaştırır, onun ardından, anlaşılmaz bir tutkuyla, izi
üzerinde onu izler gideriz sürekli. ‘Kurgulu metnin katılımcılarından
olan anlatıcı, metnin sesidir; bunu genelleştirerek bütün haber
pançaları için de düşünebiliriz. Yani, aktarılan her haber parçası
için karşımıza çıkan ve ilk önce sesini duyduğumuz figür ‘aktarıcı’dır.
O, ancak, okuyucunun metnin bütününden hareketle çıkardığı bir yapı
unsuru olarak düşünülür.’ (Y. Demir, s. 31) Âdem’in öyküsünden bugün
yazılan son öyküye dek bütün metinlerdeki bu anlatıcı sesin geçmişine
dikkat çekerken Forster şöyle der: ’Öykünün geçmişi çok eskidir; neolitik,
belki de paleolitik çağlara değin uzanır. Kafatasının biçimine
bakılırsa, neandertal adam da birçok öykü dinlemiş.’ Onun sesinde
ve dilinde, kendi öykümüz bile çok değişik, şaşırtıcı gelir ve sanki
bizim uzağımızda olup bitmiş bir olayın anlatılışı gibi ilgimizi
çeker. Anlatıcı, en uzak hayatların hikâyesini bile onların en yakını
olan birisi gibi anlatır. Efsanelerde, destanlarda, masallarda,
halk hikâyelerinde, öykülerde ve romanlarda, ‘okuyucunun kulağına
ilk önce onun sesi ulaşır ve okuyucu, onun sıcak çağrılarıyla anlatı
dünyasına yönelir.’ (M. Tekin) Ondan dinlediğimiz/okuduğumuz hikâyenin
ve hayatın künhüne vâkıf olmak için yine onun sesine kulak veririz.
Bir öykünün
ya da romanın anlatıcısı, hikâyeyi bize anlatan kişi olarak metnin
içinde değişik konumlarda ve görevlerde karşımıza çıkabilir. ‘Anlatıcı,
bütün olan biteni, kişileri, davranışlarını, düşünce, duygu ve hayallerini,
çevreyi, mekanı, zamanı; kısaca her şeyi okuyucuya aktaran, sunan
kişidir. Anlatıcı, kurmaca dünyada geçen olayları kendi isteğine,
özel tercihlerine, beğenisine ve imkânlarına göre aktarır. Anlatıcı,
olayları aktarırken ya da kişileri sunarken öznel ya da nesnel davranabilir.’
(N. Çetin) Bu konumuyla yazardan
daha önde, özgür ve metne daha hâkim görünen anlatıcı, kimi zaman
bir kahramanın, kimi zaman dışarıdan bir kişinin, kimi zaman da yazarın
dilini kullanarak hikâyeyi anlatır. Edebiyatın modernleşme sürecinde,
öykü ve romandaki anlatıcının, metin içindeki konumu ve işlevine
ilişkin incelemeler, önemlerine ve duruşlarına göre yapılan tanımlamalar,
onun, hem hikâye, hem yazar hem de okur
açısından anlamının ve anlaşılmasının zenginleşmesini sağlamıştır.
Anlatıcı, metinde takındığı tutum itibariyle; Gözlemci anlatıcı,
nesnel tutumlu gözlemci anlatıcı, öznel tutumlu gözlemci anlatıcı,
Tanrısal konumlu gözlemci anlatıcı -hâkim anlatıcı, omniscient
anlatıcı, üst anlatıcı, tümbilir anlatıcı, tanrıyazar anlatıcı-,
Özne anlatıcı (kuran ve anlatan) -kahraman anlatıcı, tanık anlatıcı,
birinci kişi anlatıcı, benanlatıcı, first person-, özdeş özne ve
ayrışmış özne anlatıcı, Çoğul anlatıcı...(N. Çetin) gibi tipolojik
ayrımlara ve tanımlara tabi tutulmuştur. Bu anlatıcı tiplerinin
kimi incelemelerde; anlattıkları öykünün dışında kalan anlatıcılar
-el öyküsel anlatıcılar-, anlattıkları öykünün içinde yer alan anlatıcılar
-öz öyküsel anlatıcılar- (A. Karaca); kimi incelemelerde ise; Birinci
tekil kişi -Ben-, Üçüncü tekil kişi -O-, İkinci çoğul kişi -Siz- anlatıcı
(M. Tekin) gibi tanımlamalarla anılarak önemleri ve işlevleri anlatılmaya
ve anlaşılmaya çalışılmıştır.
•
Anlatıcının,
yazınsal ve teknik bir kavram olarak edebiyat tarihi içinde birçok
incelemeci ve eleştirmen tarafından değişik açılardan incelenmesine
ve tanımlanmasına karşın, onu, belki de ilk kez, teknik bir kavram oluşunun
yanında, hattâ dışında, farklı bir okumaya tabi tutan, bizi de, aynı
kavramsallaştırmasıyla, hem ontolojik hem de kendi kültür dokumuz
ve duyarlığımız açısından farklı bir okumaya ve düşünmeye çağıran
Walter Benjamin’in, Hikâye Anlatıcısı adlı yazısı, hem sorunu kavrayışı,
hem düşünsel izleği hem de öne sürdüğü savları itibariyle bu konuda
önemli bir kaynak metin olarak önümüzde durmaktadır. Benjamin’in sözünü
ettiğimiz Hikâye Anlatıcısı adlı metni, ana izleği, sağladığı
düşünce ve anlam imkânları itibariyle, teknik kaygılardan öte bir
yaklaşımla incelenmeli ve okunmalıdır. Benjamin
bu metnini, Rus hikâye anlatıcısı Nikolay Leskov’un hikâyelerinde
gördüğü anlatıcı özelliklerinden ve düşüncelerinden hareket ederek
kurar. Bu hikâyelerdeki anlatıcı tipinin ve dilinin ne denli uzaklarda
kaldığını âdeta hasretle anar ve Nikolay Leskov’u anmanın o anlatıcı
tipini, ne yazık ki daha da uzaklaştırdığını belirtir: ’Bir şeyi layıkıyla
hikâye edebilen insanlara gittikçe daha az rastlıyoruz artık.’
der. Elbette burada, sözlü tahkiye geleneğindeki anlatıcının,
anlatılara kazandırdıklarının üzerinden konuşuyor Benjamin:
‘Sanki kesinlikle bizim olan, kaybetmeyeceğimizden emin olduğumuz
melekelerimizden biri, deneyimlerimizi paylaşma yeteneğimiz
elimizden alınmış gibi.’ Benjamin’e göre, insanlığın bu deneyim yeteneğinin
değer kaybedişi dipsiz bir uçuruma düşercesine sürmektedir. Ona
göre bütün hikâye anlatıcıları, insanların deneyimlerinin -sımsıcak
hayatın- ağızdan ağıza aktarılışıyla oluşan şifahî kaynağından
beslenir. ‘Hikâyeleri yazıya geçirenler arasında en büyük olanlar
da, adı sanı bilinmeyen sayısız hikâyecinin anlattıklarına en sadık
kalanlardır.’ Benjamin’in bu cümlesinin ardından, Nikolay Leskov’un
hayatının, düşüncelerinin, hikâye dünyasının bilinmesinde ve
bizim edebiyatımızdan da ünü ve etkileri itibariyle en yakın bir
örnek olarak Yaşar Kemal’in öykü ve romanlarının hatırlanmasında
yarar var elbette. Benjamin’in baktığı yerden, hikâye anlatıcısı,
gerçek hayatın dokusuna nüfuz edebilen akıllı ve bilge bir kişidir.
Onun, en başta andığımız üzüntüsü de; hikâye anlatma sanatı, tam da
bilgelik, yani hakikatin destansı boyutu öldüğü ve ortadan kalktığı
içindir: ’Hikâye anlatıcısı, hayatının fitilinin, hikâyesinin
tatlı alevinde yanıp yok olmasına izin veren adamdır... Dürüst adamın
kendisiyle yüzleştiği kişidir o.’
•
Hikâye anlatıcısı olmasaydı
ne olurdu?
Hikâye anlatıcısı kavramını,
teknik anlamının dışında bir de böyle bir soruya cevap arayarak okuyabiliriz.
Her hâlde, varlığın oluşu ve serüveni üzerine yeterince düşünemez,
en azından düşünme imkânını, yolunu ve yöntemini gereği gibi bulamaz
ve gereği gibi de bütünüyle değerlendiremezdik. Hikâyemizden haberimiz
olmazdı. Hikâyemizi kimden dinleyecektik o zaman? Kendi hikâyemizi,
ağzının içine bakarak dinlediğimiz hikâye anlatıcısının bizim
üzerimizde ne denli etkili olduğunu farketmesek bile, onun anlattıklarında
ve dilinde, her zaman kendi hikâyemizi tamamlayan parçalar ve tatlar
buluruz. Yine onun diliyle başkalarının hikâyelerinin de bizim
hikâyemizle tamamlandığına tanık oluruz.
