Hüseyin Su

Öykü Yazarı

Doğum
20 Ağustos, 1952
Eğitim
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Burç
Diğer İsimler
İbrahim Çelik

Öykü yazarı, editör. 20 Ağustos 1952, Çiçekdağı / Kırşehir doğumlu. Asıl adı İbrahim Çelik’tir. Ortaöğrenimini Kırıkkale’de tamamladı. Ankara Üniversitesi DTCF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (1980) mezunu. 1980’den itibaren Kütahya, Adapazarı ve Ankara’da öğretmenlik, 1997’den sonra Millî Kütüphane’de şube müdürü ve Beyazıt Devlet Kütüphanesinde müdür yardımcısı olarak görev yaparak 2000 yılında emekliye ayrıldı.

İlk öyküleri “Tüneller” ve “Ateş”, Edebiyat (Ocak 1981) dergisinde yayımlandı. Sonraki yıllarda Edebiyat (1980-84), Mavera (1984), İlim ve Sanat (1986-88) ve Hece (1997-), Heceöykü (2004) dergilerinde öyküler, denemeler ve incelemeler yazdı. Arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Hece (Ocak 1997), Heceöykü (şubat 2004) dergileri ile Hece Yayınlarının yayın yönetmenliğini yaptı. 

Gülşefdeli Yemeni adlı eseriyle, 1998’de, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Öykü Yazarı seçildi. “Ateş” adlı öyküsü 1983’te Boşnakçaya, “Giden Gün Ömürdendir”, “Gülşefdeli Yemeni” ve “Ana Üşümesi” adlı öyküleri de Arnavutçaya çevrildi.

Hüseyin Su, öykülerinde sade bir dil ve etkili bir anlatım tarzı kullandı. Türkçeyi kullanışı titiz ve bilinçlidir. Karakterlerin iç dünyasını başarıyla sergileyen öykülerinde, yazarın modern hayatla hesaplaşmasının izlerine sıkça rastlanır. Edebiyat üstüne yazılarında kültürel sorunları işledi.

 

Hüseyin Su İçin Ne Dediler?

 

“Gülşefdeli Yemeni (1998), Ana Üşümesi (1999), Aşkın Hâlleri (1999) adlı kitaplarında topladığı öykülerde, nostaljik duyuşları, yaşayan gelenekler ve anlayışlar çevresinde güncelleştirerek bu zamana eklemleyen Hüseyin Su, deyim yerindeyse, zengin bir kültürel hayatı, niteliksiz ve kimliksiz bir hayatın içinde yeniden yeşertmeye, onun silikleştirilmiş tonunu mümkün olduğunca yeniden koyulaştırmaya çalışmaktadır.

 “Öykülerinde, aile dramlarını, kuşak ve cinsiyet çatışmalarını, içsel huzursuzlukları, ruhsal boşlukları, kimlik sorunlarını derinlemesine ele alan Hüseyin Su, bunları ince ayrıntılar, psikolojik belirlemeler ve mizaç çözümlemeleri eşliğinde yer yer şiirsel bir söylemle, gözlemci gerçekçi bir bakış açısıyla sunar.” (Ömer Lekesiz)

 

***

 

“Yayınladığı her kitabıyla öykü evrenini sürekli çeşitlendiren, zenginleştiren Hüseyin Su, yitip giden güzellikleri, kaybettiğimiz manevi zenginlikleri, kuşaklar arası çatışmayı, her şeyi değiştiren/bozan “yeni”nin birey ve aile üzerindeki yıkıcı etkisini, çocukluğun saf ve temiz duygularını, derinlikli bir psikolojik tahlil ve ustalıklı bir biçim tercihiyle öyküleştirmiş sonuçta kendisine Türk öykücülüğünde kolay görmezlikten gelinemeyecek bir kanal açmayı başarmıştır.” (Necip Tosun)

 

***

 

“Hüseyin Su, Ömer Seyfettin geleneğiyle Sait Faik çizgisini birleştiriyor öykülerinde. ‘Bu Toprak’ın öykülerini yazıyor. Anlattığı insanlar, şehirler, kasabalar, dükkanlar, Kur’an kursları, cami avluları, mevlitler, babaanneler, dedeler, torunlar, eşler, arkadaşlar, yanılmışlar, yanılgılar, üzünçler, hüzünler, ezanlar, bebekler, yollar, sular, nehirler ve dağlar, gönüldeki dağların toplamı, ‘bu ülke’nin temiz bir vicdandan görünümü. Hüseyin Su, bir anlamda bir ‘durum öykücüsü’ denebilir. Ama, onda olay da önemlidir, olayların içyüzü de. O içsel macerayı, kelimeleri adeta gönlünden çıkıyormuş gibi yazar ve anlatır.” (Sadık Yalsızuçanlar)

 

ESERLERİ:

 

Öykü: Tüneller (1983), Gülşefdeli Yemeni (1998, 2012, 2018), Ana Üşümesi (Tüneller’in yeniden düzenlenmiş hâliyle, 1999, 2008, 2017), Aşkın Hâlleri (1999, 2014, 2018), İçkanama (2018), Kırklar Cemi (2020).

Deneme-İnceleme: Bir Yağmur Türküsü (1999), Öykümüzün Hikâyesi (2000), Teori ve Eleştiri (2004), Dil ve Düşünce (2004), Irmağın İçli Sesi - Atasoy Müftüoğlu Kitabı (2007), Bir Yağmur Türküsü (2015), Hikaye Anlatıcısı (2016), Yazı ve Yazgı (2017), Edebiyat Eylemi ve Nuri Pakdil (2017), Entelektüel Öfke – Nuri Pakdil (2018),

Söyleşi: Keklik Vurmak (2015).

Yayına Hazırlama: Asaf Halet Çelebi Kitabı (İlyas Dirin ve Şaban Özdemir ile, 2003).

Kürtçe: Her Roj Ji Emir Diçe (Öykü, 2018).

 

KAYNAKÇA: Atıf Bedir / Hüseyin Su ile Konuşma (Edebiyat, sayı: 38+110, 1984), Mustafa Kutlu / Edebiyatın Akıbeti (Yeni Şafak, 4.2.1997), Mehmet S. Fidancı / Hüseyin Su ile Edebiyat Serüveni Üzerine (Gündüz, 6.7.1999), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Ömer Lekesiz / Yeni Türk Edebiyatında Öykü (c. 5, 2003) - Öykü İzleri (2000) - Kuramdan Yoruma Öykü Yazıları (2006), TBE Ansiklopedisi (2001), Anadolu Gençlik (Eylül 20Hüseyin Su Dosyası (Kafdağı, sayı: 57, 2004), Kemal Aykut - Ömer Lekesiz / Hüseyin Su Kitabı (2005), Yaşayan Portreler – Hüseyin SU; Edebiyatımızın Çalar Saati / Fahri Tuna (konusansayfa.wordpress.com, 03.05.2019), Hüseyi Su Kitapları (sozcu.com.tr, 03.05.2019).

GÜLŞEFDELİ YEMENİ

 

                                                                                        Yunus’un anısına;

                                                                                        ‘paslanmaz bıçak’ gibi.

 

 

Olan o gün oldu, o gün ve o ân.

Oldu ve bitti. İlk ânda yalnızca bana oldu sanmıştım. Ama değil, ona da oldu, nişanlıma yani. Parmağımızdaki yüzüklerimiz daha yerlerini ısıtmamıştı bile. Ağzından çıkan sözün bu denli ağır düşeceğini kestiremedi belli ki, düşünemedi enine boyuna. Demek ki onun gırtlağı dokuz boğum değildi. Sözünü geri almak, sözün açtığı yaraya merhem olmuyordu işte, yırttığı yeri yamamıyordu. İki yıldan beri özenle dokuduğumuz kumaş, bir ânda yırtıldı gitti. O yara, kanayıp duruyordu şimdi gözlerimizin önünde. O yara ki, halam onu altmış yıldır ihtimamla taşıyordu kâlbinin en mutena yerinde; tam ortasında. Biliyorum, aramızda yırtılan kumaşın yarısı elinde; halamı, kâlbini, yarasını göremeden ve neye uğradığını bilemeden duruyordu karşımda. Parmağımdaki yüzükle oynuyorum sandı. Çıkardım, elini tutup avucuna koydum. Aynen filmlerdeki gibi. İki yüzüğün birbirine değmesiyle çıkan metal sesinden anlamış olacak ki olup biteni, irkildi birden. Hiç konuşmadan, halamın ardından odasına geçtim. Az sonra salonun kapısının, ardından da dış kapının açılıp örtülüşünün sesi duyuldu. Gidiyordu besbelli ve elinde iki parça gönül kumaşı vardı. Omuzları düşmüş, kolları sarkmış mıydı bilmiyorum. Düşüncemin ardını kovalamadım. Kendime yenilmekten korktum.

Altmış yıldan beri, halamın gözünden daha çok koruduğu o değerli şey, sanki bir kristal gibi ellerinden kayıp üçümüzün ortasına düşüvermişti işte. Eğilip toplayamazdık artık onları. Benim ayaklarıma batan kıymıkların, halamın kâlbini nasıl dağladığını, ona nasıl acılar tattırdığını anlayabiliyordum. Çünkü bugüne dek onu hayata bağlayan duygularının, anılarının, kâlbinde, yedi kat muşambaya sarılı bir muska gibi sımsıcak sakladığı sevginin, çocukluğum ve gençliğim süresince tanığı olmuştum. O anıların ve mukaddes bir duyarlık kazanmış o sevginin bana nasıl sirayet ettiğini bizzat yaşayarak görmüştüm. Hiçbir şeyi uzun uzun anlatmadığı hâlde her geçen gün halama daha çok yaklaşmış, onu daha çok sevmiş ve anlamıştım. O da, benim bu hâlimi gördükçe, yarasına merhem sürülmüş gibi rahatlar, durulurdu.

Halamın öyküsünü derli toplu hiç kimseden dinlemedim. Onun hayatı, herkes için söze dökülemeyecek kadar manevî bir mahremiyete sahipti âdeta. Herkes, halamdan söz ederken, koruması gereken mesafeyi, durması gereken yeri, aşmaması gereken sınırı bilirdi. Bütün bunlar, onun konuşulamaz bir insan oluşundan değildi elbette. Tam tersine; yüzünden tebessümü hiç eksik olmayan, sevecen, yumuşak başlı, evde her şeye, her yere, her işe yetişmeye çalışan bir insandı. Büyüklerden birisi biz çocuklardan bir şey isteyecek olsa, yerinden ilk yekinen halam olurdu. Ellerimiz onun eteğinden ayrılmaz, dizinin dibinden kalkmazdık. Bir tavuğun civcivleri gibi, halam ev içinde ve ev dışında nereye giderse biz çocuklar da ardından dökülürdük hemen. Ben de ablalarım da ne öğrendiysek halamdan öğrenmişizdir. Dört kardeşin dördü de doğumumuzdan itibaren halamın koynunda büyümüşüz. Geceleri ağladığımızda o uykusuz kalır, bezimizi o değiştirir, beleğimizi o sarar, beşiğimizi o sallarmış. Hastalandığımızda neremizin ağrıdığını annemizden çok halam bilirmiş. Dördümüzü de annemiz doğurduğu hâlde halamız büyütmüş. Bütün bunlara karşın bir kez bile şikâyet ettiğini, alnını kırıştırdığını gören olmamış. Bizi, anne ve babamızdan daha çok sahiplenirdi halam. Onlara karşı bile korurdu. Anneme ve babama karşı inatlaştığım, onları dinlemediğim olurdu, ama halamın önünde bir avuç topraktım her zaman. Ablalarım da öyle.

Babamın büyüğüydü halam. Hem bu nedenle, hem de ayrıntılarıyla bilmediğim öyküsü nedeniyle gerek babamın, gerekse annemin halama karşı görülmedik bir biçimde saygıları vardı. Dedemle babaannem öldükten sonra evimizi çekip çeviren görünürde babam, evin hanımı da annem olduğu hâlde; evimizde sözü geçen, bir ‘hanımsultan’ ağırlığı ve etkinliği ile yine halamdı. Ablalarımın da, benim de adlarımızı halam koymuş. Benim adımın konmasında buruk bir gerginlik yaşandığını da halam anlatmıştı bana. Ablalarımda olduğu gibi, annemle babam adımı koymasını ondan bekleyip durmuşlar tam bir hafta. O da koymak istediği adı söylemekten utanıp, kendisinin ne demek istediğini anlayarak onlar söylesin diye ummuş. Sonunda babam nüfusa kaydettireceğini söyleyince, beşiğimin başına gelmiş, kundağımı kucağına almış, önce dudakları titremiş, gözleri buğulanmış. Öpmüş, yanağımı yanağına bastırıp kulağıma adımı söylemiş: Hayatında bir kez, onu da suyolunda gördüğü nişanlısının adıymış bu.

Ben de, yanağıma düşen gözyaşı damlalarıyla ürpererek, gözlerimi açıp çil çil halamın yüzüne bakmışım. Bütün bunları bana anlatırken, hâlâ çil çil yüzüne bakan bir bebeği sever gibi yanağımı okşar, alnıma düşen saçlarımı yukarı kaldırırdı parmaklarıyla.

Halam, bana adını verdiği nişanlısını bir kez görmüş. Buna da görmüş denir mi bilmem. O zamanlar köyde oturuyorlarmış. Daha sonra babamın işi nedeniyle gelip yerleşmişler şehre. Halamın nişanlısı askere gitmeden önce dedemlerle vedalaşmak için evimize gelirken, halam da suya gidiyormuş. Sokağın başından nişanlısının geldiğini görünce tepeden tırnağa ateş basmış halamı. Nereye bastığını bilemez olmuş. Etrafındaki her şeyin dönmeye başladığını sanmış. Nişanlısı üç beş adım ilerisinde durup kendisinin yaklaşmasını bekliyormuş. Şöyle bir göz ucuyla bakacak olmuş, hepsi bu kadar işte. Altmış yıldan beri belleğinde sakladığı resim, o göz ucu bakışın alıntıladığı görüntüymüş. Bağlı kaldığı yakınlıksa bir adım arayla yanından geçişten ibaretmiş. O karşılaşmadan, nişanlısının ‘Yarın gidiyorum, Allahaısmarladık’ dediğini, kendisinin de ‘Güle güle, yolun açık olsun’ diye cevap verdiğini hatırlardı hep. Bu iki cümleyi her tekrar edişinde tatlı tatlı hüzünlenir, ağzında bir akide şekeri eziliyormuş gibi yanakları eminirdi. Eve giden nişanlısının elinde bulunan, halam için babaanneme bıraktığı hediyeleri bile fark etmediğini biraz mahcup, biraz da saf bir gururla hatırlardı. Babaannem, hediyelerini verirken, nişanlısının vedalaşmaya geldiğini söyleyip ‘Allah kavuştursun’ demiş halama. Halam, ‘Yolda karşılaştığımızı annem hiç bilmedi’ derdi. Bununla övünür müydü, yoksa üzülür müydü kestiremezdim.

Halamın nişanlısı askerden dönmemiş. Ölmüş, öldüğü yerde de toprağa vermişler. Onu yakıp kavuran hasreti yüzünden okunurdu, ama bu hasretini dile getirdiği tek cümlesini bile duymadım ağzından. Birçok şey anlatacağını umarak nişanlısının neden öldüğünü sorduğumda bir sözcükle cevap verirdi; inceağrıdan. Nişanlısını alıp götüren inceağrı, halamda anlaşılmaz derecede incelmiş bir sevgi ve sadakate dönüşmüştü.

Halam, annemin, babamın, bizlerin, bütün yakınlarımızın ve onu tanıyan herkesin kırmaktan, incitmekten kaçındığı, saydığı, sevdiği ‘halakız’dı. Asıl adını ancak büyükler bilir ve herkes ona ‘halakız’ derdi.