Hikâye anlatıcısı, kim olursa
olsun, hangi tekil ya da çoğul kişi olarak konuşursa konuşsun, metnin
içinde veya dışında bulunsun, alt ya da üst anlatıcı olsun, bir çamur
parçası hâlinde uzatılarak kendisine ruh üflenen Âdem’in, onun eğe
kemiğinden yaratılan Havva’nın, onların cennetteki sınavlarının
ve insanoğlunun işte böyle başlayan o meşakkatli ve tatlı dünya maceralarının,
düşüşlerinin, kalkışlarının, şeytanla melek arasındaki gelip gidişlerinin,
iç dünyalarında gizledikleri ve gizleyemedikleri bütün erdemlerinin
ve erdemsizliklerinin hiç bitmeyen hikâyesini, bize birbiriyle
pek ilgisi yokmuş gibi de gelse, ince ince ilmeklerle ve içdikişlerle
birbirine bağlayarak ve yine hiç bitmeyecek sonsuz bir hikâye olarak
kurar ve anlatır. Hikâye anlatıcısı, bir hikmet, bilgi ve duyarlılık
dili ve kişiliği ile beraber, oluşla birlikte, onun hikâyesini anlatmakla
görevli, sözlü ya da yazılı bütün hikâyelerin anlatıcısı olarak
her zaman, her yerde söz alır. Aslında bütün hikâyelerin kahramanı
olan insan, bir yanıyla da, hem hikâye anlatıcısı hem de hikâye dinleyicisi
ve okuyucusu değil mi? İnsan, zaten oluşun hikâyesine bitişik bir
tanık olarak yaşamıyor mu aynı zamanda?
Evet, hikâye
anlatıcısı olmasaydı ne olurdu? Hikâye ve hikâye anlatıcısı kavramlarını
yalnızca bir edebiyat türüne ait teknik kavramlar olarak aldığımızda
ve anladığımızda, böyle bir soru cümlesi, kuşkusuz abartılı ve olduğundan
fazla iddialı bulunabilir. Ama yaratılışın hikâyesi ve bu hikâyenin
anlatılışı ve anlatıcısı bağlamında bir ontolojik kavramsallaştırma
ve anlama çabasına girişildiğinde ve bu çabanın imkânları ve açılımı,
derinliğine ve genişliğine irdelenmeye çalışıldığında, hikâye
anlatıcısının bize sunduğu dil imkânı, bilinç ve ruh inşirahı, kısaca,
ne yapmaya çalışmamız gerektiğinin en temelden kavranışı, sanırım
çok daha iyi görülecektir. Bu da abartılı bir yaklaşım değil mi peki?
Öyle sanıyorum ki değil. En azından
öyle olmadığını düşünüyorum. Tersi bir durum sözkonusu olsaydı,
bütünüyle varlığın, özelde de insanın varoluş bağlamında mevzilendirilişini
ve bu mevzilendirilişin kurgusal yapısını, amacını ve bütünlüğünü
tutarlı bir biçimde anlamlandırmak nasıl mümkün olabilirdi? O zaman,
bütün uçları ve sınırları belirginleştiren, anlam değil de, doğal
olarak saçma olmaz mıydı?
Öyküyle ve
öykü yazarıyla ilgili olarak bir yerde konuşurken, öykü yazarının
kulağının kün emrine âşina olması gerektiğini söylemiştim. Bu düşüncemi,
hikâye anlatıcısı için de yinelemek isterim. Kün emrinin sesinden
tınılar taşıyan bir hikâye anlatıcısının sesindeki doku ve anlattığı
hikâyelerin dinleyicide/okuyucuda sağladığı ruhsal inşirah, daha
ilk anda bile farkedilebilecek kadar, onun insanî öze çok yakın bir
yerden konuştuğunu göstermeye yeter. Bizi çekim alanına alıverir
birden. Çarptığını memnuniyetle
hissederiz. Onu bir anlatıcıdan dinlediğimizi/okuduğumuzu da
unutur, sımsıcak bir hikâye bu, deriz. Bize anlattığı hikâyenin
içinde ya da ardında kaybolan ve böylece hikâyesini öne çıkaran,
onun katlarını bir bir açarak bizi sarıp sarmalayan hikâye anlatıcısı,
o çok âşina olduğu kün emrinin sesinin gereğini de bilmiş demektir.
Kuşkusuz,
hikâye anlatıcısına ve de öykücüye, anlatacağı ya da yazacağı
konular önermiyorum. Böyle bir şey, elbette, bütünüyle tahkiye sanatının
ve tekniğinin dışından bir müdahale olurdu ona. Bir tahkiye metninde
anlatılan ne olursa olsun, anlatıcının bakışı, dili ve sesi, sözünü
ettiğim âşinalığın gereğini yerine getiriyorsa, o hikâyenin ve
anlatıcının elinden yakamızı kolay kolay kurtaramayız: İşte bu
hikâyedir, bu da hikâye anlatıcısı, deriz.
Bütün yazı
ve dil uçlarının, sınırlarının ve işaretlerinin kaybolduğunun ve
yuvarlaklaştığının, hattâ bütün metinlerin hünsa ortak paydasında
birleştirildiğinin sanıldığı bir yazı ve söz egemenliğinin tozu
dumanı arasında, böyle bir izleğin gerekliliğini daha çok önemsiyorum.
Böyle bir izlek üzerinde yol alan hikâye anlatıcısı, hikâyeyi anlatırken/yazarken,
kanı ve canıyla hayatın kendisini anlatır. Yaşanılmamış bile olsa,
anlatılan hikâye de, hayat da bizim için son derece yaşanılırdır,
hattâ yaşadığımızı düşündüğümüzün ta kendisidir; yani, tam anlamıyla,
kurgusal bir tahkiye metni. Belki de Oscar Wilde, tam da buradan konuşarak
o bilinen sözünü söylüyor; ‘Çoğu kez sanat yaşamı değil, yaşam sanatı
taklit eder.’ Hemen hepimiz, işte bu bağlamda hayatın kendisini
aşan böyle pek çok hikâyeye tanık olmuşuzdur. Soruna buradan bakılıp
üzerinde düşünüldüğünde, anlatının kendisi, anlatıcıdan da anlatılandan
önde gelebilir.
Kur’an’da,
insanın, gerek iç dünyasının, gerekse dış dünyanın koşullarının
etkisiyle, dünya serüveninin dalgalanmaları, çatışmaları, ruhsal
huzursuzluğu… gibi durumlarda bir hikâye ile uyarılması ve anlatıcıya;
‘Öyleyse, bu kıssayı anlat, ki belki derin derin düşünürler.’ denilmesiyle,
yalnızca dinî bir uyarı olmanın ötesinde, insanın iç dünyasına girilebilecek
kapıların ve bu kapıların anahtarlarının gösterilmesi açısından
da, hikâyenin ve hikâye anlatıcısının kavramsal bağlamdaki imkânlarına
işaret ediliyor olmalı. Elbette, bir edebiyat metninde mesaj olmalı
mı, olmamalı mı gibi bir tartışmanın çok uzağında bir yaklaşımla
böyle bir bağlamı aramayı önerdiğim gözardı edilmiyordur. Bu bağlam,
bütünüyle insanın hikâyesinin ve bütün zamanlar boyunca da bu hikâyenin
açılımının ve anlatıcısının, o temel kurguyu derinden derine
ayakta tutan içselleşmiş bir ilikten beslenerek sürdürülebilmesini
sağlayabilir bize. Yalnızca tahkiye dilinin, bütün yönleriyle
birlikte insanın tabiatındaki girift gizin ve karmaşanın, çatışmaya,
bir uçtan bir uca savrulmaya hazır, kötülüğün de iyiliğin de üstesinden
gelebilecek yapının en ince kıvrımlarını bize açabilme imkânına
sahip olduğunu ve hikâye anlatıcısının bu imkânı daha en başta
görmesi gerektiğini, bunun da ancak sözünü ettiğim bağlamın farkında
olarak başarılabileceğini belirtmeye çalışıyorum.
Şiir dilinin
iğvaya açık ve yakın, bilim dilinin de hakikate mesafeli duruşu/oluşu,
tahkiye dilinde işaret etmeye çalıştığımız oluşla birlikte bize
gelişinin imkânı, kıssadan masala ve destana, hikâyeden öyküye
ve romana iyi değerlendirildiğinde, hikâye anlatıcısının da işlevi
yerli yerine oturacaktır. Bütün dinlerde, efsanelerde ve yaratılışla
ilgili felsefî metinlerde, yaratılışın bir hikâyesi vardır. İşte
bu hikâyeler, özün üzerinde incecik ve sayısız katlar hâlinde örtülmüş
olarak dururlar ve hikâye anlatıcıları da, kavrayışlarının ve ustalıklarının
elverdiği kadar bu örtüleri bir bir kaldırmaya, katlarını açmaya
çalışırlar. Hemen hepsi de, birer insan merkezli sorunsal yaklaşımlar
şeklinde ele alınır. Hikâye anlatıcısı hep anlatır ama, özün üzerindeki
örtülerin her birerlerini kaldırıp da hâlâ bitmediğini gördükçe,
öze nüfuz etme arzusu kabarır. Bunun farkına vardıkça, dilinin ve
bakışının sürekli incelmesi gerektiğini anlar; bu çizgiye sadık
kaldıça, giderek inceldiğini de görür. Oluşun hızlanan akışı, onu,
hikâye anlatıcısını, bu akışa hangi yönden bakarsa baksın, bütünüyle
gizin açılımlarının, çatışmanın, uyumun, kirin, pisin, iyinin, kötünün,
güzelin, çirkinin..., yani varlığın tabiatındaki o ince içörgünün
mahiyetini kavrayabilecek derecede, ince bir dile ve bakışa zorlar.
Hikâye anlatıcısı,
hayatın baştan sona doğru devam eden süredizini ile ilgili değildir
birebir. Yalnızca hayatın biçimiyle de ilgili değildir o. Bir sosyolog
gözü değildir hikâye anlatıcısının gözü. Anlattığı, insanın hangi
hâli olursa olsun, onları hiçbir zaman sosyolojik değişimlerin
yaklaşımları ile ele almaz. Bütün bunlarla ve daha başka belirleyici
koşullarla birlikte, bunların hayatın akışına etkilerini de görerek,
hayatın derinliğine doğru bir yoğunlaşma, öze, hattâ özün özüne, bütün
tezahürlerin kaynağına nüfuz etme ve insanı orada, içinin, ruhunun
en çıplak hâliyle görme ve bulma çabasındadır. Çünkü hikâye anlatıcısının
dili, işaret etmeye çalıştığım bu ana tahkiyede kendini bulur ancak.
Hikâye anlatıcısı farkında olmasa bile, bu ana tahkiye, dilin
özülkesi olarak onu, sürekli oraya çağırır. Bu çağrıyı duymayan ya
da duymazdan gelen hikâye anlatıcısı, kendi dilinin özyurduna yabancılaşmış
birisi olarak, çoğu zaman insana uzak yerlerde, yeteneği ve zekası
kendisini çok zorluyorsa bazen de insanın ayaklarının altında ve
çevresinde dolaşır durur; aynen gözleri görmeyen bir insanın doğduğu
şehrin sokaklarında, caddelerinde elyordamıyla dolaşması gibi.
Çünkü, varlığı, varlığın yaratılışını ve onun hiç susmadan konuşan
dilini duyan ve anlayan anlatıcı, bize, bizim bir hikâyemizi anlatabilir
ancak.
Soruna buradan
yaklaşıldığında, dile dökmek ve dile getirmek deyimlerinin arasındaki
fark, bir hikâye anlatıcısının görmesi ve bilmesi gereken dilsel
inceliklerin de ilki olsa gerektir. Bunun için de bir hikâye anlatıcısının,
anlattığı hikâyenin, hem dili hem de öteki unsurlarıyla birlikte
ana hikâyenin yatağı ile bağlantısını çok iyi kurabilmesi gerekir.
Ana hikâyenin
bütün imkânlarından gereği gibi beslenemeyen, o iklimde yeşeren
hayatların dokusuna yabancı kalan ve onun çekim alanından uzak düşen
bir anlatıcının anlattığı hikâyenin, ne denli albenili olursa
olsun, yalnızca sözü çoğaltmakla kalmaktan ve yazının uzay boşluğunda
kaybolmaktan kurtulması ise imkânsızdır.
KAYNAKÇA
Demir, Yavuz;
İlk Dönem Hikâyelerinde Anlatıcılar Tipolojisi, Akçay Yay., 1.
baskı, Ankara 1995.
Çetin, Nurullah;
Roman Çözümleme Yöntemi, 1. baskı, Ankara 2003.
Karaca,
Alâattin; Sessiz Ev’de Anlatıcı ve Bakış Açısı, Dergâh, S. 164.
Tekin, Mehmet;
Roman Sanatı-I, Ötüken yay., 1. baskı, İstanbul 2002.
Benjamin,
Walter; Son Bakışta Aşk (içinde; Hikâye Anlatıcısı), Metis Yay., 1.
baskı, İstanbul 1993.
GERÇEKÇİLİK
VE KURGUSAL GERÇEKLİK |
İnsan, kendi varoluşuna ve
kendisiyle birlikte bütün varlığa nereden ve nasıl bakar? Kendisinin ve
varlığın anlamını, oluşumunu ve amacını nasıl ve nelerin yardımıyla kavrar?
Bu kavrayışı ona bir zorunluluk
olarak hissettiren, bütün varlıkla, zamanla, mekanla ilişkilerini anlamlandıran
o derin aidiyet bilinciyle değil mi?
O bilinçle tanımlar ve
kavramsallaştırır. Kurar ve kurgular. Zihinsel ve duygusal, maddi ve manevi,
iyi ve kötü, güzel ve çirkin, dost ve düşman... gibi daha birçok insani özünün
tezahürü olan eylemleriyle bir dünya kurar, koskoca bir dünya. Kimi zaman
uğruna nice fedakarlıklarda bulunacağı, gözünü kırpmadan kanlar bile dökeceği
ve sımsıkı sarılacağı, kimi zaman da ondan kurtulmak için köşe bucak kaçacağı
bu dünyayı hayat olarak derisi gibi
sarınır sırtına. İnsanın bütün eylemi hayatının içinde ve aynı zamanda hayatı
içindir. Kozasını örer durur yalnızca; örme işlemi sürerken,
Sürekli yeni
yöntemler keşfeder: Söz, yazı, fırça, nota; edebiyat, sanat, siyaset, heykel,
mimari; savaş, barış, devrim, uzlaşma... hepsi de oyunun, onun hayatının içinde ve hayatı içindir.
Oyunun ciddiyeti
kavrandığında, bütünlük bilinci de, kaçınılmaz olarak, insanın eylemliliğinin
ve varlık karşısındaki konumunun ve sorumluluğunun belirleyicisi olur. Bütünün
eklemlenme yerlerindeki uyumu ve bu uyumun gerekliliğini daha açık seçik
görebilir o zaman. Her şey, her durum ve olay en ince ilmeklerle birbirine
nasıl da bağlı ve biri diğerinin öbür yüzüdür. Öyle sermestem ki idrak etmezem dünya nedir, dediğinde bu bütünlük
bilincine ulaşır ve bütün yüzleri görür. Bütün düşüncelerin ve eylemlerin
buluşma ve ayrışma noktaları da bu
bütünlük bilincindedir. Yapmayı da yıkmayı da, saçmayı da anlamı da işte bu
bütünlük bilincinde ve kavrayışında bulabiliriz.
İnsan, bu
bütünlüğü hazır bulduğu gibi, onu kavrama bilincini de hazır bulmaz kuşkusuz,
sınanarak ulaşır ona ya da ulaşamaz. Bu sonuç, insanın tek tek bütün
eylemlerindeki kendisinin bilincinde olma halini de belirler. Bütünlüğün
farkında olan, orada kendisini besleyen damarı görebilen her insani eylem,
kendisi olmayı da başarır. Kendisi var, çünkü hemen yanıbaşında kendisinin
varlığını görünür kılan, kendisinin ona, onun da kendisine kaçınılmaz bir
biçimde ihtiyaç duyduğu bir başkası da var.
İnsan, bir
ya da birçok iş yaparak, eylemde bulunarak yaşar hayatı. Bu anlamda hayat, hem edilgen hem de etkendir. İnsanın
eylemleriyle biçimlenirken, bir yandan da onları biçimlendirir. Hem kuşatır hem
de kuşatılır. Kimi zaman harcanmış bir hayat, kimi zaman da acımasız bir hayat
olur. İnsan, çoğunlukla, hayattan hiçbir şey anlamadığı için ellerini açıp
yakınır çaresizlikle; sanki, onu
ihtirasları ve erdemleriyle kendisi biçimlendirmemiş gibi. Nereden baktığını ve
bakacağını şaşırır.
Görmek
istediği ile birebir ilişkilidir insanın baktığı yer. Sanattan, edebiyattan,
siyasetten, dinden, ekonomiden... bakar. Bütünlük ve varoluş bilinci, hayatın, varlığın amacına açılan damarların
hepsinden birden bakabilecek bir açının oluşumunu gerçekleştirmeyi ve ona
ulaşma çabasını gerektirir. Ayrıştırılamaz uyumdan geriye kalan bir hayatta,
her eylem, bütünlüğe bir katkıdır; edebiyat da, sanat da, siyaset de...
Ne ki, bunun
her zaman böyle gerçekleştiğini söylemek hiç de kolay değildir. Genel olarak
insanların hayatları için böyle olduğu gibi, edebiyat tarihi ve siyasal tarih
için de böyledir. Gerekenin, gerektiği gibi gerçekleştiği her zaman mümkün
olmuyor; insanın hayıflandığı da bu değil mi?