Canlı bir bereket gibi dolaşırdı evimizin içinde halam. Onun gözünün gördüğü her yer düzelir, elinin değdiği her şey çoğalırdı âdeta. Ağladığımızda elini başımıza koysa su gibi durulurduk. Ne ablalarım birbirleriyle, ne de ben ablalarımla kavga edebilirdik halamın yanında. Sesini yükseltmeden, hiçbirimizden yana fark edilebilir bir tavır koymadan hepimizin hırçınlıklarını giderir, bir ortasını bulup isteklerimizi yerine getirir ve sonunda dördümüzü de kanatlarının altında toplardı. Annem için bir görümceden çok, kendisini sevdiren, saydıran, her işin ucundan tutan, kocasına, misafirlerine karşı hiçbir zaman eli ayağı dolaşacak durumda kalmasına fırsat vermeyen bir öz anneydi. Babamla annemin sözleri karşılaşacak olsa hemen araya girer, annemi arkalar, babamın da aile erkeği gururunu koruyarak ortalığı yatıştırırdı.

Halamın odası benim için evimizin en temiz, en huzurlu köşesiydi. Yatağını ne zaman açar, ne zaman toplar farkına bile varamazdık. Giysilerinden hiçbirini sağda solda bırakmazdı. Odasında yok denecek kadar az eşyası vardı. Hiç giysi dolabı da kullanmadı halam. Giysilerini duvardaki askıya asar, üzerine de bir örtü çekerdi. Diğer eşyaları ise odasının iki yanında karşılıklı duran iki kanepenin altında olurdu. Seccadesi, sağ köşesi kıvrılmış olarak sürekli serili dururdu köşede. Tespihi, bir çatal iğneyle seccadesinin kıyısına takılı olurdu hep. Burcu burcu kokardı bu oda her zaman. Kapının ardındaki sandığı bizim için mucizeler dükkânıydı. Ablalarımla birlikte halama sandığını sık sık açtırır, bohçalarını çözdürür, her bir eşyasını, yıllardır bizlerin kısmeti diye sakladığı, çoğunun adını halamdan ve ablalarımdan duyduğum örtüleri, işlengileri, oyaları, pullu tülbentleri, nişanlısından kalan kehribar tespihi, kat kat örtüler içinde sakladığı sararıp solmuş, köşeleri kırılmış, kıvrılmış fotoğrafları, taşlı yüzüğü, kolyeleri, fotoğrafsız boş, sırmalı çerçeveyi elden ele dolaştırır, kokularını içimize çeker, gizemli bir saygıyla halama verirdik. O da, hepsini, ayrı ayrı eski bohçalarına yerleştirir, yıllardır sabitleşmiş köşelerine koyardı. Halamın sandığını açması, bohçalarını çözmesi bizim için apayrı bir oyun ve mutluluktu. O sandıkta ve sandıktaki eşyalarda ne bulurduk bilmiyorum.

Ablalarım bir bir gelin olup gittikçe halamın sandığı da boşaldı. Yalnızca benim için sakladığı eşyaların bohçası kalmıştı. Her biri için daha çocukken kendilerine vereceğini söylediği çeyizler için ne kavgalar ve küsüşmeler olurdu ablalarım arasında. Halam, hepsinin arasını bulur, her birini de kendisine vereceği çeyizin en güzeli, en sevdiği şey olduğuna inandırırdı. Bunların hiçbirini biz çocuklardan başka kimseye de açıp göstermezdi. Annem bile bilmezdi halamın sandığındaki çeyizlerin neler olduğunu. Bizler, halamın bizim için neler neler sakladığını anlattıkça, annemle babam memnun, biraz da üzgün gülümserlerdi. Annem, ablalarım için bir şeyler alacak olsa da babamı razı edemese, ablalarımı, hemen halama yollar ve ertesi gün istedikleri eve gelmiş olurdu. Babam bu ‘hile’nin çoğu zaman farkına varsa bile halama hayır diyemezdi.

Ablalarımın üçünün de gelin oluşundan sonra halamla daha çok yakınlaştık. Daha çok üstüme düşmeye başladı. Oysa neredeyse çocukluk çağını geride bırakmış, delikanlı olmuştum. Liseyi bitiriyordum o yıllarda. Benim için, psikolojik olarak büyüklerden uzaklaşmam, savruk yaşamam gereken bir dönem olmasına karşın, halama karşı düşkünlüğümün artması yaşımı ve psikolojimi aşan bir şeydi. O hiçbir şey anlatmasa, yaşadıklarını hiçbir zaman anmasa da, ben her geçen gün halamın iç dünyasına daha çok yaklaşıyor, hiçbir ayrıntısını tam olarak bilmediğim öyküsünü, sadakatini, sevgisini, yaşlandıkça incelen, inceldikçe güzelleşen ‘halakız’ı daha çok seviyor, daha çok saygı duyuyordum. Tam kestiremesem de halamda beni etkileyen, çeken başka bir şey vardı.

Halamın, benim gözümde bu denli saygınlık kazanması, ona, bir manevî kişiye bağlanır gibi bağlanmam, benim bir pervane, onunsa bir mum kesilmesi, geçmişiyle, geçmişine bağlılığı ve bu bağlılık uğruna evlenmeden, çoluk çocuk sahibi olmadan, ev bark kuramadan, önce baba evinde, sonra da kardeşinin ve gelinin yanında yaşaması, kendisi için genç kızlık düşleriyle süslediği, göz nuru dökerek gece gündüz düzdüğü çeyizlerini, yüzünden hiç eksik etmediği süzgün tebessümle vere vere, yalnızlaştıkça sevgisinin tümünü en yakınındaki kimse ona yöneltmesi değil; bütün bunların ötesinde, hatta üstünde, hayat karşısındaki mazlûmiyetini, sille yemişliğini, dik bir omuzla, ışıltılı ama dokunaklı bir bakışla, hep sessiz ama hiçbir şeyi de cevapsız bırakmayan bir dille, vakarlı ve razı bir duruşla karşılaması, bu karşılamadaki kararlılığı, bir ayak bile olsa geri çekilmeden, sarsılsa bile düşmeden durmasıydı. Halam buydu işte; müşfik ve gergin, ağlamaklı ve güleç, zayıf ve dik, sevecen ve sessiz, yaşlı ve diri...

Tam bir ibadet dirisiydi halam. Bizden duyduğu yorgun mutluluk bir yana, halamın her şeye karşın hayata tutunuşuna, kendi kendisine yettiği gibi benden babama kadar hepimize de yetişmesine, üşengeçlik nedir bilmeyişine, altmış yaşında değil de on sekiz yaşında bir kızmış gibi tezcanlı oluşuna hep imrenirdi annem. Ablalarımın en küçük hatalarında, annemle babamın onlara gösterdiği örnek halam olurdu. Her üç ablam da halama çektikleri konusunda aralarında yarışırlar ve her biri en çok kendisinin halama benzediğini iddia ederek nasıl bir becerikli kız olduklarını kanıtlamaya çalışırlardı. Nasıl olsa kız halaya çekerdi. Geç yatar, erken kalkar, az uyur, ama hep dingin olurdu. Ramazanda sahur, diğer günlerde sabah namazları ve bütün vakitler için evimizin, ileri gitmeyen, geri kalmayan, durmayan çalar saatiydi. Her sabah babamı, annemi, ablalarımı ve beni mutlaka uyandırırdı. Günde beş vakit, vaktin geldiğini, ihmal etmişsek geçtiğini bize hatırlatır, aymazlığımız devam ediyorsa sitem ederdi. Yatmadan önce her gün hiç aksatmadan abdest alır, odasına çekilir ve gecenin geç saatlerine dek ışığı yanardı. Hayattan farklı bir birikim elde etmişti halam. Hayatı, hepimizinkinden çok farklı bir süzgeçle süzmüştü o. Bu nedenle onun elindeki hayata ilişkin tutunacak ipuçları, değer yargıları ve yaslanılacak dayanakları bizimkilerden çok daha farklı ve yalın görünüyordu bana. Onun korunakları bambaşkaydı. Onun için de bize dokunan ona pek dokunmuyor, bizi yıkan onu yıkamıyor, belki yalnızca sarsıyordu. Onu yıkan ve yakan şeyler de bize kâr etmiyordu. Onun çifte kavrulmuş kâlbi, yakınlarının ve tanıdıklarının tümünün yerine birden yanacak kadar göyünmüştü acı ve hasretle.

Bizim için olduğu kadar yakınlarımızın, tanıdıklarımızın ve uzak, yakın bütün mahallelilerin de ‘hala’sıydı o. Bu nedenle evimizin kapısı âdeta örtülmek bilmezdi. Halamın kendisine olan mahviyetle özdeş güveninin kat kat fazlası, onu diğer insanların nezdinde de ‘ermiş kadın’ konumuna getirmişti. Söyleyeceği hiçbir şey olmasa bile, ki çoğu zaman bir şey de söylemezdi, sonuna kadar, çocuk, genç, yaşlı demeden herkesi dinlerdi. Belki de onun bu yumuşak sabrıydı insanların acısını alan ve onları rahatlatan. Düşünüyorum da, konuşsa ne söyleyebilirdi halam, sabah akşam durmadan kendisine gelip gidenlere… Güleryüzle karşılayıp gönderme ve; sabret, her şey geçer, Allah kerim, kâlbini bozma, ne istersen O’ndan iste, ne verirse O verir, biz neyiz ki, kulun elinden bir şey gelmez, deniz insanın malı olsa yanmışa bir bardak su vermez… gibi birkaç söz işte. Zaten çocukluğundan beri Kur’an ve mevlitten başka hiçbir şey okumamıştı. Okuyamazdı da. Mevlidin sonundaki kesikbaş öykülerini, Hz. Ali cenklerini ve Peygamber’in ölümünü anlatan bölümleri akşamları bize ve kendisine çaya gelen kadınlara, emsalleri olan kızlara defalarca ezberden okur, okurdu. Kendisi üzerine kondurmasa bile herkesin gözünde ve gönlünde manevî bir kişilik kazanmıştı halam.

Halakızdı önce o.

Sonra ermiş bir kadın oldu.

Kendisi de, biz de farkında değildik, ama o, gönül yolunda yayan yapıldak ilerliyormuş meğerse.

Kadınlar, genç kızlar rüyalarını yorumlatmak için uzak demez, yakın demez halama gelirlerdi. Onun yorduğu rüyalarından hayır çıkacağına inanırlardı belli ki. Hamile kadınlar, sağ salim doğum yapabilmek için gelip okunurlardı halama. Oysa namazda okuduğu dualardan ibaretti halamın bildiği dualar da. Doğacak çocuklarının adlarını halama koydururlardı. Yakınlarımızın hemen hepsinin çocuklarının adlarını halam koymuştu. Bu nedenle olmalı, düğünlerde bayramlarda yakınlarımız bir araya geldiğinde aynı adla çağrılan birçok çocuk olurdu. Genç kızlar beklentileri, kadınlar kocaları ve çocukları, hastalar sağlıkları, darda olanlar sıkıntıları için halamın duasını alırlardı.

Çevresinde olup bitenlerin, gelip kendisini buluveren bunca insanın, bunca dileklerinin, hayatın bunca kalabalığı arasında bir deniz durgunluğu, güven ve teslimiyet kaygısızlığı ile hiçbir şeyi azımsamadan, hiçbir şeyi yüksünmeden yaşayıp giderdi halam. Daha sonraları kadın erkek, genç yaşlı, çoluk çocuk bütün insanların hayatlarındaki çırpınışlarına daha yakından tanık oldukça, halamın razılığının mı, yoksa insanların cinnete bu denli yakın duruşlarının ve çırpınışlarının mı haklı olduğunu, hatta hayatımıza hangisinin yön verdiğini, hangisinden vazgeçersek kaybedeceğimizi düşündükçe aklım karışırdı. Bu koskoca şehirdeki bütün insanlar gibi babamın da, güneşin doğuşuyla birlikte çıkıp günboyu hayat denen o ‘şey’le çarpışarak, güneşin batışıyla eve dönüp yine halamın dünyasında, kahvesini içip ayaklarını uzatarak, annemin serdiği seccade üzerinde alnını yere koyarak ve bizlerin henüz çarpışmalardan yara almamış, örselenmemiş yüzlerimize dalarak huzur bulması, ‘buraya’ sığınması, gösterdiği yönde yürümeyi tam göze alamadığım titrek bir ok gibi görünürdü hep bana.

İşte o zaman hep ulu bir çınara tutunmak ihtiyacı hisseder, bunun da güvenli bir yere yaslanmak zorunluluğu olduğunu düşünürdüm. Gençlik bunalımlarımla ilgilenmeye çalışan öğretmenim bunun bir kaçış olduğunu söylediğinde, daha o cümlesini tamamlamadan karşı koymuş ve kaçmak isteyenin yönünün kalabalığa, kesintisiz süren, sürekli her alanda kahramanlar üreten, bu kahramanları da hep birbirine kırdırtan şu yanı başımızdaki hayat mücadelesi denilen kavgaya dönük olması gerektiğini söylemiştim. Boyumdan büyük lâflar ettiğimi düşünmüş ve biraz da müstehzî, halamın dünyasını bir boşluk olarak tanımlamıştı. Oysa ben, kendisinin halam kadar bile güvenli basmadığını görebiliyordum. Haklı çıktım elbette. Öğretmenimden öğrendiklerimin hemen hepsini unuttum ama halamla birlikte yaşadıklarım, halamın hayatı, hâlâ benim hayatıma yön veriyor.

Ardından koştuğu bir şey yoktu halamın. İpince bir titreşimdi hayat onun için. Önünü gösteren, kâlbinden düşen ürkek bir ışıktı. Yaşadıklarının tümü, gelip avucunda sarılan bir yumaktan ibaretti. Kâlbindeki derin, ince sızı, hayatı yeniden ve istediği gibi, ihtirassız yoğurma gücü kazandırmıştı ona. Onun için her şey olacağına varıyordu nasıl olsa. İnsanların bunca itişip kakışması ahmaklıklarındandı. Anlıyorum ki, halamın belki de el yordamıyla da olsa bulduğu, sanırım onun neyi bulduğunun farkında bile olmadan bulduğu, o ince bağlantıyı bulmaktı. O, bir bitkinin kökleri gibi toprağın altından akıp giden su damarlarına ulaşmıştı. Halamın öyküsü, insanın o büyük romanına karışıyordu. Halama bakıp yürekleri parçalananlar, onun hasretinde bulduğu huzurdan ve ayaklarının toprağın altındaki suya değişinden habersizdiler.

 

Nişanlım evimize gelip gittikçe, görüşmeleri arttıkça, halamın ona karşı ilk günlerdeki hevesi ve yakınlığı kalmaz olmuştu. Beni kırmaktan korkarak belli etmemeye çalışsa da, bir şeylerin çok iyi gitmediğinin farkına varıyordum, ama bu ilişkinin neresinde ne tür bir yanlışlık olduğunu göremediğim için, yalnızca izliyordum. Halamın gördüğü, benim de görmemem için son derece dikkatli olduğu bir şey vardı. Onu görmeye başlıyordum galiba. Halama yukardan bakıyor, onu evde kalmış bir kız, işçimen, hatta hamarat bir yaşlı kadın olarak görüyordu nişanlım. İlk önceleri tamı tamına böyle tanımlamasam da, hatta tanımlamaktan eğilimlerim nedeniyle kaçsam da gücüme gitmeye başlamıştı nişanlımın tavırları. Halamın karşısında ayak ayak üstüne atması, halamın elinden su alıp içmesi, hemen her şey için halamdan önce davranmaması, tersine nasıl olsa halamın işiymiş gibi istifini bozmadan beklemesi gibi onca çok doğal görünen davranışları kâlbime batıyordu âdeta. Halama bakarak mutlaka eğilip büküleceğini, yeniden biçimleneceğini umuyordum. Ama insan, içindeki alasını, en karşı konulmaz durumlarda saklasa bile, kimsenin önemsemeyeceğini sandığı bir ayrıntı karşısında dışarı vuruyordu.