Hayatın,
insanın bütün eylemlerini, elbette siyaseti ve edebiyatı da beslemesi,
anlamlandırması gerektiği konusundaki önkabulü, hiçbir sanatçı ve siyasetçi
görmezden gelemez. Edebiyatın hayatı ve siyaseti; siyasetin de hayatı ve
edebiyatı besleyici birer kaynak olduğu gerçeği de bir güzel düşünce ve gereklilik olarak kabul
görür.
Hayatımızdaki
her eylemin kendi tabiatına uygun gerçekleşmesi, onun kendi olabilmesinin de
ilk ve tek koşuludur elbette. Özellikle sözkonusu ettiğimiz edebiyat ve siyaset
için de böyledir kuşkusuz. Herbirisi kendi dili ve halince konuşur ve
gerçekleşir. Hayatın kendisi bir edebiyat metni değildir; bir edebiyat metninin
de hayat olmadığı gibi. Hayatımızdaki doğal siyaset dokusu
siyasallaştırıldığında, hayat olmaktan çıkar, çekilmez ve yaşanmaz bir hal alır;
siyasi damarları tıkanmış bir hayatın yaşanmaz ve çekilmez oluşu gibi. Hayatın
sıcaklığına ve doğallığına, siyasal işlevselliğe ve sorunsala yabancılaşmış bir
edebiyat, nasıl çoğaltılmış bir söz yığını olarak kalır ve zamanla ışıltısını
kaybedip yok olursa, kendi tabiatındaki sıcaklıkla, gerçeklikle ve siyasal
dokuyla yetinmeyerek siyasallaşan edebiyat da, yarına bir edebiyat olarak kalamaz. Hiçbir insani eylem, bir başkası için
kullanılmak durumunda olmamalı ve harcanmamalıdır. Ancak o zaman kendince ve
işlevsel olacaktır. (…)
Sen
gidince gönlüm karışıyor.
Ondan
sonra da başımı alamadığım bölük bölük akıp duran bulutlar…
Her
taraf birden ıssızlaşıyor. Bir sessizlik çöküyor birden odama ve koridora.
Hastaların ölgün ve yavaş ayak sesleri, her hastanın âdeta sağlık durumunu
yansıtan terlik şıpırtıları, kesik kesik öksürmeler, ah’lı, of’lu iç
geçirmeler, yalvarmalar, şifa dilekleri… bile bozamıyor bu sessizliği.
Biliyorum ki, bu sessizlik benim karışık gönlümde.
Herkes
benim gibi değil, dışarıdaki gündelik hayatlarının bütün alışkanlıklarını
buraya taşıyan birçok hasta var odalarda. Ben şimdi yattığım yerde gönlümle
didişip dururken, hüzünlere batıp çıkarken yandaki odadan gelen tavla
şakırtısı, umduğu gibi zar atmayı başaran hastanın el çırpması, belki de
karşısındakini çileden çıkartmak için gözünün içine bakıp hiç de hastaya
benzemeyen bir kahkahayla gülüşü, sabahtan akşama dek, hemen hemen doktorların
odaları dolaştıkları beş on dakikalık aralıkların dışında hiç kapanmayan televizyonların
sesleri, balkonlarda, tuvaletlerde gizli gizli avuç içlerinde sigara içmeler…
evet bütün bunlar, hastahanede yatmanın benimki gibi olmadığını, daha doğrusu
benim gönlümdeki karışıklığın, odamdaki ıssızlığın, kâlbimdeki ve kafamdaki
sessizliğin hastahaneden kaynaklanmadığını düşündürüyor.
Düşündürüyor
ya, gel de sen gönlüme haber anlat işte…
Hiçbir
şeyim eksik değil, biliyorum. Senin sormana, benim de söylememe gerek yok. Her
şeyi bir bir düşünürsün, evle ve benimle ilgili hiçbir şeyi yüksünmeden, hem de
en güzel şekilde yapar çatarsın. Elinin değdiği her şey yerli yerine oturur.
Parmaklarınla güzellik kondurursun dokunduğun eşyaya. Sana öyle geliyor, deme
sakın. Ben bilmez miyim baktığın noktayı ışınladığını. Bana hissettirmeden her
şeyime çeki düzen verdiğini, oturup kalkmamı, eve, odalara girip çıkmamı,
eşyalarımı nasıl kullanacağımı, ne zaman nereye gidip geleceğimi… bir bir
yönlendirdiğini hissetmez miyim, sanıyorsun.
Evet,
bilmez miyim sanıyorsun?…
Söyle,
ikimizin göğsünde de atıp duran tek bir kâlp değil mi?…
Yere
bakıyorsun, öyle değil mi?
Birazdan
gideceksin, ama ardına bakmadan çekip gitmeyeceksin.
Evde
olduğu gibi burayı da a’dan z’ye düzenleyeceksin; havlunun birini katlayıp
dolaba, diğerini de başucuma koyacaksın, hangi meyveyi hangi vakitte
yiyeceğimi, maden suyunu fazla soğutmadan yemekten sonra, balla karıştırıp
getirdiğin sütü uyuyup da içemeyeceğimden endişelendiğin için geç vakit ve
yatmadan önce içmem gerektiğini sıkı sıkı tembih edeceksin, kan aldırmaya, film
çektirmeye, telefon etmeye giderken ya da biraz yürümek için koridora çıkarken
üzerime almadan odadan çıkmamam için getirdiğin hırkamı da ayakucuma katlayıp
koyacaksın. Terliklerimi, yatağımda doğrulup da ayaklarımı uzattığımda
neredeyse giymiş olacağım şekilde hazırlamış olacaksın. Elimi uzatır uzatmaz
alacağım şekilde suyumu ve ağzı kâğıt mendille sarılmış bardağımı, hemen
yanında defterimi, üzerinde kitabımı, onun üzerinde de kalemimi bir bir dizmiş
ve düzenlemiş olacaksın. Ziyaretçilerin getirdiği kimi saksıda, kimi vazodaki
çiçeklerin her biri mutlaka en yakışır yerlerinde olacak. Odaya girildiğinde
çiçeklerin kokusuyla, sağa sola bol bol döktüğün, karyolanın başucu ve ayakucu
demirlerini, kapı kollarını, dolap kapaklarının düğmelerini, telefonun almacını
hergün gitmeden ovduğun limon kolonyasının kokusunun, ilâç kokusunu
bastırmasını düşüneceksin inceden inceye. Kendi terimin kokusundan tiksinmemem
için, burcu burcu sabun kokan çamaşırlarımı hemen hergün, hatta günde birkaç
kez değiştirebileceğim kadar ve kat kat dizeceksin dolaba. Küçük el radyosunu
da pencerenin önüne, güneş görmeyecek şekilde (çünkü pilleri eriyebilir)
koyacaksın. İğnelerin yakıcı acısını, hapların ve şurupların dil ve yüz
buruşturan, boğaz yakan tadlarını, hemşirelerin hırçın, huysuz, huzursuz, bıkkın
ve kavgaya hazır yüzleri ile doktorların ilgisiz, duyarsız ve denekçi
tavırlarını unutturup, sanki burada tedavi için değil de dinlenmek için
bulunuyormuşum gibi düşünüp rahatlamam için elinden gelen, hatta gelmeyen her
şeyi yapmak için can atacak, âdeta kendini parçalayacaksın…
Sonra
da gideceksin.
Ama
çekip gitmeyeceksin.
Senin
gidişinin acısı, etkisi zaman içinde soğudukça kendini belli eden bir kırık
acısı gibi durdukça dağılacak içime.
Gözlerinin
buğulandığını, dolduğunu ve dudaklarının titrediğini, kendine bir iş bulacak ve
gûya bana göstermeyeceksin.
Ben
bileceğim ama. Ben seni, gönül aynamın dökülmez sırını bilmez miyim hiç?…
Sen
benim gönlümde kazandığım meydan savaşının zafer anıtı değil misin? Herkese,
özellikle de sana karşı kazandığım zafer anıtı. Bu zafere ulaşan sürecin bütün
merhaleleri; cesaretim, korkum, geri çekilmelerim, hamlelerim, ateş altındaki
mevzimde çakılıp kalışlarım, kavgalarımız, didişmelerimiz, acı tatlı günlerimiz
ve yedi iklim dört bucak, bütün kıtalarda birbirimizi fethedişimiz, hasretimiz
ve vuslatımız… Hepsi, hepsi bir bir bu anıta kazınmış durumda.
Bazen
bu anıtta, inan ki seni bile yitiriyorum. Göremiyorum.
Ondan
sonra da söylenip duruyorum kendi
kendime, aşk tek kişiliktir, diye.
Bu
alana girince insan hasisleşiveriyor birden. Görüş alanı daralıyor. Kâlbi ve
gözü bir notkada yoğunlaşıyor. İpi küçüldükçe küçülüyor.
Koridor
boyunca uzaklaşıp giden yumuşak ayak seslerin…
Gidiş
makamında ayak seslerin…
Sonra,
yatağımdan pencerenin açısına giren yoldan ziyaretçilerin arasında, beni
göremediğin hâlde, benim gözlediğimi düşünerek yarım bir dönüşle bakıp geçişin
ve yol boyunca duraktan durağa eve dek seni hayalimde takibedişim.
Eve
vardığında, kendini yorgunluğun ruhsal ağırlığına kaptırmadan salon, oda,
mutfak demeden bir bir dolaşıp, sanki ardından ben de işten gelecekmişim gibi,
neyi nerede ve nasıl bulmak istiyorsam öyle düşünerek dipten köşeye, eve
çekidüzen verişin…
İşte
böyle, senin hayalinin, dalgın salınışının, solgun yüzünün, pul pul gözlerinin,
buğulu sesinin ardına düşüp günlerin, ayların, yılların içine dalmak, geçtiğin
bütün yollardan, yaşadığın bütün mekânlardan geçmek, sevdiklerini sevip
sevmediklerini sevmemek, doğru bildiklerini doğru, yanlış bildiklerini de
yanlış bilmek, hatıraların denizinde bata çıka, pupa yelken yol almak ve
insanın ezelî ihtiyacı olan mahremiyetin beslediği damara tutunarak dirime
ulaşmak, yaşamak, yaşamaya çalışmak…
Başka
türlü olabilir mi hiç?
Şimdi
sen de öyle, sanki benim ardımdan dolanıp duruyorsun evde.
Yalnızlığını,
hâlindeki ürkekliğini, becerinin, tezcanlılığının, işçimenliğinin yerini alan
isteksizliğini, yaptığın hiçbir işin seni memnun etmeyişini görüyorum ve bütün
bunların yerine sesine cıvıltı, yüzüne alev yalımı, fincan gözlerine, uçlarına
kamçı bağlı kıvılcımlar, sırtında, yürüdükçe deste deste dalgalanan,
kalçalarını döven saçlarının ucundan dökülen ışık seli ve senin ardından düşe kalka dolaşıp duran, eteğine dolaşan
apalak topalak bir çocuk yakıştırıyorum.
Sana
yorgunluk, bitkinlik değil canlılık, yani hayat yakıştırıyorum.
Alnına
çizgiler değil ayışığı, gözlerine kırık ve sulu bakışlar değil yıldız dökülüşü,
geniş yüzündeki hüzünlü sis yerine de elma kırmızısı ve sesine, kâlbinde ne var
ne yok ele veren buğu yerine kaynayıp duran pınar şırıltısı yakıştırıyorum.
Bütün
bunları düşünürken, daha doğrusu seni yaşarken ellerim terliyor, bir ateş
basıyor. Hiç bilmediğim bir korku inatla kâlbimin kapısını vuruyor, direnirsem
pencerelerini zorluyor. Bakıyorum ki tere batmışım. O zaman hiç kimse gelmesin,
ziyaretçim olmasın diye dua ediyorum. Yastığımın altına koyduğun, yalnızca
terimi silmem için kullanmamı istediğin küçük havluya uzanıyorum. Bir sabun
kokusu nasıl bu kadar güzel olur, diye hayret ediyorum. Hoşuma gidiyor,
gülümsüyorum. Terimi kuruluyorum. Böyle ânlarda çok, ama çok terliyorum, elim
ayağım dökülüyor. Biliyorum, şimdi çamaşırlarımı değiştirmezsem üzülürsün. İşte
senin kızman da bu. Bıçağı kendine çalman.
Aynaya
bakamam şimdi, çünkü rengim sapsarıdır. Korkarım ve senin de korktuğunu
düşünürüm. Dayanamam.
İnsan
hasta olunca ya da hastahanede yatarken, hayatın kıyısından dolaşıp giden bir
yolda yürüyormuş izlenimine kapılıyor nedense. Sanki öte dünyanın, eşyanın ve
hayatın dağdağasının hızını kestiği esintisini daha yakından hissediyor.
Bundandır belki diyorum, sevdiklerimizi, dostlarımızı, yakınlarımızı daha çok
arayışımız ve görmek isteyişimiz bundandır.
Bir
de, en çok mezarlıkların yanından geçerken bu duygulara kapılırım ben.
Servilerin salınışı kadar uyarıcı bir dil olmadığını düşünürüm. Sessiz bir koro
gibi… Neleri hatırlıyorum görüyorsun.
Bunları
düşündüğümden haberin olsa, gözlerinle sertçe azarlarsın beni.
Kâlbimdeki
ateşin, alttan alttan bir körükle üfürülüyormuş gibi kızarıp durması bundan mı
dersin?...
Sen
ne dersen de.
Umudumu
kesmiş değilim hayattan. İçlenmelerimi duymuş olsan, şimdi sararıp solduğumu,
aynadan kaçtığımı, çamaşırımı değiştirmekte geç kaldığımı görmüş olsan, tersini
düşünürsün. Telâşa kapılırsın.
Gözlerin
ve ellerin, dilinden daha konuşkandır senin, bilirim. Bilirim ve böyle zamanlarda
fincan gözlerine uzun süre bakamam. Fincanlar üstüme kapanabilir sanırım çünkü.
O
fincanların içindeki bütün fallar yorumlanamayacak kadar açıktır.
Hiçbir
çingeneye sormadan o fincanlarda kısmetimi (sendin o) gördüm. Dümdüz, uzun
yollar gördüm. Hasretle döşenmiş yollar… Ayrılık mı? Hayır, görmemiştim. Ölüm
görmemiştim. Yokluğu, yalnızlığı, kimsesizliği görmüştüm ama yadırgamamıştım
bütün bunları. Her şeyin azıyla yetineceğimizi ve başka hiçbir şeye ve hiç
kimseye gerek duymayacağımızı düşünmüştüm besbelli.
Hayır
hayır, hiçbir şey düşünmemiştim. Düşünemezdim de.
Kâlbimin,
duygularımın, sezgilerimin aktığı yöne yürümüş yürümüştüm yalnızca. Onca şeyi
durup düşünmeye zaman mı kalırdı hiç? Sen, gözlerinle, yüzünle seslenmiştin ya,
yola düşmemize yetmişti. Utanılacak bir şey mi vardı sanki bunda. O ân hiçbir
şey görmez, duymaz oluyordu insan. Gözlerin açtığı yara neden sonra başlıyordu
acımaya; vazgeçilmez bir acıyla acımaya. İnsan, yüzündeki yanmayı, göğsündeki
kavrulmayı, derisinin altında bir şeylerin yürüyüp durduğunu neden sonra
hissetmeye başlıyordu.
O
ne güzel bir yanma ve ne güzel bir kımıltıydı öyle.
Bu
yanmanın, kavrulmanın ve kımıltının farkında oluşun, aynısını kendine
taşıyışın, ikimizin de bütün bunlardan hoşlanışı ve bundan hiç şımarmayışın,
kâlbime abanmayışın, şikâyet etmeyişin, benim de şikâyet etmeme neden olacak
bir kapı aralamayışın ve benim gözümdeki, gönlümdeki yerinle yetinişin…
Şimdi
söyle, insanlar nasıl anlasın sevgiyle acının karışımını?…
O
günü, gözlerinin çağrısını gördüğüm o günü hatırlayınca neden bugüne dek
birbirimizi yormadığımızı daha iyi anlıyorum. Oysa ikimizin de yaşadığımız
günlerden arta kalan yorgunluklarımız vardı. Hepsini unutuvermiştik birden.
Hâlbuki
yeni bir insan, tanımaya başlayacağın bir dünya, zorluklarına, kolaylıklarına
alışacağın yeni bir hayat değil mi? Yeni bir insanı anlamamızın, ona kendimizi
anlatmamızın zorluğunu bilir ve bundan ürkeriz hep. Haksızlıklara neden olan
önlemler alır, mesafeler koyarız çoğu zaman araya.
Bütün
insanların korkuları da umutları da aynı neredeyse.
Hani
içime doğdu derler ya, öyle işte. Sen hiç kimsenin uygun gördüğü bir kadın
resmi vermiyordun ilk bakışta. Bense bir denize açıldığımı farketmiştim, hayat
vadeden bir denize…
Ondan
sonra her şey geride kalıyor, hepsiyle de sıkı sıkı kuşatıldığını bildiğin
hâlde hiçbir şeye ihtiyacın kalmadığını sanıyorsun işte. Hiç kimsenin
istemediği seçeneklerle karşı karşıya kalıyorsun. İki kişinin kurduğu yalnızlık
sarayında tek başına yaşamak zorunda kalıyorsun. Bunda anlaşılmayacak ne var,
diye gülersin yine, omuzlarını kaldırır, ellerini açarsın, kaşların neredeyse
yarım ay çizer alnına ve gamzen bıçak yarası gibi derinleşir yanağında; böylece
ufkumu kapatırsın.
O
günü… demiştim, araya bunca söz girdi işte yine. Görüyorsun, sanki boşanmış da,
dolaşmış bir yumağı açmaya çalışıyorum.