O da öyle yaptı. Hem kendine hem bana etti. Söyledim ya, en çok da halama etti. Çünkü o unutacaktı. Ben de. Ama halamın yarı yıkık duran gönül duvarı biraz daha uçacaktı. Halam, belki de onun etkileneceğini umarak, benim için sandığında kalan son bohçasını getirip göstermek için odasına gittiğinde, salonda ikimiz oturuyorduk karşılıklı. Saçlarını geriye atıp, ‘Ne vardı ki, onları nereye koyacağım ben?’ dediğinde dişime taş değmişti. Ama iş işten geçmişti çoktan. Halam salona girdi elindeki sarı nakışlı yeşil bohçayla. Belki de kâlbine doğmuştu, yüzünde ürkek bir tebessüm dolaşıyordu. Halamın çıkarıp gösterdiği onca çeyizden yalnızca karyola ve masa takımını eline alıp şöyle bir baktıktan sonra sehpanın üstüne bırakıverdi. Kehribar tespihi bana verdi halam. Acemi parmaklarımın arasında kayan tespih tanelerinin çıkardığı şıkırtı kâlbimin üstüne vurup salonda yankılanıyordu. En sonunda bir çift yemeni çıkardı bohçasından halam, gülşefdeli bir çift yemeni. Yemeniler dillerinden iple birbirine bağlanmış ve topuklarına da basılmıştı. Hiç giyilmemişti. Derisi buruşmasın için olacak içleri de bezle doldurulmuştu. Yemenilerin içlerindeki bezleri çıkartıp bana uzattı ve ‘Onun için almıştım ta o zaman, sonra sana sakladım. Kısmet seninmiş’ dedi. Yüzünü allar bastı halamın. Titreyen ellerini boşalan bohçaya dolayıp gizledi. Yemeniler manevî birer eşya olarak elimdeydi, nutkum tutulmuştu. Deri ve naftalin kokusunu hissediyordum yalnızca. Nişanlıma uzattım. İki parmağıyla yemenileri birbirine bağlayan ipten kaygısızca tuttu ve yan tarafa bırakıverdi. Basit bir gülüşle güldü. O basit gülüş, bir değirmen taşı gibi halamla benim kâlplerimizin üzerine düştü. Sonra da bir cümle ile o değirmen taşını döndürdü: ‘Zevksiz ve çok eski şeyler hepsi de’ dedi. Sesinin bu denli soğuk ve kuru olduğunun farkına nasıl da varmamıştım. Halam da, koynundan çıkardığı beşibiryerde’yi ona uzatıyordu tam o sırada. Boşalan bohçasını kıskıvrak toplayıp kalktı halam. Nişanlıma baktım. Ne yaptığının, neyi küçümsediğinin farkında bile değildi.

İşte olan olmuştu artık.

 

Halamın odasına girdiğimde, elleri koynunda, kanepenin pencereye yakın ucuna ilişmiş oturuyordu. Yüzü pencereye dönüktü. Ben içeri girince olduğu yerde kıpırdandı. Yüzüne yaydığı gülümsemeyi seğriyen dudakları zor zapt ediyordu. Yalnız bırakmasaydın, dedi. Yutkundu. Asıl kendisiydi yalnız kalmak isteyen. Hâliyle beni etkilemek istemiyordu. Doğru söylüyor, hepsi de işe yaramaz, kullanılamayacak şeyler, dedi. Benimkisi de işte… diye içlendi, elini hafifçe boşlukta salladı. Halamın yaşlandığının ilk kez farkına varıyordum.

Sonunda kendini tutamadı.

Gözyaşları kâlbimin üstüne bir sağanak gibi indi birden. 

GÜLÜMSE HAYAT, GÜLÜMSE!

Daha bir saat bekleyecektim burada. Olduğum yerde oturup durmaktan omuzlarım ağrımıştı. Üstelik hiç yapmadığımı yapmış, üç tane de gazete almıştım gelirken. Her üçünü de okuyup bitirmiştim daha şimdiden. Gerçekle hiçbir ilgisi olmayan çarpıtılmış haberler ve yorumları, uçuk, ukala ve emireri mantığı ile iğdiş edilmiş köşe yazıları... Yıllar önce benim de onlardan biri olduğum gazete bağımlılarının ruh halini benim kadar hiç kimsenin anlayabileceğini sanmam. İyi ki hergün bu gazetelerin ağırlığı altında ezmiyordum artık kendimi. Onca çarpık, uçuk ukalalıkların yapış yapış satır aralarında perişan olmuş bir halde dolaşıp duran, hepsine de akıl yetirmeye çalışan zihinleri düşününce... Ne iyi etmiştim de kendimi gazete okuma alışkanlığından kurtarmıştım. Oh, Tanrım, çok şükür. Bunca zaman sonra bugün üç gazeteyi birden okumamın tek yararı bu olmuştu işte .

Ben böyle kendimi oyalayıp dururken, sanki koskoca terminalde başka oturacak hiçbir yer kalmamış gibi beni, biraz daha öteye git, dercesine iteleyerek gelip oturdu yanıma. Altında kalan ceketimin ucunu çekip kurtarmaya  çalışarak dönüp baktığımda adeta burun buruna geldik. Tüylerim diken diken oldu. Kıpkırmızı bir yüz ve o yüzdeki iki derin çukurdan birer kor parçası gibi çıngılar saçan iki göz omuzbaşımdan, kaidesinin üzerinde yıllardır duran bir heykel başı gibi gözlerimin içine bakıyordu, öylesine değil, bütün yakıcılığıyla. Ürpermeden öte bir duyguyla titredim farkedilir bir biçimde, söylemesi neden ayıp olsun, daha doğrusu korktum. Altımdaki metal oturağın üzerinde kayarak çekilmeye çalıştım ve onun altında kalan ceketimin ucunu da ancak o zaman kurtarabildim.

Korktuğumun farkedilip farkedilmediğini anlamak için yanımızda ve karşımızda oturan insanların yüzlerine bakmaya çalıştım, şöyle bir gözucuyla. Herkes yalnızca ona bakıyordu, benim korkum kimsenin umurunda bile değildi, belki de normaldi, kim bilir benim yerimde kim olsa, o yüzü ve o gözleri omuzbaşında birden bitivermiş ikinci bir kafasındaymış gibi görünce korkardı, hatta çığlık bile atabilirdi. Neden sonra, o kısacık zaman içinde terlediğimi farkettim. Mendilimi çıkardım, katlarını açtım ve yaşlı insanları taklit edercesine alnımı, boynumu kuruladım. Bir yandan da, az ilerimde yalnızca sıluk alıp veren  bu insanın kıpırdamadan oturuşunu izliyordum ilgisiz görünmeye çalışarak. Şimdi, ilk geldiği andaki etrafına korku salan o hareketli, sinirli, dik ve sert tavrı kaybolmuştu birden. Başı omuzlarının arasına gömülmüş ve yüzüne bir ürkeklikle sarmalanmış yorgunluk örtüsü atılmıştı sanki. Dizlerine dayadığı dirseklerinin üzerine vücudunun ağırlığını vermiş, ayaklarının arasında bizim göremediğimiz bir şeyleri izliyormuş gibi, o ürkek ve yorgun örtünün ardından, ama yine üzerinde olan bütün gözlerin sahiplerinin varlığını hiç umursamadan öylece oturuyordu.

Onu, ayaklarının arasında seyredip durduğu o dünya ile başbaşa bırakırcasına, insanlar da kendi dünyalarına dönerek aralarında konuşmaya başladılar. Nasıl olsa terminallerde, tren istasyonlarında, oturmanın, dinlenmenin, kışın ısınmanın, yazın sıcaktan kaçıp serinlemenin, hatta ayakkabılarını ceketine sarıp başının altında yastık yaparak geceyi orada geçirip uyumanın, kısaca bu tür yerlere sığınmanın, ara sıra görevliler tarafından azarlanmanın ve itilip kakılmanın dışında bir bedelinin olmadığı için yolsuzun, arsızın, hırsızın, huysuzun yolu buralara çok düşerdi. Onlar, buraların adeta ev halkından sayılırlardı. Onlar, şurada oturan insanlar gibi birer yolcu değildirler, yalnızca gelip geçmezler bu mekanlardan. Sık sık yolculuk yapanlar, bütün terminallerin ve tren istasyonlarının bu türden sakinlerini şöyle böyle mutlaka tanırlar, en azından birçoklarına karşı göz aşinalıkları vardır. Bu mekanların görevlileri, haylaz ve yaramaz çocuklarıymış gibi onları adlarıyla çağırır, buralarda yaşamalarının bedeli olarak temizlikten çaya, yemekten getir götür işlerine kadar daha birçok işlerinin ardından, gece gündüz sağa sola koştururlar. Ne zaman, nasıl tepki vereceklerini, hangi ses tonuyla çağrılmalarından anlayacaklarını, bunlardan hangisine hangi işi yaptırabileceklerini de çok iyi bilirler. Kendilerine söylenilen bir söz ve buyrulan bir iş karşısında, kimi zaman yan yan bakıp uzaklaştıklarını, kimi zaman da görevlilere yaranmaya çalırcasına, nereden çıktıklarını farkedemeyeceğiniz üç dört tanesinin birden koşuşarak ve bir işi birbirlerinin elinden kaptıklarını da görürsünüz.

Orada oturan insanların hepsi ve tabii ki ben de, bu adamı da onlardan birisi diye düşündüğümüz için ilk anda, bize yaklaşmasından hissettiğimiz  o soğuk ürpertinin ardından, kısa sürede insani gamsızlığımızın geniş alanındaki  rahat havamıza kavuşmuştuk. Ne var ki, bir insan varlığıyla karşısındakine her zaman batar. Hem de her haliyle batar. Sizde onun batışını hissedebileceğiniz bir yer bulursa, iyiliğiyle de kötülüğüyle de batar. Oturuşuyla, kalkışıyla, bütün davranışlarıyla, hatta nefes alıp verişiyle bile batar. Çoğu zaman farketmesek bile varlığı ile çevresine hep ürperti yayar, rahatsız eder, beni görün der. Kendisini gösterir. Biz duymasak bile onun varlığının sesini, o bunu hep söyler durur. Sonunda duyurur sesini.

Baktım, o da, neredeyse dizlerine değen başı ve ayaklarının arasında neler görüp izliyorsa, oradan ayırmadığı berelmiş gözleriyle, yani aramızdaki o varlığı ve sesi ile, biz duymasak bile konuşuyordu sürekli. Bu adamın sesini, yani onun içinde yankılanan o sesi duymak merakıyla uyandım.

Kim bilir, belki de o, ateş saçan gözleriyle çimdikleyerek uyarmıştı beni.

 

 

(deneme örneği)

 

HAYAT-EDEBİYAT-SİYASET

 

 

  İnsan, kendi varoluşuna ve kendisiyle birlikte bütün varlığa nereden ve nasıl bakar? Kendisinin ve varlığın anlamını, oluşumunu ve amacını nasıl ve nelerin yardımıyla kavrar?

  Bu kavrayışı ona bir zorunluluk olarak hissettiren, bütün varlıkla, zamanla, mekanla ilişkilerini anlamlandıran o derin aidiyet bilinciyle değil mi?

  .

             O bilinçle tanımlar ve kavramsallaştırır. Kurar ve kurgular. Zihinsel ve duygusal, maddi ve manevi, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, dost ve düşman... gibi daha birçok insani özünün tezahürü olan eylemleriyle bir dünya kurar, koskoca bir dünya. Kimi zaman uğruna nice fedakarlıklarda bulunacağı, gözünü kırpmadan kanlar bile dökeceği ve sımsıkı sarılacağı, kimi zaman da ondan kurtulmak için köşe bucak kaçacağı bu dünyayı hayat olarak derisi gibi sarınır sırtına. İnsanın bütün eylemi hayatının içinde ve aynı zamanda hayatı içindir. Kozasını örer durur yalnızca; örme işlemi sürerken, eğer mahiyetinin farkına daha baştan varamamışsa, çok basit bir oyunmuş gibi gelir ona bu koza, bu hayat. Oysa bütün karmaşıklığı ve zorluğu da önüne sürülen bu oyunun basitliğinde gizlenmiştir. Onu kendi doğal birliği, bütünlüğü ve anlam bağlamı içinde yaşamaya ve anlamaya çalışmak, insanın her zaman üstesinden kolaylıkla gelebildiği bir şey değildir. Onun bu doğal birliğini dağıtıp, her şeyi ayrı bir amaçlılık içinde ve tek tek aldığımızda yaşamayı bir yük haline getiririz. Bu basit, zor ve karmaşık oyunun ince dokusunu anlamak ve çözmek için üzerine eğildikçe, insan, daha ne denli keskin bir bakışa, duygularının, düşüncelerinin işlenmiş ve inceltilmiş öncülüğüne, yol göstericiliğine ihtiyacı olduğunu görür. Arar, bulur ve kaybeder. Yeniden arar, bulur ve yeniden kaybeder.

  Sürekli yeni yöntemler keşfeder: Söz, yazı, fırça, nota; edebiyat, sanat, siyaset, heykel, mimari; savaş, barış, devrim, uzlaşma... hepsi de oyunun, onun hayatının içinde ve hayatı içindir.

  .

  Oyunun ciddiyeti kavrandığında, bütünlük bilinci de, kaçınılmaz olarak, insanın eylemliliğinin ve varlık karşısındaki konumunun ve sorumluluğunun belirleyicisi olur. Bütünün eklemlenme yerlerindeki uyumu ve bu uyumun gerekliliğini daha açık seçik görebilir o zaman. Her şey, her durum ve olay en ince ilmeklerle birbirine nasıl da bağlı ve biri diğerinin öbür yüzüdür. Öyle sermestem ki idrak etmezem dünya nedir, dediğinde bu bütünlük bilincine ulaşır ve bütün yüzleri görür. Bütün düşüncelerin ve eylemlerin buluşma   ve ayrışma noktaları da bu bütünlük bilincindedir. Yapmayı da yıkmayı da, saçmayı da anlamı da işte bu bütünlük bilincinde ve kavrayışında bulabiliriz.  

  İnsan, bu bütünlüğü hazır bulduğu gibi, onu kavrama bilincini de hazır bulmaz kuşkusuz, sınanarak ulaşır ona ya da ulaşamaz. Bu sonuç, insanın tek tek bütün eylemlerindeki kendisinin bilincinde olma halini de belirler. Bütünlüğün farkında olan, orada kendisini besleyen damarı görebilen her insani eylem, kendisi olmayı da başarır. Kendisi var, çünkü hemen yanıbaşında kendisinin varlığını görünür kılan, kendisinin ona, onun da kendisine kaçınılmaz bir biçimde ihtiyaç duyduğu bir başkası da var.

  İnsan, bir ya da birçok iş yaparak, eylemde bulunarak yaşar hayatı. Bu anlamda hayat, hem edilgen hem de etkendir. İnsanın eylemleriyle biçimlenirken, bir yandan da onları biçimlendirir. Hem kuşatır hem de kuşatılır. Kimi zaman harcanmış bir hayat, kimi zaman da acımasız bir hayat olur. İnsan, çoğunlukla, hayattan hiçbir şey anlamadığı için ellerini açıp yakınır çaresizlikle; sanki,  onu ihtirasları ve erdemleriyle kendisi biçimlendirmemiş gibi. Nereden baktığını ve bakacağını şaşırır.

  .

  Görmek istediği ile birebir ilişkilidir insanın baktığı yer. Sanattan, edebiyattan, siyasetten, dinden, ekonomiden... bakar. Bütünlük ve varoluş bilinci,  hayatın, varlığın amacına açılan damarların hepsinden birden bakabilecek bir açının oluşumunu gerçekleştirmeyi ve ona ulaşma çabasını gerektirir. Ayrıştırılamaz uyumdan geriye kalan bir hayatta, her eylem, bütünlüğe bir katkıdır; edebiyat da, sanat da, siyaset de...

  Ne ki, bunun her zaman böyle gerçekleştiğini söylemek hiç de kolay değildir. Genel olarak insanların hayatları için böyle olduğu gibi, edebiyat tarihi ve siyasal tarih için de böyledir. Gerekenin, gerektiği gibi gerçekleştiği her zaman mümkün olmuyor; insanın hayıflandığı da bu değil mi?

  Hayatın, insanın bütün eylemlerini, elbette siyaseti ve edebiyatı da beslemesi, anlamlandırması gerektiği konusundaki önkabulü, hiçbir sanatçı ve siyasetçi görmezden gelemez. Edebiyatın hayatı ve siyaseti; siyasetin de hayatı ve edebiyatı besleyici birer kaynak olduğu gerçeği de  bir güzel düşünce ve gereklilik olarak kabul görür.

  Hayatımızdaki her eylemin kendi tabiatına uygun gerçekleşmesi, onun kendi olabilmesinin de ilk ve tek koşuludur elbette. Özellikle sözkonusu ettiğimiz edebiyat ve siyaset için de böyledir kuşkusuz. Herbirisi kendi dili ve halince konuşur ve gerçekleşir. Hayatın kendisi bir edebiyat metni değildir; bir edebiyat metninin de hayat olmadığı gibi. Hayatımızdaki doğal siyaset dokusu siyasallaştırıldığında, hayat olmaktan çıkar, çekilmez ve yaşanmaz bir hal alır; siyasi damarları tıkanmış bir hayatın yaşanmaz ve çekilmez oluşu gibi. Hayatın sıcaklığına ve doğallığına, siyasal işlevselliğe ve sorunsala yabancılaşmış bir edebiyat, nasıl çoğaltılmış bir söz yığını olarak kalır ve zamanla ışıltısını kaybedip yok olursa, kendi tabiatındaki sıcaklıkla, gerçeklikle ve siyasal dokuyla yetinmeyerek siyasallaşan edebiyat da, yarına bir edebiyat olarak kalamaz. Hiçbir insani eylem, bir başkası için kullanılmak durumunda olmamalı ve harcanmamalıdır. Ancak o zaman kendince ve işlevsel olacaktır.

  Yinelemek gerekirse, örneğine çok az rastlanan ve çok az gerçekleştirilen bir durum bu. Yalnızca gerçekleşiş biçimiyle de ilgili değil, hayata, edebiyata ve siyasal eylemlere dönüp bakıldığında, onları okuma biçimleri, nasıl okunduklarıyla da ilgili bir durum bu. Bizim edebiyat ve siyaset birikimimizin değerlendirilişinde de bu konuda birbirinden çok farklı bakış açılarının olduğunu görürüz. Divan şiirinin bağlanmışlığı iddiaları ile onun ulaştığı sanat ve edebiyat düzeyi arasındaki açı farkı bu durumun somut bir örnedir. Tanzimatla birlikte başlayan süreçte edebiyatın, siyasetin ve de hayatın, kendi doğaları dışında nasıl birer görev üstlendikleri, bu görev almanın cumhuriyet dönemi boyunca çığırından çıkarak tam anlamıyla tetikçiliğe dönüştüğü, sözkonusu tarihsel süreçlerin okunması ve üzerinde düşünülmesi açısından ayrıca dikkate değer olmalı.

  .

  Hece dergisinin elinizdeki sekizinci özel sayısı, bu sorun çerçevesinde oluştu. Hayat-Edebiyat-Siyaset kavramları bağlamında hayatımıza, edebiyatımıza ve siyasal serüvenimize bakmaya çalıştık. Daha önceki özel sayılarımızın deneyiminden elde ettiğimiz birikim, bu sayımıza da yansıdı. Başarılı olduğunu ve beğenecenizi umduğumuz bir özel sayı sunuyoruz sizlere. Proğramının hazırlanmasından düzeltisine ve postaya verilmesine kadar her aşamada emeği geçen bütün arkadaşlarımıza teşekkür ederiz. 2005 yılındaki özel sayılarımız ve her ay daha dolu ve daha güzel HECE, HECEÖYKÜ dergileri, birbirinden değerli Hece Yayınlarıyla ilişkimizin sürmesini diliyoruz.

  Hoşça kalın.

HECE

 

 

 

 

 

 

 

 KURGUSAL GERÇEKLİK

VE GERÇEKÇİLİK

 

  Resimden müziğe, fotoğraftan sinemaya ve roman, şiir, öykü, tiyatro... gibi edebiyatın bütün türlerinde gerçekçilik kavramı, kavramın, görsel/yazınsal açılımları ve uygulamaları üzerinde, yalnızca bizim edebiyatımızda değil, bütün dünya edebiyatında, neredeyse edebiyat tarihi kadar eski bir geçmişi olan bu tartışmalar, bugün de değişik boyutlarda sürmektedir. Bunca uzun zamandan beri sürüp gelen, kuşkusuz insan sanat yapmaya, yazmaya, üretmeye devam ettiği sürece de sürüp gidecek olan bu gerçekçilik tartışmalarının temelinde yatan sorunu ve soruyu; yaşadığımız hayatın bizi sarıp sarmalayan, bazan acıtan ve bazan da mutlu eden çıplak gerçeğinin, sanatsal gerçekliğe nasıl dönüştürülmesi gerektiği ya da dönüştürülüp dönüştürülemeyeceği noktasından görmek ve ele almak gerekir. Şöye de sorulabilir bu soru elbette; sanatın gerçekliği, ne kadar gerçekçiliktir? Bütün bu ve benzer sorular bizi; sanat nedir, hayat nedir; yaşayan ve sanat yapan varlık olarak insan nedir; insan sanatla niçin, nasıl ve ne yapmak ister; sanat karşısında ve hayatın içinde insanın işlevi nedir; evreni bir bütün olarak görmeye çalıştığımızda varlık ve oluş nedir?... Elbette bu ve benzer soruları ilk kez biz sormuyoruz; gerçekçiliği ilk kez bugün bizim tartışmadığımız gibi.

  Gerçek, gerçekçi, gerçekçilik sözcüklerinin sözlüklerdeki anlamlarına baktığımızda, sanat ve sanatsal kurgunun varoluş anlamını ve sanatçıya sunduğu imkan alanlarını daraltıcı bir genişleme ve somutlaşma karekteri belirttiğini görürüz: Dış alemin, şuurdan bağımsız bir varlığa sahip olduğunu, eşyayı ve olayları oldukları, göründükleri gibi ifade etmeyi esas almayı, gerçekleri olduğu gibi kabul edip, onun karşısında hayale kapılmadan hareket etme ve ona göre davranma... Görüldüğü gibi bu tanımlar, sanatsal kurgunun tam da inkişaf edeceği alanları sınırlamaya çalışıyor. Genel olarak sanatsal gerçeklik ve kurgu, özel olarak da öyküsel gerçeklik ve kurgu, dış dünyanın, eşyanın, olayların, hayatın gerçekçiliğini olduğu gibi kabul etmeyip, dönüştürerek yeniden kendi sanatsal gerçekliği içinde kurgular. Hayatın gerçekçiliğini bozabildiğinde, onu yeniden üreterek sanatsal gerçekliği başardığında ancak sanat olabilir. Bu bozmayı ve yeniden üretmeyi başaramadığında ise hayattaki gerçeklerin soğuk, sevimsiz, zevksiz, sanatsal ve estetik açıdan hiçbir şey ifade etmeyen bir tekrarı, hatta bir fotokopisi olur. Genelde sanatsal gerçeklik ve kurgu, özelde de öyküsel gerçeklik ve kurgu, ne denli benzeşirse benzeşsin, yaşanılmış bir hayatı sunmaz bize. Onun bize sunduğu, yaşanılası, hatta imrenilesi bir hayattır. İnsan, böylesi bir hayatın estetik tadı için sanata ihtiyaç duyar; en güzel, en unutulmaz haliyle bile olsa, yaşadığını bir kez daha tekrar etmek için değil. Sözlüklerdeki gerçekçilik tanımlarının tersine, insan, hayallere kapılarak ve duyularla kurar o yaşanılası gerçekliği. Öyküsel gerçekliğin, hayata yakın durma, örtüşme, sadık kalma duygusu uyandıran gücü ve etkisi de yine buradan kaynaklanır; yani sanatın, tahkiyenin, insani içörgünün bütünlüğünden beslenmesinden. Başarılmış olan bu öyküsel/kurgusal gerçeklik, Flaubert’in deyişiyle, yazıya dökülmüş gerçeklik’tir; yani, yazılmış olan hayattır. Kurgusal bir metin karşısında insanların, gösterdikleri tepkiler, estetik duyarlılık, anlama, taktir etme, farketmeden geçip gitme... gibi ortaya koydukları tavır, onların hayat karşısındaki kavrayış, anlayış ve genel olarak duruşlarının da göstergesidir. Kurgusal gerçekliğin inceliklerini, ulaştığı içörgüyü farkedemeyen insan, hayatın gerçeklerini de çoğu zaman farkedemeden üstünkörü yaşar. Bu anlamda kurgusal/öyküsel gerçeklik, hayatın gerçekçiliğinin dokusal örgüsünün inceliklerini de görmemizi sağlar.

  Günümüz öykücülüğünün gerçekçilik sorununu konuşurken, çalkantılar içinde adeta el yordamıyla ilerleyen toplumsal, siyasal ve edebiyat tarihimizin temel belirleyicilerini, her alanın kendi dışından yönlendiricilerini gözönünde buludurmak gereği unutulmamalı kuşkusuz. Edebiyatımızın, tabii öykümüzün de, yazınsal, sanatsal, kültürel kimliğini, işlevini ve yönelimlerini, edebiyat tarihimiz boyunca, hemen her alanda olduğu gibi siyasal yönelimler, görevlerdirmeler, hatta baskılar belirlemiştir. Bu genel yargımızın ve görünümün dışında kalan örnek eser ve yazarların her dönemde var olduğunu da anmak gerekir.

  Öykümüzün yaklaşık yüz elli yıllık tarihinin başlangıç yılları olan Tanzimat Edebiyatının adlandırılması bile siyasal bir adlandırmadır. Dönem boyunca da Batılaşmanın, batılı değerlerin ve hayat anlayışının yerli misyoneri görevini üstlenmiştir çoğunlukla. Bir edebiyat, şiir, öykü, roman... olduğunun bilincine varması için çok uzun yılların geçmesi gerekmiştir. Edebiyatın, tabii öykünün de, siyasal manipülasyonu Cumhuriyet dönemi boyunca da sürmüş, gönüllü gönülsüz birçok yazarın katıldığı, sanatsal ve edebiyat gerçekliği ile hiçbir ilişkisi olmayan bir inkılap edebiyatı oluşmuştur. Kırklı yıllardan itibaren başlayan toplumcu gerçekçi edebiyatın köy edebiyatı ve işçi edebiyatı uçları, yine edebiyatın sanatsal/ kurgusal gerçekliğinden uzak yalnızca devrimci görevler üstlenen bağlanmışlığının, edebiyatımızın yararına olduğunu söylemek zor olsa gerek. Bunun yanında Türk tarihinin, Türklük gurur ve şuuru ile tarihsel gerçekliklerin yazıya geçirilmesi, dini geçmişin ve duyarlılıkların hidayet romanları ve öykülerine malzeme edilmesi de, aynı şekilde edebiyat gerçekliğinden uzak birer yazılı misyonerlik faaliyeti olmaktan öteye geçememiştir. Ardı ardına darbelerin yaşandığı dönemler boyunca da, bir yandan hapishane gerçekçiliğinin çilekeş kahramanlık edebiyatı, bir yandan da itirafçı dilin geliştirip meşrulaştırdığı kaçış ve vazgeçiş edebiyatı, edebiyatımızın, tabii öykümüzün de ulaşması gereken kurgusal ve sanatsal gerçeklik düzeyini geciktirmiştir. Bunlara, ellili yıllardan itibaren başlayan kendi toprağına, kendi iklimine, kendi insanına ait olmayan yabancı, yapay bunalım edebiyatını, iğreti, felsefesi olmayan nihilist eğilimleri ve postmodern aidiyetsizliği, odaksızlığı, hakikatsizliği de eklemek gerekir.

  Bütün bunları, sanki bugün düzeyli bir Türk edebiyatı ve öykücülüğü yokmuş ve de oluşmamış kanaati uyandırmak için ardı ardına sayıp dökmedim. Tersine, edebiyat ve sanat dışı yaklaşımlar ve etkenlerle oluşturulan pazarda gözetilen değerlerin, asıl edebiyat eserlerini bir süre geri plana itse bile uzun zaman saklayamayacağının, yüceltmeye çalıştıklarını da, haksızlık etmeyen zamanın eleğinden kurtaramayacağının altını çizmek için hatırlatmak istedim.Gerçek sanat ve edebiyat ölçüleriyle yaklaşanlar için, her şeye karşın, Türk öykücülüğü, kendi doğal kurgusal/sanatsal gerçekliğini, tarihsel gerçekçilik, toplumcu gerçekçilik, köy gerçekçiliği, gözlemci gerçekçilik, sosyal gerçekçilik, devrimci gerçekçilik, büyülü gerçekçilik... gibi düşüncelerden ve deneyimlerden de yararlanarak her geçen gün biraz daha bütüncül bir yaklaşımla kurmaktadır. Görece olarak da söylense, bugün Türk öykücülüğü, kendi yüz elli yıllık tarihinde farkedilebilir derecede bir hareketlilik yaşıyor. Hem yazılan öykülerle, hem öykü eleştirileri, hem de öykü yayını ile kendisini arındırdığını, geliştirdiğini ve önünü açtığını söylemek mümkün. Edebiyat dışı bağlantılardan kurtuldukça, öykümüz hem daha işlevsel olacak hem de soluğu genişleyecektir. Türk romanının ve şiirinin bugünkü durumunu belirleyen kimi yanlışlıkları ve kendi doğasına yabancılaşma belirtilerini taşısa da, öykümüz bir yükseliş dönemini yaşıyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KIBLE BİLİNCİ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HݭK­YE

AN­LA­TI­CI­SI

 

‘İn­san­lar­da­ki do­ğal hü­zün,

 on­la­rı hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı

 yap­mak­ta­dır.’

Pe­ter Bich­sel

 

A

An­la­tı­cı­nın, söz­lü ge­le­nek­ten bu­gü­ne, ef­sa­ne­ler­de, ma­sal­lar­da, halk hi­kâ­ye­le­rin­de, ro­ma­nın hi­kâ­ye­sin­de, öy­kü­nün hi­kâ­ye­sin­de, yer alış bi­çim­le­ri ve iş­lev­le­ri ne den­li de­ği­şik olur­sa ol­sun, an­la­tı­lan hi­kâ­ye­nin en et­kin ve hâ­kim un­su­ru, di­lin te­ces­süm et­miş hâ­li ola­rak hep var ol­du­ğu­nu gö­rü­rüz. Tah­ki­ye­nin mo­dern­leş­me sü­re­cin­de, an­la­tı­cı, an­lat­tı­ğı hi­kâ­ye için­de­ki bir­çok özel­li­ği­ni ve iş­le­vi­ni yi­tir­me­si­ne kar­şın, ye­ni, de­ği­şik iş­lev­ler ve özel­lik­ler de ka­za­na­rak kla­sik me­tin­ler­de ol­du­ğun­dan fark­lı bir ko­nu­ma geç­miş ve bu­gün öy­kü ve ro­man tek­ni­ği ile il­gi­li bir te­rim ol­muş­tur.