Seni
farkettiğimde bir ekmeği bölüyordun ellerinle fırının önünde ve aç aç bakan iki
çocuğun arasında ayakta duruyordun. Ayakta ve çantan omuzunda. Ellerine nasıl
da yakışıyordu öyle bir ekmeği bölmek. Başkaları da görüyordu bunu mutlaka ama
‘seni’ farkeden bendim. Şairin ‘ellerinden belli olur bir kadın’ dizesini
biliyordum, ama o dize değildi beni yönlendiren. Benim gözümde, bir kadının eli
bereket dağıtıyordu çocuklara. Yüzünde rahat bir ciddiyet, hareketlerinde doğal
bir kıvraklık, duruşunda insanı linç eden bir edâ vardı. Çocuklar omuz omuza
koşup giderken sen de çantanın askısını omuzunda yukarı çekip yürüdün. Hiç
kimsenin yürüyüşüne benzemiyordu yürüyüşün. Daha sonra bunu sana söylediğimde,
yine umursamazca güldün ve; deli olma, bütün erkekler her kadını ilk ânda öyle
görür, dedin. Sonra bunun benim için ağır olduğunu düşünüp özür diledin. Ben
seni bütün erkekler gibi mi görmüştüm? Kendin bile alındın sözünden. Gerçekten
de öyle değildi. Bir kadını farketmek, onun hayatını merak etmeye başlamak, onu
sıradan çekip çıkartmak ve ondan sonra da düşüne düşüne hep yükseltilecek olan
bir yere tek başına koymak demekti. İşte ben bunu yapıyordum. Çok aşınmış
olmasa, bütün aşklar böyle başlar, demem gerekirdi burada. Sen, sokağın
başındaki apartmanın kapısından içeri girdiğinde dayak yemiş gibi bir
hâldeydim.
Duraktaki
boyası dökülmüş, yazı ve çizgilerle dolu bankın temiz olup olmadığını
düşünmeden oturdum. Otobüsler gelip geçti, insanlar indi, bindi. Durakta bekleyenler
oldu. Ne yapmak istediğimi, neyi düşündüğümü sordum kendi kendime. Hiçbir
cevabım yoktu elbette. Önümde ayakta duran, kendisini görmem için gözüme bakıp
duran yaşlı kadına yerimi bırakıp kalktım.
Ellerinde
ekmekleriyle fırının yanındaki boş arsada havası inik plâstik topu koşturup
duran çocuklara doğru yürüdüm. Ne kaleleri vardı, ne kuralları ve ne de
ikisinden başka oyuncu arkadaşları. Tam saha top oynuyorlardı. Ayağından topu
kaçıran, bir yandan koşuyor, bir yandan da ekmeğinden acele ısırıyor ve koluyla
alnının terini silerek diğerinin ayağından topu kapabilmek için var gücüyle
saldırıyordu.
Benim
yaklaştığımı görünce durdular. Birisi topu koltuğunun altına sıkıştırıp kaçmaya
hazır bir vaziyet aldı. Ben gülümseyince rahatladılar. Daha haşarı görünen
ekmeğinden ısırıp, ‘ne?’ dercesine dik dik gözüme baktı.
Girdiğin
apartmanın en üst katındaki dairede oturuyormuşsunuz.
Bu
iki haşarının ablalarıymışsın.
Bir
muhasebecinin yanında çalışıyormuşsun.
Bekârmışsın.
Seni
çok, ama çok seviyormuş bu haşarılar. Sen de onları tabiî.
Baban,
annen, ağabeyin ve bu iki haşarıyla hep birlikte oturuyormuşsunuz.
Israrcı
olmak, daralmak, telâşa kapılmak kaderi öne alamıyor, gerçekleşmesini
hızlandıramıyor ya da yavaşlatamıyordu işte. Yaşamak fotoğrafımızın düzgün
çıkması için kaderin karşısında teslimiyet pozuyla durmak gerekiyordu. İnsan en
güzel fotoğraflarını böyle verdiği hâlde yine de her defasında ince iğnenin
deliğinden geçiriyoruz kendimizi.
Değiştiriyorum
işte o sözü: İnsan çeşit çeşit, kâlp damar damar… ya, kâlbimin her bir damarı
hiç ummadığım, aklımın ucundan bile geçmeyecek biçimde, gürül gürül, bir sevgi
ve şefkât çağlayanı hâlinde, en dipten, en gizli kaynaklarından kopup sana
doğru akmaya başlamıştı.
Senin
benden haberin bile yoktu hâlbuki. Çevrende dolanıp duruyordum. Hangi semtte
işim olsa, önünde ya da sonunda, yolum, senin geçmen, bulunman muhtemel olan
yerlere düşüyordu. Kendimi kınıyordum, hiç kimseye bir şey söylemiyordum, yol
yordam soramıyordum. Nasıl bir kadın olduğunu, beni görsen ne düşüneceğini
bilmiyordum, ama senden hoşlandığımı, hatta bu duygunun her geçen gün biraz
daha sevgiye dönüştüğünü kendime itiraf ediyordum.
Bu
itirafın, sana yaklaşma cesareti verdiğini gördükçe sevgime güvenim artıyordu.
Kader
şeridindeki kareleri bir bir dolduruyor ve teker hâlinde sarıyordum hayatı.
Ben
sanıyordum ki günler ve geceler geçmek bilmiyor. Meğerse hergün biraz daha ve
hızla yaklaşıyormuşuz birbirimize. İnsanlar göremeseler bile bir elin
kendilerini itip durduğunu unutmamalılar.
Yüzünde,
özellikle de gözlerinde, makyajla evcilleştirilmemiş o doğal vahşiliği yakından
görüp, sesinin rahat ve güvenli vuruşuyla sarsıldığımda, el yordamıyla
tanımaya, tanımlamaya çalıştığım bütün duygularım aşka dönüşmüştü çoktan. Oysa
sen daha yeni başlıyordun tanımaya benim telörgülerine vurup vurup dönüşümü.
Sana
yaklaşınca, bir serseri gibi dolaşıp durduğum yollar kısaldı, uç uca ulansa
dolaştığım o yollar kadar uzayabilecek olan içtiğim sigaraların sayısı azaldı,
eğip durduğum başım yerden kalktı, normal hâlimmiş gibi görünmeye başlayan
dalgınlığımdan sıyrıldım.
Bu
kez de, kadınca bütün ayrıntılara hâkim olma becerine bıraktım kendimi. Hiç
itirazım olmadı. Neden olsundu ki. Kadınlara ait o büyük tutkuyla, daha ilk
günlerden kuşatıyordun beni. İktidar hırsı gibi bir şey değildi söylemek
istediğim. İkimizin de duyguları aşkta eşitlenmişti o zaman ve sen toprağımızı
tırmıklayıp duruyordun habire. Yorulmak bilmeyen bir yolculuk hâline kapılmış,
tutku ve coşkuyla incitmeden beni de sürüklüyordun.
Biz
böyleyiz işte, düşlerimizle süslediğimiz dümdüz bir yol isteriz önümüzde.
Sonra
da o yola gözlerimizi diker, kulağımızı tutar dinleriz bütün gün.
Evet,
bütün gün dinler dururum koridordan yaklaşıp gelecek ayak seslerini. Geliş
makamındaki ayak seslerini…
Bazen,
belki de bile bile aldanırım. Geleceğin zamanı bilirim, pencereden yarım bakış
geçecek olan bir ânlık görüntünü mutlaka görürüm, kaçırmam. Ama yine de
koridordan hiç eksik olmayan ayak sesleriyle aldanırım. Böylece kendimi
oyalarım, gönlümü eğlendiririm; öyle olduğunu sanırım. Yaklaşan ayak sesleri
odamın önünden geçer ve uzaklaşır. Zaten senin topuklarının vuruşu değildi
onlar, derim. Sevgimin, derinden derinden bir yalnızlık sancısı gibi balkıyıp
duruşunu hissederim sürekli. Buradaki yalnızlığımla, içimdeki bu sancıyla
kendimi hem cezalandırır, hem avutur hem de arındırırım.
Bizim
aşkla, kadında ya da erkekte aradığımız huzur değil demek ki; bir tür ceza, bir
avunma, bir arınma; en ince taraklardan geçme dürtüsü, hamurumuzun mayası; acı
verdikçe sevdiğini, acı çektikçe sevildiğini sanması insanın, dalından düşüp
yarılma… Buna benzer bir şey işte, her neyse…
Bu
kez aldanmıyorum işte, koridordaki bu âhenkli ayak sesleri senin ayak seslerin,
senin kapıyı vuruşun, senin rüzgârın ve senin içeri süzülüşün. Her şey dündür
artık benim için. Senin varlığınla dolacak odam, içim dışım, bugünüm. Hasretin
büyüttüğü ateşin alevleri küçülecek, dumanı kesilecek. Odamda her şeyin yeri
değişecek, her bir şeye yeni baştan elin değecek. Yirmi dört saatten beri
gerilen kaslarım, odayı dolduran varlığın, yumuşak gülüşlerin ve bakışlarınla
açılacak. Işıl ışıl kaynayıp duran gözlerinle ünlemler çizeceksin yüzüme.