Her hi­kâ­ye, mut­la­ka bir an­la­tı­cı­ya ih­ti­yaç du­yar. An­la­tı­cı­sı ile kar­şı­laş­ma­mış hi­kâ­ye­nin var­lı­ğın­dan bi­ze ne. Bu açı­dan öy­kü­nün de, ro­ma­nın da kur­gu­sal bü­tün­lü­ğü­nü der­le­yip to­par­la­yan ve bir baş­ka in­sa­na su­nan asıl fi­gür an­la­tı­cı­dır. Ro­ma­nın ve öy­kü­nün kur­gu­sal hi­kâ­ye­si­nin is­ke­le­ti­ni can­lan­dı­ran, yü­rü­ten­dir an­la­tı­cı. Bi­zi, önü­müz­de­ki met­nin hi­kâ­ye­sin­den ha­ber­dar eder, eli­miz­den tu­tup hi­kâ­ye­nin içe­ri­si­ne çe­ker ve met­nin dün­ya­sın­da do­laş­tı­rır, onun ar­dın­dan, an­la­şıl­maz bir tut­kuy­la, izi üze­rin­de onu iz­ler gi­de­riz sü­rek­li. ‘Kur­gu­lu met­nin ka­tı­lım­cı­la­rın­dan olan an­la­tı­cı, met­nin se­si­dir; bu­nu ge­nel­leş­ti­re­rek bü­tün ha­ber pan­ça­la­rı için de dü­şü­ne­bi­li­riz. Ya­ni, ak­ta­rı­lan her ha­ber par­ça­sı için kar­şı­mı­za çı­kan ve ilk ön­ce se­si­ni duy­du­ğu­muz fi­gür ‘ak­ta­rı­cı’dır. O, an­cak, oku­yu­cu­nun met­nin bü­tü­nün­den ha­re­ket­le çı­kar­dı­ğı bir ya­pı un­su­ru ola­rak dü­şü­nü­lür.’ (Y. De­mir, s. 31) Âdem’in öy­kü­sün­den bu­gün ya­zı­lan son öy­kü­ye dek bü­tün me­tin­ler­de­ki bu an­la­tı­cı se­sin geç­mi­şi­ne dik­kat çe­ker­ken Fors­ter şöy­le der: ’Öy­kü­nün geç­mi­şi çok es­ki­dir; ne­oli­tik, bel­ki de pa­le­oli­tik çağ­la­ra de­ğin uza­nır. Ka­fa­ta­sı­nın bi­çi­mi­ne ba­kı­lır­sa, ne­an­der­tal adam da bir­çok öy­kü din­le­miş.’ Onun se­sin­de ve di­lin­de, ken­di öy­kü­müz bi­le çok de­ği­şik, şa­şır­tı­cı ge­lir ve san­ki bi­zim uza­ğı­mız­da olup bit­miş bir ola­yın an­la­tı­lı­şı gi­bi il­gi­mi­zi çe­ker. An­la­tı­cı, en uzak ha­yat­la­rın hi­kâ­ye­si­ni bi­le on­la­rın en ya­kı­nı olan bi­ri­si gi­bi an­la­tır. Ef­sa­ne­ler­de, des­tan­lar­da, ma­sal­lar­da, halk hi­kâ­ye­le­rin­de, öy­kü­ler­de ve ro­man­lar­da, ‘oku­yu­cu­nun ku­la­ğı­na ilk ön­ce onun se­si ula­şır ve oku­yu­cu, onun sı­cak çağ­rı­la­rıy­la an­la­tı dün­ya­sı­na yö­ne­lir.’ (M. Te­kin) On­dan din­le­di­ği­miz/oku­du­ğu­muz hi­kâ­ye­nin ve ha­ya­tın kün­hü­ne vâ­kıf ol­mak için yi­ne onun se­si­ne ku­lak ve­ri­riz.

Bir öy­kü­nün ya da ro­ma­nın an­la­tı­cı­sı, hi­kâ­ye­yi bi­ze an­la­tan ki­şi ola­rak met­nin için­de de­ği­şik ko­num­lar­da ve gö­rev­ler­de kar­şı­mı­za çı­ka­bi­lir. ‘An­la­tı­cı, bü­tün olan bi­te­ni, ki­şi­le­ri, dav­ra­nış­la­rı­nı, dü­şün­ce, duy­gu ve ha­yal­le­ri­ni, çev­re­yi, me­ka­nı, za­ma­nı; kı­sa­ca her şe­yi oku­yu­cu­ya ak­ta­ran, su­nan ki­şi­dir. An­la­tı­cı, kur­ma­ca dün­ya­da ge­çen olay­la­rı ken­di is­te­ği­ne, özel ter­cih­le­ri­ne, be­ğe­ni­si­ne ve im­kân­la­rı­na gö­re ak­ta­rır. An­la­tı­cı, olay­la­rı ak­ta­rır­ken ya da ki­şi­le­ri su­nar­ken öz­nel ya da nes­nel dav­ra­na­bi­lir.’ (N. Çe­tin)  Bu ko­nu­muy­la ya­zar­dan da­ha ön­de, öz­gür ve met­ne da­ha hâ­kim gö­rü­nen an­la­tı­cı, ki­mi za­man bir kah­ra­ma­nın, ki­mi za­man dı­şa­rı­dan bir ki­şi­nin, ki­mi za­man da ya­za­rın di­li­ni kul­la­na­rak hi­kâ­ye­yi an­la­tır. Ede­bi­ya­tın mo­dern­leş­me sü­re­cin­de, öy­kü ve ro­man­da­ki an­la­tı­cı­nın, me­tin için­de­ki ko­nu­mu ve iş­le­vi­ne iliş­kin in­ce­le­me­ler, önem­le­ri­ne ve du­ruş­la­rı­na gö­re ya­pı­lan ta­nım­la­ma­lar, onun, hem hi­kâ­ye, hem ya­zar hem de okur  açı­sın­dan an­la­mı­nın ve an­la­şıl­ma­sı­nın zen­gin­leş­me­si­ni sağ­la­mış­tır. An­la­tı­cı, me­tin­de ta­kın­dı­ğı tu­tum iti­ba­riy­le; Göz­lem­ci an­la­tı­cı, nes­nel tu­tum­lu göz­lem­ci an­la­tı­cı, öz­nel tu­tum­lu göz­lem­ci an­la­tı­cı, Tan­rı­sal ko­num­lu göz­lem­ci an­la­tı­cı -hâ­kim an­la­tı­cı, om­nis­ci­ent an­la­tı­cı, üst an­la­tı­cı, tüm­bi­lir an­la­tı­cı, tan­rı­ya­zar an­la­tı­cı-, Öz­ne an­la­tı­cı (ku­ran ve an­la­tan) -kah­ra­man an­la­tı­cı, ta­nık an­la­tı­cı, bi­rin­ci ki­şi an­la­tı­cı, be­nan­la­tı­cı, first per­son-, öz­deş öz­ne ve ay­rış­mış öz­ne an­la­tı­cı, Ço­ğul an­la­tı­cı...(N. Çe­tin) gi­bi ti­po­lo­jik ay­rım­la­ra ve ta­nım­la­ra ta­bi tu­tul­muş­tur. Bu an­la­tı­cı tip­le­ri­nin ki­mi in­ce­le­me­ler­de; an­lat­tık­la­rı öy­kü­nün dı­şın­da ka­lan an­la­tı­cı­lar -el öy­kü­sel an­la­tı­cı­lar-, an­lat­tık­la­rı öy­kü­nün için­de yer alan an­la­tı­cı­lar -öz öy­kü­sel an­la­tı­cı­lar- (A. Ka­ra­ca); ki­mi in­ce­le­me­ler­de ise; Bi­rin­ci te­kil ki­şi -Ben-, Üçün­cü te­kil ki­şi -O-, İkin­ci ço­ğul ki­şi -Siz- an­la­tı­cı (M. Te­kin) gi­bi ta­nım­la­ma­lar­la anı­la­rak önem­le­ri ve iş­lev­le­ri an­la­tıl­ma­ya ve an­la­şıl­ma­ya ça­lı­şıl­mış­tır.

An­la­tı­cı­nın, ya­zın­sal ve tek­nik bir kav­ram ola­rak ede­bi­yat ta­ri­hi için­de bir­çok in­ce­le­me­ci ve eleş­tir­men ta­ra­fın­dan de­ği­şik açı­lar­dan in­ce­len­me­si­ne ve ta­nım­lan­ma­sı­na kar­şın, onu, bel­ki de ilk kez, tek­nik bir kav­ram olu­şu­nun ya­nın­da, hat­tâ dı­şın­da, fark­lı bir oku­ma­ya ta­bi tu­tan, bi­zi de, ay­nı kav­ram­sal­laş­tır­ma­sıy­la, hem on­to­lo­jik hem de ken­di kül­tür do­ku­muz ve du­yar­lı­ğı­mız açı­sın­dan fark­lı bir oku­ma­ya ve dü­şün­me­ye ça­ğı­ran Wal­ter Ben­ja­min’in, Hi­kâ­ye An­la­tı­cı­sı ad­lı ya­zı­sı, hem so­ru­nu kav­ra­yı­şı, hem dü­şün­sel iz­le­ği hem de öne sür­dü­ğü sav­la­rı iti­ba­riy­le bu ko­nu­da önem­li bir kay­nak me­tin ola­rak önü­müz­de dur­mak­ta­dır. Ben­ja­min’in sö­zü­nü et­ti­ği­miz Hi­kâ­ye An­la­tı­cı­sı ad­lı met­ni, ana iz­le­ği, sağ­la­dı­ğı dü­şün­ce ve an­lam im­kân­la­rı iti­ba­riy­le, tek­nik kay­gı­lar­dan öte bir yak­la­şım­la in­ce­len­me­li ve okun­ma­lı­dır. Ben­ja­min bu met­ni­ni, Rus hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı Ni­ko­lay Les­kov’un hi­kâ­ye­le­rin­de­ gör­dü­ğü an­la­tı­cı özel­lik­le­rin­den ve dü­şün­ce­le­rin­den ha­re­ket ede­rek ku­rar. Bu hi­kâ­ye­ler­de­ki an­la­tı­cı ti­pi­nin ve di­li­nin ne den­li uzak­lar­da kal­dı­ğı­nı âde­ta has­ret­le anar ve Ni­ko­lay Les­kov’u an­ma­nın o an­la­tı­cı ti­pi­ni, ne ya­zık ki da­ha da uzak­laş­tır­dı­ğı­nı be­lir­tir: ’Bir şe­yi la­yı­kıy­la hi­kâ­ye ede­bi­len in­san­la­ra git­tik­çe da­ha az rast­lı­yo­ruz ar­tık.’ der. El­bet­te bu­ra­da, söz­lü tah­ki­ye ge­le­ne­ğin­de­ki an­la­tı­cı­nın, an­la­tı­la­ra ka­zan­dır­dık­la­rı­nın üze­rin­den ko­nu­şu­yor Ben­ja­min: ‘San­ki ke­sin­lik­le bi­zim olan, kay­bet­me­ye­ce­ği­miz­den emin ol­du­ğu­muz me­le­ke­le­ri­miz­den bi­ri, de­ne­yim­le­ri­mi­zi pay­laş­ma ye­te­ne­ği­miz eli­miz­den alın­mış gi­bi.’ Ben­ja­min’e gö­re, in­san­lı­ğın bu de­ne­yim ye­te­ne­ği­nin de­ğer kay­be­di­şi dip­siz bir uçu­ru­ma dü­şer­ce­si­ne sür­mek­te­dir. Ona gö­re bü­tün hi­kâ­ye an­la­tı­cı­la­rı, in­san­la­rın de­ne­yim­le­ri­nin -sım­sı­cak ha­ya­tın- ağız­dan ağı­za ak­ta­rı­lı­şıy­la olu­şan şi­fa­hî kay­na­ğın­dan bes­le­nir. ‘Hi­kâ­ye­le­ri ya­zı­ya ge­çi­ren­ler ara­sın­da en bü­yük olan­lar da, adı sa­nı bi­lin­me­yen sa­yı­sız hi­kâ­ye­ci­nin an­lat­tık­la­rı­na en sa­dık ka­lan­lar­dır.’ Ben­ja­min’in bu cüm­le­si­nin ar­dı­ndan, Ni­ko­lay Les­kov’un ha­ya­tı­nın, dü­şün­ce­le­ri­nin, hi­kâ­ye dün­ya­sı­nın bi­lin­me­sin­de ve bi­zim ede­bi­ya­tı­mız­dan da ünü ve et­ki­le­ri iti­ba­riy­le en ya­kın bir ör­nek ola­rak Ya­şar Ke­mal’in öy­kü ve ro­man­la­rı­nın ha­tır­lan­ma­sın­da ya­rar var el­bet­te. Ben­ja­min’in bak­tı­ğı yer­den, hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı, ger­çek ha­ya­tın do­ku­su­na nü­fuz ede­bi­len akıl­lı ve bil­ge bir ki­şi­dir. Onun, en baş­ta an­dı­ğı­mız üzün­tü­sü de; hi­kâ­ye an­lat­ma sa­na­tı, tam da bil­ge­lik, ya­ni ha­ki­ka­tin des­tan­sı bo­yu­tu öl­dü­ğü ve or­ta­dan kalk­tı­ğı için­dir: ’Hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı, ha­ya­tı­nın fi­ti­li­nin, hi­kâ­ye­si­nin tat­lı ale­vin­de ya­nıp yok ol­ma­sı­na izin ve­ren adam­dır... Dü­rüst ada­mın ken­di­siy­le yüz­leş­ti­ği ki­şi­dir o.’

Hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı ol­ma­say­dı ne olur­du?

Hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı kav­ra­mı­nı, tek­nik an­la­mı­nın dı­şın­da bir de böy­le bir so­ru­ya ce­vap ara­ya­rak oku­ya­bi­li­riz. Her hâl­de, var­lı­ğın olu­şu ve se­rü­ve­ni üze­ri­ne ye­te­rin­ce dü­şü­ne­mez, en azın­dan dü­şün­me im­kâ­nı­nı, yo­lu­nu ve yön­te­mi­ni ge­re­ği gi­bi bu­la­maz ve ge­re­ği gi­bi de bü­tü­nüy­le de­ğer­len­di­re­mez­dik. Hi­kâ­ye­miz­den ha­be­ri­miz ol­maz­dı. Hi­kâ­ye­mi­zi kim­den din­le­ye­cek­tik o za­man? Ken­di hi­kâ­ye­mi­zi, ağ­zı­nın içi­ne ba­ka­rak din­le­di­ği­miz hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı­nın bi­zim üze­ri­miz­de ne den­li et­ki­li ol­du­ğu­nu far­ket­me­sek bi­le, onun an­lat­tık­la­rın­da ve di­lin­de, her za­man ken­di hi­kâ­ye­mi­zi ta­mam­la­yan par­ça­lar ve tat­lar bu­lu­ruz. Yi­ne onun di­liy­le baş­ka­la­rı­nın hi­kâ­ye­le­ri­nin de bi­zim hi­kâ­ye­miz­le ta­mam­lan­dı­ğı­na ta­nık olu­ruz.

Hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı, kim olur­sa ol­sun, han­gi te­kil ya da ço­ğul ki­şi ola­rak ko­nu­şur­sa ko­nuş­sun, met­nin için­de ve­ya dı­şın­da bu­lun­sun, alt ya da üst an­la­tı­cı ol­sun, bir ça­mur par­ça­sı hâ­lin­de uza­tı­la­rak ken­di­si­ne ruh üf­le­nen Âdem’in, onun eğe ke­mi­ğin­den ya­ra­tı­lan Hav­va’nın, on­la­rın cen­net­te­ki sı­nav­la­rı­nın ve in­sa­noğ­lu­nun iş­te böy­le baş­la­yan o me­şak­kat­li ve tat­lı dün­ya ma­ce­ra­la­rı­nın, dü­şüş­le­ri­nin, kal­kış­la­rı­nın, şey­tan­la me­lek ara­sın­da­ki ge­lip gi­diş­le­ri­nin, iç dün­ya­la­rın­da giz­le­dik­le­ri ve giz­le­ye­me­dik­le­ri bü­tün er­dem­le­ri­nin ve er­dem­siz­lik­le­ri­nin hiç bit­me­yen hi­kâ­ye­si­ni, bi­ze bir­bi­riy­le pek il­gi­si yok­muş gi­bi de gel­se, in­ce in­ce il­mek­ler­le ve iç­di­kiş­ler­le bir­bi­ri­ne bağ­la­ya­rak ve yi­ne hiç bit­me­ye­cek son­suz bir hi­kâ­ye ola­rak ku­rar ve an­la­tır. Hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı, bir hik­met, bil­gi ve du­yar­lı­lık di­li ve ki­şi­li­ği ile be­ra­ber, oluş­la bir­lik­te, onun hi­kâ­ye­si­ni an­lat­mak­la gö­rev­li, söz­lü ya da ya­zı­lı bü­tün hi­kâ­ye­le­rin an­la­tı­cı­sı ola­rak her za­man, her yer­de söz alır. As­lın­da bü­tün hi­kâ­ye­le­rin kah­ra­ma­nı olan in­san, bir ya­nıy­la da, hem hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı hem de hi­kâ­ye din­le­yi­ci­si ve oku­yu­cu­su de­ğil mi? İn­san, za­ten olu­şun hi­kâ­ye­si­ne bi­ti­şik bir ta­nık ola­rak ya­şa­mı­yor mu ay­nı za­man­da?