Gizlemeyi
hiç beceremezsin sen. Sesinde gri bir boğukluk, canlılığında ürkek bir telâş,
yüzünde ise, ardındaki soluk iki katlı bir gülümseme var bugün. Dikkat ediyorum
da, yüzüme bakarken, bir ressamın tuvali karşısında düşünüp duruşu gibi bir
hâlin var. Benimle ilgilenirken de sanki boyalarını karıyorsun dikkatle.
Senin
kâlbinin derinliklerini bulmak mümkün mü hiç?…
Kış
mevsiminin bungunluğundan eser yok dışarıda bugün. Şıkır şıkır bir kış güneşi
kâlpleri cıvıldaşmaya çağırıyor âdeta. Yalnızca ben değilim hergün bu saatlerde
senin gelişini bekleyen gördüğün gibi. Odayı havalandırmak için açtığın
pencerenin önüne dizilen güvercinler, yarım saatten beri balkonda guğurtularla
dönüp duruyorlardı. Nasıl da alıştılar sana böyle. Bir gün ben buradan çıkacak
olsam ardımızdan gelecekler sanki. Senin geleceğin zamanın yaklaştığının ilk
habercisi, güvercinlerin grup hâlinde balkona inişi oluyor. Artık benim gözümde
güvercinler sıradan bir kuş değil kesinlikle. Sen pencereyi açıp da kırıntıları
atarken âdeta eline koluna konan bu güvercinler, doktorlar ve hemşireler odaya
girdiğinde, pencere kapalı olduğu hâlde, hep birden havalanıp uzaklaşıyor ve
bahçedeki havuzun kenarına konarak bekliyorlar. Daha sonra yine hep birlikte
gelip balkona, pencerenin önüne diziliyorlar. Bu kuşlarla oyalanıyorum sen
gelinceye dek. Benim odama bakan, ilâçlarımın alınışını denetleyen, iğnelerimi
yapan o bütün yüzü dişlerinden ibaret olan, ısırgan hemşireden çok daha cana
yakın varlıklar bunlar. Bir de senin olmadığın zamanlar daha çok kalsalar
burada… Gündelik hayatımdaki ağırlığı alıyorlar sanki üzerimden. Doğrusu,
seninle bağlantılarını kurduğum için, ben de onlara bağlandım işte.
Düz,
zayıf, yumuşak ve dipleri etli gagalarıyla cama tık tık vurup duruyorlar, sanki
senin geç kaldığını haber verirmişçesine. Sen bir gün gelmeyecek olsan, bu
güvercinler de gelmezler kesinlikle, küserler. O zaman bu odanın ıssızlığını,
sözünü ettiğim yalnızlık sancısını bir düşün. Katlanılır mı hiç?
Karşılaştığımız o günden beri, birbirimize doğru yürümeye başladığımız yol
çatallanır birden. Birbirimizde ‘tatlı oklarla’ açtığımız yaralar
yaşatıcılığını yitirir, kangrene dönüşür. Kâlp atımızı koşturan huzursuzluk
kamçısı çözülür, duygularımızın gerçek
kaynakları kurur o zaman. İçimizdeki ırmakların akışı, gözlerindeki pınarların
kaynayışı durur. İşte o zaman, hayatımın falını okuduğum fincanlar devrilir.
Ama
sen bunlara izin vermezsin. Bunlar yalnızca benim kaygılanmalarımdır.
Pencerenin
önünde dizildiklerinde yattığım yerden onlara bakıp dururum. Bu odanın sakini
olduğumu bildikleri için hareket etsem de kaçmazlar.
Kimileri
paçalı, kimileri paçasız, boyunlarını uzatır ve yekinip dururlar içeriyi
gözlercesine. Bazılarının göğsünde bir yarayı andıran, kan lekesi gibi,
görünüşü insanı duygulandıran, dokunma isteği uyandıran benekler var.
Göğüslerindeki bu benekler, yanar döner hâlinde ışığa göre renk alıyorlar.
Boyunları ise yeşil, mavi ve pembe arasında dalga dalga bir karışım hâlinde.
Sır
ortağım benim bu güvercinler. Aramızdaki gönül ulağım.
Zaten
insanlar arasında, gönüller arasında her zaman haber, mektup taşımamışlar mı?
Yan
odada yaşlı ve çenesi düşük bir hasta var. Televizyonda izlediği diziler bitip,
tavla oynayacağı birilerini de bulamayınca, benim ne konuşmaz birisi olduğumu
bildiği hâlde çatkapı çıkıp gelir. Çenesinin düşüklüğü kadar kulağı da
deliktir. Bütün bildikleri duyduklarından ibaret olduğu hâlde onları öyle bir
anlatır ki, dinlemeden edemezsiniz. Karşısına aldığı insanın onu dinlememek
gibi bir şansı da yoktur. Kendisini dinlettirir, hem de her cümlesini
onaylattırarak. Keyfiniz yokmuş, ağrılarınız varmış… onun için bunların
hiçbirisinin önemi yoktur. Akşama dek koridor boyunca birkaç kez uğramadığı oda
bırakmaz. Servisin bütün hastalarını, doktorlarını, hemşirelerini, hatta
hizmetlilerini tanır. Günün her saatinde içmek için çay bulabilir. Sigarayı
bırakmak bir yana azaltmadı bile. Yine de hiçbir hemşireye ve doktora
yakalanmamış bugüne dek. Bunu söylerken kahkahayla gülüşünü görsen sinirden
patlarsın kesinlikle. Nasıl katlanıyorum bu adama, değil mi? Bilirsin ben
insanları çeviremem, bana çoğa malolsalar da.
Dün
yine çatkapı girince odaya, pencerenin önündeki güvercinler birden havalandılar. Daha oturmadan başladı
anlatmaya. Hepsi de malumattı anlattıklarının ama, neler biliyormuş güvercinler
üstüne neler. Güvercinin takla attığını ilk kez ondan duydum. Hem de her
güvercin takla atmazmış. Hayretimi anlayınca yüzümden, taşı gediğine koydu;
bunlar kitaplarda yazmazmış!… Günahsız bir ruh ve bir derviş gönlü kadar hafif,
ferah ve temiz olurmuş güvercinler. Bizde güvercin beslemenin uğursuzluk
getirdiğine inanılır, diyecek oldum, aslı yok onların, anlamında elini sallayıp
başını arkaya attı. Ben, ‘derviş gönlü’ deyiminin onun ağzına hiç de
yakışmadığını düşünürken, o sözlerinin hikmetlerini derinleştirerek konuşmasını
sürdürdü. Benim aklımsa hep sendeydi. Pencereden yolu gözlüyor, onun için kısa
kessin istiyordum. Kendisini dinlemek istemediğime aldırmadan konuşuyordu.
İnsanlara
gönül sevinci, iç genişliği, kardeşçe yaşama duygusu ve cennet huzuru verirmiş
güvercinler bulunduğu yerlerde.
Hiç
duymamıştım; hiçbir güvercin Kâbe’ye konmaz ve üzerinden de uçmazmış.
Hira
mağarasının ağzındaki örümcek ağının üzerine yuva yapan o güvercinler de,
Nuh’un, gemisinden uçurduğu güvercinlermiş meğerse.
Sevimli
bir insan olsa, anlattıkları daha da güzelleşecek eminim. Bir yandan sen
gelmeden kalkmasını isterken, bir yandan da güvercinlerle ilgili anlattıkları
hoşuma gidiyor, kuşlara karşı sevgim artıyordu.
Geldiği
gibi birden kalktı. Oturduğum yerde toparlandım. Anlattıklarının etkisinde
kaldığımı; ‘Ziyaretçi saatinden sonra beklerim’ diye davet ettiğimi farkedince
anladım.
Bizler
böyleyiz işte. Size ait bir nedenle, bir çağrışımla duygulanır, hatta o
duygularımızın seline kapılırız. Kırılgan bir hâlde sizin tasarımlarınızla
biçimlenmeye hazır bekleriz sevgili imgesinin önünde. Oysa sizler bütün
yumuşak, sevecen, şefkatli kuşatıcılığınızla, tepkeli davranışlarınız ve
kadınlığınıza özgü çoğu zaman farkedemediğimiz ve bize hoş gelen kurnazlıklarınızla
kendinizi gizler ve korursunuz. Bizim tersimize, zayıflığınızla güçlü,
şefkatinizle sertsiniz. Bizi varlığınız karşısında şaşkına çevirişiniz de işte
bütün bu yollarla gerçekleşiveriyor. Cinsiyetinizin ve şehvetinizin sessiz seli
varlığımızı silip süpürüyor; size ait ve sizinle ilgili olan, ya da öyle
sandığımız her şeye bağımlı hâle getiriyor bizi; dilsizleştiriyor,
elsizleştiriyor. Sevdiği kadın karşısında ‘erkek gibi’ durabilen bir tane bile
hemcinsimi hatırlamıyorum. ‘Kendini tüketme’nin resmini görünüşte siz,
gerçekteyse biz veririz hep.
Bütün
bunları, o yaşlı ve çenesi düşük hastaya, nasıl katlandığıma şaştığın için
söylüyorum.
Bilirsin,
yakınamam bile sana karşı.
Bizim
için bir kadın tarafından farkedilmiyor olmak kadar tedirgin edici başka bir
şey olmadığını, bilgi olarak bilmeseniz bile içgüdüsel olarak bilirsiniz.
Erkeğin kendine duyduğu güvenin en az yarısını, bir kadın tarafından görüldüğü,
sevildiği, belki çok saçma gelecek ama korunduğu düşüncesinin sağladığını da
hep bilmez görünür kadınlar.
Sizin
bilinmezliğinizdir bizim için çekici olan. Aynı zamanda vazgeçilmez olan. Bir
kadın varlığının duyurduğu yanıltmaç yani…
Demek
istediğim şu güzelim; senin aynana hayretle bakamasam, gözlerimden ötesi
boşluk!
İşte
böyle. Akşamdan sabaha, sabahtan akşama dek burada oturup geçmişti gelecekti,
diye düşünerek seni çoğaltıyorum, çoğaltıyorum sonra da gönlüm karışıyor, aklım
şaşıyor.
Diyeceğim,
ilk günlerin o alacakaranlığı sürüp gidiyor hâlâ. Sanırım biraz da insan
ilişkilerinin sürekliliği bu alacakaranlığa bağlı.
Bu
alacakaranlıkta bizi istediğiniz biçime sokarak, dönüştürerek, âdeta elimizden
tutarak alıp gidiyorsunuz. Bu yürüyüş bazen hırçın, sinirli, didişerek, bazen
de mesafeli, sessiz, bezgin ve ağır oluyor. İnsanlık hâli işte, her durumda da
ellerimiz ayrılmıyor, ilişkilerimiz kopmuyor, çoğalarak gidiyoruz.
Hatırlıyor
musun, birbirimize birer pencere gibi açıldığımızı söylerdik. O pencereden ne
denli az ya da çok şey gördüğümüz bir yana, gözlerimizi açmak gibi bir şeydi
bu; bir kez daha ve göz göre göre doğmak gibi bir şey…
Kâlbin
üzerine, atışıyla uyumlu ve sürekli bir ışık vurması…
Ellerimizde,
birbiri ardına mecaz çıkınlarının çözülmesi…
Bizi
kuşatan sımsıkı gerçekliklerden kopup ayrıksı yanılgıların işaret taşlarına
elyordamıyla tutuna tutuna yürüyüşümüz…
İşte
beni bu taşların arasına sürükleyen de, burada önüme düşüp, elimden tutup
kılâvuzum olan da sendin. Her zaman tüyleri kabaran biz oluruz ama önden giden
yine sizsinizdir. Varsın olsun. Sanki erkeğin yolundaki tuzaklar hep yenilgiyi
sağlar bize. Zayıflıkla işaretlenen siz, yenilen biz oluruz. Önce uyanır, sonra
da uyuruz.
Bakma
sen böyle içlenip durduğuma. Şikâyet değil bunların hiçbiri. Burada geçen
günler, gönül defterimin yapraklarının kıyılarını örseledi. Bu sararmış ve
örselenmiş yapraklara elimi sürüp baktıkça hayatımın ve senin, ıslak bir dudak
gibi gerilerde kaldığınız duygusuna kapılıyorum. Bundan işte içlenip
durmalarım.
Hep
söylenip durmaz mıyım; kitaba el basarım senden başka dostum yok!…
Hepsi, hepsi bu işte!
Hüseyin Su’nun Gömleği Yırtık Kırmızı Gül’ü üç
katmanlı bir öyküdür. Birinci katmanda babaanne ve dedenin evlilikleri ve
ilişkileri, ikinci katmanda anne,
babaları ayrılan üç kızın babaanne elinde büyümeleri, üçüncü katmanda
anlatıcının eşiyle olan ilişkisi yer alır. Üç katman da bir kişinin duyuş ve
tanıklığıyla, sadakat, arzu, kırgınlık ve üzüntüden oluşan dörtlü kavram
çevresinde anlatılır.
Babaanne ile dedenin evlilikleri
zor olmuştur. Oğlunun yuvasının dağılmasından duyduğu üzüntüyle hastalanan
babanne uzunca bir süre iyileşemeyince, dede ikinci evliliğini yapmış, dedeye
küsmeyen ama kırılan babanne, anlatıcının evine yerleşerek, onu büyüttüğü gibi
onun çocuğunu da büyüterek orada ölmüştür.
Anne ve baba en küçüğü dört yaşında olan üç çocuğa
rağmen ayrılmış, çocuklar babaanne elinde büyüyüp, evlenmişlerdir. Üç çocuktan
en küçüğü olan anlatıcı, hâlâ yaşadıkları halde, üç kardeşin de hayatında bir
anne ve bir baba olarak yerleri olmayan eşlerin ayrılışlarına cevap
bulamamakta, “İki insanın ‘bir hayatını’ çocuklarının bile köprü olamayacağı
bir şekilde bu denli büyük bir uçurumla ayıran neydi” diyerek sorgulamayı
sürdürmektedir.
Hüseyin Su, Gömleği Yırtık Kırmızı Gül’de anlatım
eylemler ve imgeler üstünden yoğunlaştırılmıştır.
Öncelikle öykünün adı tıpkı “Yusuf Sınırı” gibi Hz.
Yusuf imgesinden üretilmiştir; Dedenin, babaanneyi kendisiyle evlenmeye ikna
etmek için buluştuğunda, onu hızla eğilip öperek, sanki ona “kendine ait bir
işaret” koymasını hatırlayan babaannenin üçüncü gözlerden saklayamadığı bir
hicab, Züleyha validemizin, kendisinden uzaklaşan Hz. Yusuf’u durdurmak için
yaptığı eylem ve sonuçla bitişir. Bir yanıyla kutsal bir değer (günahtan
korunma çabası) taşıyan bu hicap, bir yanıyla da sevgisi, zaafı, arzulanması ve
azulamasıyla insan gerçeğini temsil eden yegane sözcük olarak kıymetlenir. Bu
nedenle, babaanne, yıllarca eşinin yüzüne bakmadığı halde ölünceye dek söz
konusu imgeyi sahiplenir ve korur. Çünkü o imge hem kadın oluşunun hem de eşine
sadakatinin bir göstergesidir.
Hastalığı nedeniyle babaanneyle hemhal olamayan
dedenin cinsel sıkıntısı gündelik eylemlerine yansır; az konuşur, hiç gülmez,
sofradan doymadan kalkar, gündüzleri eve gelmez, başağrıları artar... İkinci
evliliğe karar verdiğinde ise sesi dirilir, hareketleri canlanır, gözleri
ışır...
Anlatıcının eşini avuçlarının içinde boğmak üzere
olduğunu farketmesini sağlayacak şekilde aile içi problemlere bilgece yorumlar
getiren, oğlunun tutunamayış acısıyla yataklara düştüğü halde, sevdikleri
seviyor diye sevmeyeceklerini bile seven, hayatını zora koşanların imdadına
yetişen babaanne,
“-Sevilmek hoş bir şey. Kocan bunu bile anlayamıyor,
senin hardal gibi dilin yüzünden.”,
“-Üstüne çıkıp tepindiğin yer yeşersin, üstelik orada
gül de bitsin istiyorsun sen.”,
“-Çek elini oradan, kalbini kanatmak için uzatıyorsun
sen tırnaklarını”
sözleriyle gerilimleri yumuşatırken, başkalarını
rahatsız etmemeye ayarlı davranışlarıyla, eşine olan sadakatiyle, sevgisiyle
hayatın ilahi dengelerini kurmaya ödevli bir kadın olarak seçkinleşir.
Gömleği Yırtık Kırmızı Gül’e ilişkin bu yorumları
yapadururken şu ikilem kendini hatırlatıp durdu: Babaanne, “Yusuf Sınırı”na
uygun davranış ve düşünüşü içselleştirdiği için mi bu öykü “Yusuf Sınırı”na
verilebecek güzel örneklerden biri olmuştur, yoksa Hüseyin Su, “Yusuf Sınırı”nı
bir tahkiye biçimi olarak içselleştirdiği için mi babaannenin hayatını böyle
kurgulamıştır? Konumuz özelinde verilecek iki cevap da olumludur. Bu ikilemin
aynı zamanda, bir tahkiye biçimi olarak “Yusuf Sınırı”nın, hem güzel
yaşantıların keşfiyle, hem de yaşantıların kurguyla güzelleştirilmesiyle de
uygulanabileceğini göstermesi bakımından ayrıca üzerinde durulmalıdır.