Evet, hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı ol­ma­say­dı ne olur­du? Hi­kâ­ye ve hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı kav­ram­la­rı­nı yal­nız­ca bir ede­bi­yat tü­rü­ne ait tek­nik kav­ram­lar ola­rak al­dı­ğı­mız­da ve an­la­dı­ğı­mız­da, böy­le bir so­ru cüm­le­si, kuş­ku­suz abar­tı­lı ve ol­du­ğun­dan faz­la id­di­alı bu­lu­na­bi­lir. Ama ya­ra­tı­lı­şın hi­kâ­ye­si ve bu hi­kâ­ye­nin an­la­tı­lı­şı ve an­la­tı­cı­sı bağ­la­mın­da bir on­to­lo­jik kav­ram­sal­laş­tır­ma ve an­la­ma ça­ba­sı­na gi­ri­şil­di­ğin­de ve bu ça­ba­nın im­kân­la­rı ve açı­lı­mı, de­rin­li­ği­ne ve ge­niş­li­ği­ne ir­de­len­me­ye ça­lı­şıl­dı­ğın­da, hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı­nın bi­ze sun­du­ğu dil im­kâ­nı, bi­linç ve ruh in­şi­ra­hı, kı­sa­ca, ne yap­ma­ya ça­lış­ma­mız ge­rek­ti­ği­nin en te­mel­den kav­ra­nı­şı, sa­nı­rım çok da­ha iyi gö­rü­le­cek­tir. Bu da abar­tı­lı bir yak­la­şım de­ğil mi pe­ki? Öy­le sa­nı­yo­rum ki de­ğil.  En azın­dan öy­le ol­ma­dı­ğı­nı dü­şü­nü­yo­rum. Ter­si bir du­rum söz­ko­nu­su ol­say­dı, bü­tü­nüy­le var­lı­ğın, özel­de de in­sa­nın va­ro­luş bağ­la­mın­da mev­zi­len­di­ri­li­şi­ni ve bu mev­zi­len­di­ri­li­şin kur­gu­sal ya­pı­sı­nı, ama­cı­nı ve bü­tün­lü­ğü­nü tu­tar­lı bir bi­çim­de an­lam­lan­dır­mak na­sıl müm­kün ola­bi­lir­di? O za­man, bü­tün uç­la­rı ve sı­nır­la­rı be­lir­gin­leş­ti­ren, an­lam de­ğil de, do­ğal ola­rak saç­ma ol­maz mıy­dı?

Öy­küy­le ve öy­kü ya­za­rıy­la il­gi­li ola­rak bir yer­de ko­nu­şur­ken, öy­kü ya­za­rı­nın ku­la­ğı­nın kün em­ri­ne âşi­na ol­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni söy­le­miş­tim. Bu dü­şün­ce­mi, hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı için de yi­ne­le­mek is­te­rim. Kün em­ri­nin se­sin­den tı­nı­lar ta­şı­yan bir hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı­nın se­sin­de­ki do­ku ve an­lat­tı­ğı hi­kâ­ye­le­rin din­le­yi­ci­de/oku­yu­cu­da sağ­la­dı­ğı ruh­sal in­şi­rah, da­ha ilk an­da bi­le far­ke­di­le­bi­le­cek ka­dar, onun in­sa­nî öze çok ya­kın bir yer­den ko­nuş­tu­ğu­nu gös­ter­me­ye ye­ter. Bi­zi çe­kim ala­nı­na alı­ve­rir bir­den.  Çarp­tı­ğı­nı mem­nu­ni­yet­le his­se­de­riz. Onu bir an­la­tı­cı­dan din­le­di­ği­mi­zi/oku­du­ğu­mu­zu da unu­tur, sım­sı­cak bir hi­kâ­ye bu, de­riz. Bi­ze an­lat­tı­ğı hi­kâ­ye­nin için­de ya da ar­dın­da kay­bo­lan ve böy­le­ce hi­kâ­ye­si­ni öne çı­ka­ran, onun kat­la­rı­nı bir bir aça­rak bi­zi sa­rıp sar­ma­la­yan hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı, o çok âşi­na ol­du­ğu kün em­ri­nin se­si­nin ge­re­ği­ni de bil­miş de­mek­tir.

Kuş­ku­suz, hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı­na ve de öy­kü­cü­ye, an­la­ta­ca­ğı ya da ya­za­ca­ğı ko­nu­lar öner­mi­yo­rum. Böy­le bir şey, el­bet­te, bü­tü­nüy­le tah­ki­ye sa­na­tı­nın ve tek­ni­ği­nin dı­şın­dan bir mü­da­ha­le olur­du ona. Bir tah­ki­ye met­nin­de an­la­tı­lan ne olur­sa ol­sun, an­la­tı­cı­nın ba­kı­şı, di­li ve se­si, sö­zü­nü et­ti­ğim âşi­na­lı­ğın ge­re­ği­ni ye­ri­ne ge­ti­ri­yor­sa, o hi­kâ­ye­nin ve an­la­tı­cı­nın elin­den ya­ka­mı­zı ko­lay ko­lay kur­ta­ra­ma­yız: İş­te bu hi­kâ­ye­dir, bu da hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı, de­riz.

Bü­tün ya­zı ve dil uç­la­rı­nın, sı­nır­la­rı­nın ve işa­ret­le­ri­nin kay­bol­du­ğu­nun ve yu­var­lak­laş­tı­ğı­nın, hat­tâ bü­tün me­tin­le­rin hün­sa or­tak pay­da­sın­da bir­leş­ti­ril­di­ği­nin sa­nıl­dı­ğı bir ya­zı ve söz ege­men­li­ği­nin to­zu du­ma­nı ara­sın­da, böy­le bir iz­le­ğin ge­rek­li­li­ği­ni da­ha çok önem­si­yo­rum. Böy­le bir iz­lek üze­rin­de yol alan hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı, hi­kâ­ye­yi an­la­tır­ken/ya­zar­ken, ka­nı ve ca­nıy­la ha­ya­tın ken­di­si­ni an­la­tır. Ya­şa­nıl­ma­mış bi­le ol­sa, an­la­tı­lan hi­kâ­ye de, ha­yat da bi­zim için son de­re­ce ya­şa­nı­lır­dır, hat­tâ ya­şa­dı­ğı­mı­zı dü­şün­dü­ğü­müz­ün ta ken­di­si­dir; ya­ni, tam an­la­mıy­la, kur­gu­sal bir tah­ki­ye met­ni. Bel­ki de Os­car Wil­de, tam da bu­ra­dan ko­nu­şa­rak o bi­li­nen sö­zü­nü söy­lü­yor; ‘Ço­ğu kez sa­nat ya­şa­mı de­ğil, ya­şam sa­na­tı tak­lit eder.’ He­men he­pi­miz, iş­te bu bağ­lam­da ha­ya­tın ken­di­si­ni aşan böy­le pek çok hi­kâ­ye­ye ta­nık ol­mu­şuz­dur. So­ru­na bu­ra­dan ba­kı­lıp üze­rin­de dü­şü­nül­dü­ğün­de, an­la­tı­nın ken­di­si, an­la­tı­cı­dan da an­la­tı­lan­dan ön­de ge­le­bi­lir.

Kur’an’da, in­sa­nın, ge­rek iç dün­ya­sı­nın, ge­rek­se dış dün­ya­nın ko­şul­la­rı­nın et­ki­siy­le, dün­ya se­rü­ve­ni­nin dal­ga­lan­ma­la­rı, ça­tış­ma­la­rı, ruh­sal hu­zur­suz­lu­ğu… gi­bi du­rum­lar­da bir hi­kâ­ye ile uya­rıl­ma­sı ve an­la­tı­cı­ya; ‘Öy­ley­se, bu kıs­sa­yı an­lat, ki bel­ki de­rin de­rin dü­şü­nür­ler.’ de­nil­me­siy­le, yal­nız­ca di­nî bir uya­rı ol­ma­nın öte­sin­de, in­sa­nın iç dün­ya­sı­na gi­ri­le­bi­le­cek ka­pı­la­rın ve bu ka­pı­la­rın anah­tar­la­rı­nın gös­te­ril­me­si açı­sın­dan da, hi­kâ­ye­nin ve hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı­nın kav­ram­sal bağ­lam­da­ki im­kân­la­rı­na işa­ret edi­li­yor ol­ma­lı. El­bet­te, bir ede­bi­yat met­nin­de me­saj ol­ma­lı mı, ol­ma­ma­lı mı gi­bi bir tar­tış­ma­nın çok uza­ğın­da bir yak­la­şım­la böy­le bir bağ­la­mı ara­ma­yı öner­di­ğim gö­zar­dı edil­mi­yor­dur. Bu bağ­lam, bü­tü­nüy­le in­sa­nın hi­kâ­ye­si­nin ve bü­tün za­man­lar bo­yun­ca da bu hi­kâ­ye­nin açı­lı­mı­nın ve an­la­tı­cı­sı­nın, o te­mel kur­gu­yu de­rin­den de­ri­ne ayak­ta tu­tan iç­sel­le­şmiş bir ilik­ten bes­le­ne­rek sür­dü­rü­le­bil­me­si­ni sağ­la­ya­bi­lir bi­ze. Yal­nız­ca tah­ki­ye di­li­nin, bü­tün yön­le­riy­le bir­lik­te in­sa­nın ta­bi­atın­da­ki gi­rift gi­zin ve kar­ma­şa­nın, ça­tış­ma­ya, bir uç­tan bir uca sav­rul­ma­ya ha­zır, kö­tü­lü­ğün de iyi­li­ğin de üs­te­sin­den ge­le­bi­le­cek ya­pı­nın en in­ce kıv­rım­la­rı­nı bi­ze aça­bil­me im­kâ­nı­na sa­hip ol­du­ğu­nu ve hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı­nın bu im­kâ­nı da­ha en baş­ta gör­me­si ge­rek­ti­ği­ni, bu­nun da an­cak sö­zü­nü et­ti­ğim bağ­la­mın far­kın­da ola­rak ba­şa­rı­la­bi­le­ce­ği­ni be­lirt­me­ye ça­lı­şı­yo­rum.

Şi­ir di­li­nin iğ­va­ya açık ve ya­kın, bi­lim di­li­nin de ha­ki­ka­te me­sa­fe­li du­ru­şu/olu­şu, tah­ki­ye di­lin­de işa­ret et­me­ye ça­lış­tı­ğı­mız oluş­la bir­lik­te bi­ze ge­li­şi­nin im­kâ­nı, kıs­sa­dan ma­sa­la ve des­ta­na, hi­kâ­ye­den öy­kü­ye ve ro­ma­na iyi de­ğer­len­di­ril­di­ğin­de, hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı­nın da iş­le­vi yer­li ye­ri­ne otu­ra­cak­tır. Bü­tün din­ler­de, ef­sa­ne­ler­de ve ya­ra­tı­lış­la il­gi­li fel­se­fî me­tin­ler­de, ya­ra­tı­lı­şın bir hi­kâ­ye­si var­dır. İş­te bu hi­kâ­ye­ler, özün üze­rin­de in­ce­cik ve sa­yı­sız kat­lar hâ­lin­de ör­tül­müş ola­rak du­rur­lar ve hi­kâ­ye an­la­tı­cı­la­rı da, kav­ra­yış­la­rı­nın ve us­ta­lık­la­rı­nın el­ver­di­ği ka­dar bu ör­tü­le­ri bir bir kal­dır­ma­ya, kat­la­rı­nı aç­ma­ya ça­lı­şır­lar. He­men hep­si de, bi­rer in­san mer­kez­li so­run­sal yak­la­şım­lar şek­lin­de ele alı­nır. Hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı hep an­la­tır ama, özün üze­rin­de­ki ör­tü­le­rin her bi­rer­le­ri­ni kal­dı­rıp da hâ­lâ bit­me­di­ği­ni gör­dük­çe, öze nü­fuz et­me ar­zu­su ka­ba­rır. Bu­nun far­kı­na var­dık­ça, di­li­nin ve ba­kı­şı­nın sü­rek­li in­cel­me­si ge­rek­ti­ği­ni an­lar; bu çiz­gi­ye sa­dık kal­dı­ça, gi­de­rek in­cel­di­ği­ni de gö­rür. Olu­şun hız­la­nan akı­şı, onu, hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı­nı, bu akı­şa han­gi yön­den ba­kar­sa bak­sın, bü­tü­nüy­le gi­zin açı­lım­la­rı­nın, ça­tış­ma­nın, uyu­mun, ki­rin, pi­sin, iyi­nin, kö­tü­nün, gü­ze­lin, çir­ki­nin..., ya­ni var­lı­ğın ta­bi­atın­da­ki o in­ce içör­gü­nün ma­hi­ye­ti­ni kav­ra­ya­bi­le­cek de­re­ce­de, in­ce bir di­le ve ba­kı­şa zor­lar.

Hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı, ha­ya­tın baş­tan so­na doğ­ru de­vam eden sü­re­di­zi­ni ile il­gi­li de­ğil­dir bi­re­bir. Yal­nız­ca ha­ya­tın bi­çi­miy­le de il­gi­li de­ğil­dir o. Bir sos­yo­log gö­zü de­ğil­dir hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı­nın gö­zü. An­lat­tı­ğı, in­sa­nın han­gi hâ­li olur­sa ol­sun, on­la­rı hiç­bir za­man sos­yo­lo­jik de­ği­şim­le­rin yak­la­şım­la­rı ile ele al­maz. Bü­tün bun­lar­la ve da­ha baş­ka be­lir­le­yi­ci ko­şul­lar­la bir­lik­te, bun­la­rın ha­ya­tın akı­şı­na et­ki­le­ri­ni de gö­re­rek, ha­ya­tın de­rin­li­ği­ne doğ­ru bir yo­ğun­laş­ma, öze, hat­tâ özün özü­ne, bü­tün te­za­hür­le­rin kay­na­ğı­na nü­fuz et­me ve in­sa­nı ora­da, içi­nin, ru­hu­nun en çıp­lak hâ­liy­le gör­me ve bul­ma ça­ba­sın­da­dır. Çün­kü hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı­nın di­li, işa­ret et­me­ye ça­lış­tı­ğım bu ana tah­ki­ye­de ken­di­ni bu­lur an­cak. Hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı far­kın­da ol­ma­sa bi­le, bu ana tah­ki­ye, di­lin özül­ke­si ola­rak onu, sü­rek­li ora­ya ça­ğı­rır. Bu çağ­rı­yı duy­ma­yan ya da duy­maz­dan ge­len hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı, ken­di di­li­nin öz­yur­du­na ya­ban­cı­laş­mış bi­ri­si ola­rak, ço­ğu za­man in­sa­na uzak yer­ler­de, ye­te­ne­ği ve ze­ka­sı ken­di­si­ni çok zor­lu­yor­sa ba­zen de in­sa­nın ayak­la­rı­nın al­tın­da ve çev­re­sin­de do­la­şır du­rur; ay­nen göz­le­ri gör­me­yen bir in­sa­nın doğ­du­ğu şeh­rin so­kak­la­rın­da, cad­de­le­rin­de el­yor­da­mıy­la do­laş­ma­sı gi­bi. Çün­kü, var­lı­ğı, var­lı­ğın ya­ra­tı­lı­şı­nı ve onun hiç sus­ma­dan ko­nu­şan di­li­ni du­yan ve an­la­yan an­la­tı­cı, bi­ze, bi­zim bir hi­kâ­ye­mi­zi an­la­ta­bi­lir an­cak.

So­ru­na bu­ra­dan yak­la­şıl­dı­ğın­da, di­le dök­mek­ ve di­le ge­tir­mek de­yim­le­ri­nin ara­sın­da­ki fark, bir hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı­nın gör­me­si ve bil­me­si ge­re­ken dil­sel in­ce­lik­le­rin de il­ki ol­sa ge­rek­tir. Bu­nun için de bir hi­kâ­ye an­la­tı­cı­sı­nın, an­lat­tı­ğı hi­kâ­ye­nin, hem di­li hem de öte­ki un­sur­la­rıy­la bir­lik­te ana hi­kâ­ye­nin ya­ta­ğı ile bağ­lan­tı­sı­nı çok iyi ku­ra­bil­me­si ge­re­kir.

Ana hi­kâ­ye­nin bü­tün im­kân­la­rın­dan ge­re­ği gi­bi bes­le­ne­me­yen, o ik­lim­de ye­şe­ren ha­yat­la­rın do­ku­su­na ya­ban­cı ka­lan ve onun çe­kim ala­nın­dan uzak düş­en bir an­la­tı­cı­nın an­lat­tı­ğı hi­kâ­ye­­nin, ne den­li al­be­ni­li olur­sa ol­sun, yal­nız­ca sö­zü ço­ğalt­mak­la kal­mak­tan ve ya­zı­nın uzay boş­lu­ğun­da kay­bol­mak­tan kur­tul­ma­sı ise im­kân­sız­dır.

 

KAY­NAK­ÇA

De­mir, Ya­vuz; İlk Dö­nem Hi­kâ­ye­le­rin­de An­la­tı­cı­lar Ti­po­lo­ji­si, Ak­çay Yay., 1. bas­kı, An­ka­ra 1995.

Çe­tin, Nu­rul­lah; Ro­man Çö­züm­le­me Yön­te­mi, 1. bas­kı, An­ka­ra 2003.

Ka­ra­ca, Alâ­at­tin; Ses­siz Ev’de An­la­tı­cı ve Ba­kış Açı­sı, Der­gâh, S. 164.

Te­kin, Meh­met; Ro­man Sa­na­tı-I, Ötü­ken yay., 1. bas­kı, İs­tan­bul 2002.

Ben­ja­min, Wal­ter; Son Ba­kış­ta Aşk (için­de; Hi­kâ­ye An­la­tı­cı­sı), Me­tis Yay., 1. bas­kı, İs­tan­bul 1993.

GERÇEKÇİLİK VE KURGUSAL GERÇEKLİK

 

 

 

HAYAT-EDEBİYAT-SİYASET

İnsan, kendi varoluşuna ve kendisiyle birlikte bütün varlığa nereden ve nasıl bakar? Kendisinin ve varlığın anlamını, oluşumunu ve amacını nasıl ve nelerin yardımıyla kavrar?

Bu kavrayışı ona bir zorunluluk olarak hissettiren, bütün varlıkla, zamanla, mekanla ilişkilerini anlamlandıran o derin aidiyet bilinciyle değil mi?

O bilinçle tanımlar ve kavramsallaştırır. Kurar ve kurgular. Zihinsel ve duygusal, maddi ve manevi, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, dost ve düşman... gibi daha birçok insani özünün tezahürü olan eylemleriyle bir dünya kurar, koskoca bir dünya. Kimi zaman uğruna nice fedakarlıklarda bulunacağı, gözünü kırpmadan kanlar bile dökeceği ve sımsıkı sarılacağı, kimi zaman da ondan kurtulmak için köşe bucak kaçacağı bu dünyayı hayat olarak derisi gibi sarınır sırtına. İnsanın bütün eylemi hayatının içinde ve aynı zamanda hayatı içindir. Kozasını örer durur yalnızca; örme işlemi sürerken, eğer mahiyetinin farkına daha baştan varamamışsa, çok basit bir oyunmuş gibi gelir ona bu koza, bu hayat. Oysa bütün karmaşıklığı ve zorluğu da önüne sürülen bu oyunun basitliğinde gizlenmiştir. Onu kendi doğal birliği, bütünlüğü ve anlam bağlamı içinde yaşamaya ve anlamaya çalışmak, insanın her zaman üstesinden kolaylıkla gelebildiği bir şey değildir. Onun bu doğal birliğini dağıtıp, her şeyi ayrı bir amaçlılık içinde ve tek tek aldığımızda yaşamayı bir yük haline getiririz. Bu basit, zor ve karmaşık oyunun ince dokusunu anlamak ve çözmek için üzerine eğildikçe, insan, daha ne denli keskin bir bakışa, duygularının, düşüncelerinin işlenmiş ve inceltilmiş öncülüğüne, yol göstericiliğine ihtiyacı olduğunu görür. Arar, bulur ve kaybeder. Yeniden arar, bulur ve yeniden kaybeder.

Sürekli yeni yöntemler keşfeder: Söz, yazı, fırça, nota; edebiyat, sanat, siyaset, heykel, mimari; savaş, barış, devrim, uzlaşma... hepsi de oyunun, onun hayatının içinde ve hayatı içindir.

Oyunun ciddiyeti kavrandığında, bütünlük bilinci de, kaçınılmaz olarak, insanın eylemliliğinin ve varlık karşısındaki konumunun ve sorumluluğunun belirleyicisi olur. Bütünün eklemlenme yerlerindeki uyumu ve bu uyumun gerekliliğini daha açık seçik görebilir o zaman. Her şey, her durum ve olay en ince ilmeklerle birbirine nasıl da bağlı ve biri diğerinin öbür yüzüdür. Öyle sermestem ki idrak etmezem dünya nedir, dediğinde bu bütünlük bilincine ulaşır ve bütün yüzleri görür. Bütün düşüncelerin ve eylemlerin buluşma   ve ayrışma noktaları da bu bütünlük bilincindedir. Yapmayı da yıkmayı da, saçmayı da anlamı da işte bu bütünlük bilincinde ve kavrayışında bulabiliriz.  

İnsan, bu bütünlüğü hazır bulduğu gibi, onu kavrama bilincini de hazır bulmaz kuşkusuz, sınanarak ulaşır ona ya da ulaşamaz. Bu sonuç, insanın tek tek bütün eylemlerindeki kendisinin bilincinde olma halini de belirler. Bütünlüğün farkında olan, orada kendisini besleyen damarı görebilen her insani eylem, kendisi olmayı da başarır. Kendisi var, çünkü hemen yanıbaşında kendisinin varlığını görünür kılan, kendisinin ona, onun da kendisine kaçınılmaz bir biçimde ihtiyaç duyduğu bir başkası da var.

İnsan, bir ya da birçok iş yaparak, eylemde bulunarak yaşar hayatı. Bu anlamda hayat, hem edilgen hem de etkendir. İnsanın eylemleriyle biçimlenirken, bir yandan da onları biçimlendirir. Hem kuşatır hem de kuşatılır. Kimi zaman harcanmış bir hayat, kimi zaman da acımasız bir hayat olur. İnsan, çoğunlukla, hayattan hiçbir şey anlamadığı için ellerini açıp yakınır çaresizlikle; sanki,  onu ihtirasları ve erdemleriyle kendisi biçimlendirmemiş gibi. Nereden baktığını ve bakacağını şaşırır.

Görmek istediği ile birebir ilişkilidir insanın baktığı yer. Sanattan, edebiyattan, siyasetten, dinden, ekonomiden... bakar. Bütünlük ve varoluş bilinci,  hayatın, varlığın amacına açılan damarların hepsinden birden bakabilecek bir açının oluşumunu gerçekleştirmeyi ve ona ulaşma çabasını gerektirir. Ayrıştırılamaz uyumdan geriye kalan bir hayatta, her eylem, bütünlüğe bir katkıdır; edebiyat da, sanat da, siyaset de...

Ne ki, bunun her zaman böyle gerçekleştiğini söylemek hiç de kolay değildir. Genel olarak insanların hayatları için böyle olduğu gibi, edebiyat tarihi ve siyasal tarih için de böyledir. Gerekenin, gerektiği gibi gerçekleştiği her zaman mümkün olmuyor; insanın hayıflandığı da bu değil mi?

Hayatın, insanın bütün eylemlerini, elbette siyaseti ve edebiyatı da beslemesi, anlamlandırması gerektiği konusundaki önkabulü, hiçbir sanatçı ve siyasetçi görmezden gelemez. Edebiyatın hayatı ve siyaseti; siyasetin de hayatı ve edebiyatı besleyici birer kaynak olduğu gerçeği de  bir güzel düşünce ve gereklilik olarak kabul görür.

Hayatımızdaki her eylemin kendi tabiatına uygun gerçekleşmesi, onun kendi olabilmesinin de ilk ve tek koşuludur elbette. Özellikle sözkonusu ettiğimiz edebiyat ve siyaset için de böyledir kuşkusuz. Herbirisi kendi dili ve halince konuşur ve gerçekleşir. Hayatın kendisi bir edebiyat metni değildir; bir edebiyat metninin de hayat olmadığı gibi. Hayatımızdaki doğal siyaset dokusu siyasallaştırıldığında, hayat olmaktan çıkar, çekilmez ve yaşanmaz bir hal alır; siyasi damarları tıkanmış bir hayatın yaşanmaz ve çekilmez oluşu gibi. Hayatın sıcaklığına ve doğallığına, siyasal işlevselliğe ve sorunsala yabancılaşmış bir edebiyat, nasıl çoğaltılmış bir söz yığını olarak kalır ve zamanla ışıltısını kaybedip yok olursa, kendi tabiatındaki sıcaklıkla, gerçeklikle ve siyasal dokuyla yetinmeyerek siyasallaşan edebiyat da, yarına bir edebiyat olarak kalamaz. Hiçbir insani eylem, bir başkası için kullanılmak durumunda olmamalı ve harcanmamalıdır. Ancak o zaman kendince ve işlevsel olacaktır. (…)

 

SEN GELMEZSEN GÜVERCİNLER KÜSER


Sen gidince gönlüm karışıyor.

Ondan sonra da başımı alamadığım bölük bölük akıp duran bulutlar…

 

Her taraf birden ıssızlaşıyor. Bir sessizlik çöküyor birden odama ve koridora. Hastaların ölgün ve yavaş ayak sesleri, her hastanın âdeta sağlık durumunu yansıtan terlik şıpırtıları, kesik kesik öksürmeler, ah’lı, of’lu iç geçirmeler, yalvarmalar, şifa dilekleri… bile bozamıyor bu sessizliği. Biliyorum ki, bu sessizlik benim karışık gönlümde.

Herkes benim gibi değil, dışarıdaki gündelik hayatlarının bütün alışkanlıklarını buraya taşıyan birçok hasta var odalarda. Ben şimdi yattığım yerde gönlümle didişip dururken, hüzünlere batıp çıkarken yandaki odadan gelen tavla şakırtısı, umduğu gibi zar atmayı başaran hastanın el çırpması, belki de karşısındakini çileden çıkartmak için gözünün içine bakıp hiç de hastaya benzemeyen bir kahkahayla gülüşü, sabahtan akşama dek, hemen hemen doktorların odaları dolaştıkları beş on dakikalık aralıkların dışında hiç kapanmayan televizyonların sesleri, balkonlarda, tuvaletlerde gizli gizli avuç içlerinde sigara içmeler… evet bütün bunlar, hastahanede yatmanın benimki gibi olmadığını, daha doğrusu benim gönlümdeki karışıklığın, odamdaki ıssızlığın, kâlbimdeki ve kafamdaki sessizliğin hastahaneden kaynaklanmadığını düşündürüyor.

Düşündürüyor ya, gel de sen gönlüme haber anlat işte…

 

Hiçbir şeyim eksik değil, biliyorum. Senin sormana, benim de söylememe gerek yok. Her şeyi bir bir düşünürsün, evle ve benimle ilgili hiçbir şeyi yüksünmeden, hem de en güzel şekilde yapar çatarsın. Elinin değdiği her şey yerli yerine oturur. Parmaklarınla güzellik kondurursun dokunduğun eşyaya. Sana öyle geliyor, deme sakın. Ben bilmez miyim baktığın noktayı ışınladığını. Bana hissettirmeden her şeyime çeki düzen verdiğini, oturup kalkmamı, eve, odalara girip çıkmamı, eşyalarımı nasıl kullanacağımı, ne zaman nereye gidip geleceğimi… bir bir yönlendirdiğini hissetmez miyim, sanıyorsun.

Evet, bilmez miyim sanıyorsun?…

Söyle, ikimizin göğsünde de atıp duran tek bir kâlp değil mi?…

Yere bakıyorsun, öyle değil mi?

Birazdan gideceksin, ama ardına bakmadan çekip gitmeyeceksin.

 

Evde olduğu gibi burayı da a’dan z’ye düzenleyeceksin; havlunun birini katlayıp dolaba, diğerini de başucuma koyacaksın, hangi meyveyi hangi vakitte yiyeceğimi, maden suyunu fazla soğutmadan yemekten sonra, balla karıştırıp getirdiğin sütü uyuyup da içemeyeceğimden endişelendiğin için geç vakit ve yatmadan önce içmem gerektiğini sıkı sıkı tembih edeceksin, kan aldırmaya, film çektirmeye, telefon etmeye giderken ya da biraz yürümek için koridora çıkarken üzerime almadan odadan çıkmamam için getirdiğin hırkamı da ayakucuma katlayıp koyacaksın. Terliklerimi, yatağımda doğrulup da ayaklarımı uzattığımda neredeyse giymiş olacağım şekilde hazırlamış olacaksın. Elimi uzatır uzatmaz alacağım şekilde suyumu ve ağzı kâğıt mendille sarılmış bardağımı, hemen yanında defterimi, üzerinde kitabımı, onun üzerinde de kalemimi bir bir dizmiş ve düzenlemiş olacaksın. Ziyaretçilerin getirdiği kimi saksıda, kimi vazodaki çiçeklerin her biri mutlaka en yakışır yerlerinde olacak. Odaya girildiğinde çiçeklerin kokusuyla, sağa sola bol bol döktüğün, karyolanın başucu ve ayakucu demirlerini, kapı kollarını, dolap kapaklarının düğmelerini, telefonun almacını hergün gitmeden ovduğun limon kolonyasının kokusunun, ilâç kokusunu bastırmasını düşüneceksin inceden inceye. Kendi terimin kokusundan tiksinmemem için, burcu burcu sabun kokan çamaşırlarımı hemen hergün, hatta günde birkaç kez değiştirebileceğim kadar ve kat kat dizeceksin dolaba. Küçük el radyosunu da pencerenin önüne, güneş görmeyecek şekilde (çünkü pilleri eriyebilir) koyacaksın. İğnelerin yakıcı acısını, hapların ve şurupların dil ve yüz buruşturan, boğaz yakan tadlarını, hemşirelerin hırçın, huysuz, huzursuz, bıkkın ve kavgaya hazır yüzleri ile doktorların ilgisiz, duyarsız ve denekçi tavırlarını unutturup, sanki burada tedavi için değil de dinlenmek için bulunuyormuşum gibi düşünüp rahatlamam için elinden gelen, hatta gelmeyen her şeyi yapmak için can atacak, âdeta kendini parçalayacaksın…

Sonra da gideceksin.

Ama çekip gitmeyeceksin.

Senin gidişinin acısı, etkisi zaman içinde soğudukça kendini belli eden bir kırık acısı gibi durdukça dağılacak içime.

Gözlerinin buğulandığını, dolduğunu ve dudaklarının titrediğini, kendine bir iş bulacak ve gûya bana göstermeyeceksin.

Ben bileceğim ama. Ben seni, gönül aynamın dökülmez sırını bilmez miyim hiç?…

Sen benim gönlümde kazandığım meydan savaşının zafer anıtı değil misin? Herkese, özellikle de sana karşı kazandığım zafer anıtı. Bu zafere ulaşan sürecin bütün merhaleleri; cesaretim, korkum, geri çekilmelerim, hamlelerim, ateş altındaki mevzimde çakılıp kalışlarım, kavgalarımız, didişmelerimiz, acı tatlı günlerimiz ve yedi iklim dört bucak, bütün kıtalarda birbirimizi fethedişimiz, hasretimiz ve vuslatımız… Hepsi, hepsi bir bir bu anıta kazınmış durumda.

Bazen bu anıtta, inan ki seni bile yitiriyorum. Göremiyorum.

Ondan sonra  da söylenip duruyorum kendi kendime, aşk tek kişiliktir, diye.

Bu alana girince insan hasisleşiveriyor birden. Görüş alanı daralıyor. Kâlbi ve gözü bir notkada yoğunlaşıyor. İpi küçüldükçe küçülüyor.

 

Koridor boyunca uzaklaşıp giden yumuşak ayak seslerin…

Gidiş makamında ayak seslerin…

Sonra, yatağımdan pencerenin açısına giren yoldan ziyaretçilerin arasında, beni göremediğin hâlde, benim gözlediğimi düşünerek yarım bir dönüşle bakıp geçişin ve yol boyunca duraktan durağa eve dek seni hayalimde takibedişim.

Eve vardığında, kendini yorgunluğun ruhsal ağırlığına kaptırmadan salon, oda, mutfak demeden bir bir dolaşıp, sanki ardından ben de işten gelecekmişim gibi, neyi nerede ve nasıl bulmak istiyorsam öyle düşünerek dipten köşeye, eve çekidüzen verişin…

 

İşte böyle, senin hayalinin, dalgın salınışının, solgun yüzünün, pul pul gözlerinin, buğulu sesinin ardına düşüp günlerin, ayların, yılların içine dalmak, geçtiğin bütün yollardan, yaşadığın bütün mekânlardan geçmek, sevdiklerini sevip sevmediklerini sevmemek, doğru bildiklerini doğru, yanlış bildiklerini de yanlış bilmek, hatıraların denizinde bata çıka, pupa yelken yol almak ve insanın ezelî ihtiyacı olan mahremiyetin beslediği damara tutunarak dirime ulaşmak, yaşamak, yaşamaya çalışmak…

Başka türlü olabilir mi hiç?

Şimdi sen de öyle, sanki benim ardımdan dolanıp duruyorsun evde.

Yalnızlığını, hâlindeki ürkekliğini, becerinin, tezcanlılığının, işçimenliğinin yerini alan isteksizliğini, yaptığın hiçbir işin seni memnun etmeyişini görüyorum ve bütün bunların yerine sesine cıvıltı, yüzüne alev yalımı, fincan gözlerine, uçlarına kamçı bağlı kıvılcımlar, sırtında, yürüdükçe deste deste dalgalanan, kalçalarını döven saçlarının ucundan dökülen ışık seli ve senin ardından  düşe kalka dolaşıp duran, eteğine dolaşan apalak topalak bir çocuk yakıştırıyorum.

Sana yorgunluk, bitkinlik değil canlılık, yani hayat yakıştırıyorum.

Alnına çizgiler değil ayışığı, gözlerine kırık ve sulu bakışlar değil yıldız dökülüşü, geniş yüzündeki hüzünlü sis yerine de elma kırmızısı ve sesine, kâlbinde ne var ne yok ele veren buğu yerine kaynayıp duran pınar şırıltısı yakıştırıyorum.

Bütün bunları düşünürken, daha doğrusu seni yaşarken ellerim terliyor, bir ateş basıyor. Hiç bilmediğim bir korku inatla kâlbimin kapısını vuruyor, direnirsem pencerelerini zorluyor. Bakıyorum ki tere batmışım. O zaman hiç kimse gelmesin, ziyaretçim olmasın diye dua ediyorum. Yastığımın altına koyduğun, yalnızca terimi silmem için kullanmamı istediğin küçük havluya uzanıyorum. Bir sabun kokusu nasıl bu kadar güzel olur, diye hayret ediyorum. Hoşuma gidiyor, gülümsüyorum. Terimi kuruluyorum. Böyle ânlarda çok, ama çok terliyorum, elim ayağım dökülüyor. Biliyorum, şimdi çamaşırlarımı değiştirmezsem üzülürsün. İşte senin kızman da bu. Bıçağı kendine çalman.

Aynaya bakamam şimdi, çünkü rengim sapsarıdır. Korkarım ve senin de korktuğunu düşünürüm. Dayanamam.

İnsan hasta olunca ya da hastahanede yatarken, hayatın kıyısından dolaşıp giden bir yolda yürüyormuş izlenimine kapılıyor nedense. Sanki öte dünyanın, eşyanın ve hayatın dağdağasının hızını kestiği esintisini daha yakından hissediyor. Bundandır belki diyorum, sevdiklerimizi, dostlarımızı, yakınlarımızı daha çok arayışımız ve görmek isteyişimiz bundandır.

Bir de, en çok mezarlıkların yanından geçerken bu duygulara kapılırım ben. Servilerin salınışı kadar uyarıcı bir dil olmadığını düşünürüm. Sessiz bir koro gibi… Neleri hatırlıyorum görüyorsun.

Bunları düşündüğümden haberin olsa, gözlerinle sertçe azarlarsın beni.

Kâlbimdeki ateşin, alttan alttan bir körükle üfürülüyormuş gibi kızarıp durması bundan mı dersin?...

Sen ne dersen de.

Umudumu kesmiş değilim hayattan. İçlenmelerimi duymuş olsan, şimdi sararıp solduğumu, aynadan kaçtığımı, çamaşırımı değiştirmekte geç kaldığımı görmüş olsan, tersini düşünürsün. Telâşa kapılırsın.

 

Gözlerin ve ellerin, dilinden daha konuşkandır senin, bilirim. Bilirim ve böyle zamanlarda fincan gözlerine uzun süre bakamam. Fincanlar üstüme kapanabilir sanırım çünkü.

O fincanların içindeki bütün fallar yorumlanamayacak kadar açıktır.

Hiçbir çingeneye sormadan o fincanlarda kısmetimi (sendin o) gördüm. Dümdüz, uzun yollar gördüm. Hasretle döşenmiş yollar… Ayrılık mı? Hayır, görmemiştim. Ölüm görmemiştim. Yokluğu, yalnızlığı, kimsesizliği görmüştüm ama yadırgamamıştım bütün bunları. Her şeyin azıyla yetineceğimizi ve başka hiçbir şeye ve hiç kimseye gerek duymayacağımızı düşünmüştüm besbelli.

Hayır hayır, hiçbir şey düşünmemiştim. Düşünemezdim de.

Kâlbimin, duygularımın, sezgilerimin aktığı yöne yürümüş yürümüştüm yalnızca. Onca şeyi durup düşünmeye zaman mı kalırdı hiç? Sen, gözlerinle, yüzünle seslenmiştin ya, yola düşmemize yetmişti. Utanılacak bir şey mi vardı sanki bunda. O ân hiçbir şey görmez, duymaz oluyordu insan. Gözlerin açtığı yara neden sonra başlıyordu acımaya; vazgeçilmez bir acıyla acımaya. İnsan, yüzündeki yanmayı, göğsündeki kavrulmayı, derisinin altında bir şeylerin yürüyüp durduğunu neden sonra hissetmeye başlıyordu.

O ne güzel bir yanma ve ne güzel bir kımıltıydı öyle.

Bu yanmanın, kavrulmanın ve kımıltının farkında oluşun, aynısını kendine taşıyışın, ikimizin de bütün bunlardan hoşlanışı ve bundan hiç şımarmayışın, kâlbime abanmayışın, şikâyet etmeyişin, benim de şikâyet etmeme neden olacak bir kapı aralamayışın ve benim gözümdeki, gönlümdeki yerinle yetinişin…

Şimdi söyle, insanlar nasıl anlasın sevgiyle acının karışımını?…

 

O günü, gözlerinin çağrısını gördüğüm o günü hatırlayınca neden bugüne dek birbirimizi yormadığımızı daha iyi anlıyorum. Oysa ikimizin de yaşadığımız günlerden arta kalan yorgunluklarımız vardı. Hepsini unutuvermiştik birden.

Hâlbuki yeni bir insan, tanımaya başlayacağın bir dünya, zorluklarına, kolaylıklarına alışacağın yeni bir hayat değil mi? Yeni bir insanı anlamamızın, ona kendimizi anlatmamızın zorluğunu bilir ve bundan ürkeriz hep. Haksızlıklara neden olan önlemler alır, mesafeler koyarız çoğu zaman araya.

Bütün insanların korkuları da umutları da aynı neredeyse.

Hani içime doğdu derler ya, öyle işte. Sen hiç kimsenin uygun gördüğü bir kadın resmi vermiyordun ilk bakışta. Bense bir denize açıldığımı farketmiştim, hayat vadeden bir denize…

Ondan sonra her şey geride kalıyor, hepsiyle de sıkı sıkı kuşatıldığını bildiğin hâlde hiçbir şeye ihtiyacın kalmadığını sanıyorsun işte. Hiç kimsenin istemediği seçeneklerle karşı karşıya kalıyorsun. İki kişinin kurduğu yalnızlık sarayında tek başına yaşamak zorunda kalıyorsun. Bunda anlaşılmayacak ne var, diye gülersin yine, omuzlarını kaldırır, ellerini açarsın, kaşların neredeyse yarım ay çizer alnına ve gamzen bıçak yarası gibi derinleşir yanağında; böylece ufkumu kapatırsın.

 

O günü… demiştim, araya bunca söz girdi işte yine. Görüyorsun, sanki boşanmış da, dolaşmış bir yumağı açmaya çalışıyorum.

 

Seni farkettiğimde bir ekmeği bölüyordun ellerinle fırının önünde ve aç aç bakan iki çocuğun arasında ayakta duruyordun. Ayakta ve çantan omuzunda. Ellerine nasıl da yakışıyordu öyle bir ekmeği bölmek. Başkaları da görüyordu bunu mutlaka ama ‘seni’ farkeden bendim. Şairin ‘ellerinden belli olur bir kadın’ dizesini biliyordum, ama o dize değildi beni yönlendiren. Benim gözümde, bir kadının eli bereket dağıtıyordu çocuklara. Yüzünde rahat bir ciddiyet, hareketlerinde doğal bir kıvraklık, duruşunda insanı linç eden bir edâ vardı. Çocuklar omuz omuza koşup giderken sen de çantanın askısını omuzunda yukarı çekip yürüdün. Hiç kimsenin yürüyüşüne benzemiyordu yürüyüşün. Daha sonra bunu sana söylediğimde, yine umursamazca güldün ve; deli olma, bütün erkekler her kadını ilk ânda öyle görür, dedin. Sonra bunun benim için ağır olduğunu düşünüp özür diledin. Ben seni bütün erkekler gibi mi görmüştüm? Kendin bile alındın sözünden. Gerçekten de öyle değildi. Bir kadını farketmek, onun hayatını merak etmeye başlamak, onu sıradan çekip çıkartmak ve ondan sonra da düşüne düşüne hep yükseltilecek olan bir yere tek başına koymak demekti. İşte ben bunu yapıyordum. Çok aşınmış olmasa, bütün aşklar böyle başlar, demem gerekirdi burada. Sen, sokağın başındaki apartmanın kapısından içeri girdiğinde dayak yemiş gibi bir hâldeydim.

Duraktaki boyası dökülmüş, yazı ve çizgilerle dolu bankın temiz olup olmadığını düşünmeden oturdum. Otobüsler gelip geçti, insanlar indi, bindi. Durakta bekleyenler oldu. Ne yapmak istediğimi, neyi düşündüğümü sordum kendi kendime. Hiçbir cevabım yoktu elbette. Önümde ayakta duran, kendisini görmem için gözüme bakıp duran yaşlı kadına yerimi bırakıp kalktım.

Ellerinde ekmekleriyle fırının yanındaki boş arsada havası inik plâstik topu koşturup duran çocuklara doğru yürüdüm. Ne kaleleri vardı, ne kuralları ve ne de ikisinden başka oyuncu arkadaşları. Tam saha top oynuyorlardı. Ayağından topu kaçıran, bir yandan koşuyor, bir yandan da ekmeğinden acele ısırıyor ve koluyla alnının terini silerek diğerinin ayağından topu kapabilmek için var gücüyle saldırıyordu.

Benim yaklaştığımı görünce durdular. Birisi topu koltuğunun altına sıkıştırıp kaçmaya hazır bir vaziyet aldı. Ben gülümseyince rahatladılar. Daha haşarı görünen ekmeğinden ısırıp, ‘ne?’ dercesine dik dik gözüme baktı.

 

Girdiğin apartmanın en üst katındaki dairede oturuyormuşsunuz.

Bu iki haşarının ablalarıymışsın.

Bir muhasebecinin yanında çalışıyormuşsun.

Bekârmışsın.

Seni çok, ama çok seviyormuş bu haşarılar. Sen de onları tabiî.

Baban, annen, ağabeyin ve bu iki haşarıyla hep birlikte oturuyormuşsunuz.

 

Israrcı olmak, daralmak, telâşa kapılmak kaderi öne alamıyor, gerçekleşmesini hızlandıramıyor ya da yavaşlatamıyordu işte. Yaşamak fotoğrafımızın düzgün çıkması için kaderin karşısında teslimiyet pozuyla durmak gerekiyordu. İnsan en güzel fotoğraflarını böyle verdiği hâlde yine de her defasında ince iğnenin deliğinden geçiriyoruz kendimizi.

Değiştiriyorum işte o sözü: İnsan çeşit çeşit, kâlp damar damar… ya, kâlbimin her bir damarı hiç ummadığım, aklımın ucundan bile geçmeyecek biçimde, gürül gürül, bir sevgi ve şefkât çağlayanı hâlinde, en dipten, en gizli kaynaklarından kopup sana doğru akmaya başlamıştı.

Senin benden haberin bile yoktu hâlbuki. Çevrende dolanıp duruyordum. Hangi semtte işim olsa, önünde ya da sonunda, yolum, senin geçmen, bulunman muhtemel olan yerlere düşüyordu. Kendimi kınıyordum, hiç kimseye bir şey söylemiyordum, yol yordam soramıyordum. Nasıl bir kadın olduğunu, beni görsen ne düşüneceğini bilmiyordum, ama senden hoşlandığımı, hatta bu duygunun her geçen gün biraz daha sevgiye dönüştüğünü kendime itiraf ediyordum.

Bu itirafın, sana yaklaşma cesareti verdiğini gördükçe sevgime güvenim artıyordu.

Kader şeridindeki kareleri bir bir dolduruyor ve teker hâlinde sarıyordum hayatı.

 

Ben sanıyordum ki günler ve geceler geçmek bilmiyor. Meğerse hergün biraz daha ve hızla yaklaşıyormuşuz birbirimize. İnsanlar göremeseler bile bir elin kendilerini itip durduğunu unutmamalılar.

Yüzünde, özellikle de gözlerinde, makyajla evcilleştirilmemiş o doğal vahşiliği yakından görüp, sesinin rahat ve güvenli vuruşuyla sarsıldığımda, el yordamıyla tanımaya, tanımlamaya çalıştığım bütün duygularım aşka dönüşmüştü çoktan. Oysa sen daha yeni başlıyordun tanımaya benim telörgülerine vurup vurup dönüşümü.

Sana yaklaşınca, bir serseri gibi dolaşıp durduğum yollar kısaldı, uç uca ulansa dolaştığım o yollar kadar uzayabilecek olan içtiğim sigaraların sayısı azaldı, eğip durduğum başım yerden kalktı, normal hâlimmiş gibi görünmeye başlayan dalgınlığımdan sıyrıldım.

Bu kez de, kadınca bütün ayrıntılara hâkim olma becerine bıraktım kendimi. Hiç itirazım olmadı. Neden olsundu ki. Kadınlara ait o büyük tutkuyla, daha ilk günlerden kuşatıyordun beni. İktidar hırsı gibi bir şey değildi söylemek istediğim. İkimizin de duyguları aşkta eşitlenmişti o zaman ve sen toprağımızı tırmıklayıp duruyordun habire. Yorulmak bilmeyen bir yolculuk hâline kapılmış, tutku ve coşkuyla incitmeden beni de sürüklüyordun.

Biz böyleyiz işte, düşlerimizle süslediğimiz dümdüz bir yol isteriz önümüzde.

Sonra da o yola gözlerimizi diker, kulağımızı tutar dinleriz bütün gün.

 

Evet, bütün gün dinler dururum koridordan yaklaşıp gelecek ayak seslerini. Geliş makamındaki ayak seslerini…

Bazen, belki de bile bile aldanırım. Geleceğin zamanı bilirim, pencereden yarım bakış geçecek olan bir ânlık görüntünü mutlaka görürüm, kaçırmam. Ama yine de koridordan hiç eksik olmayan ayak sesleriyle aldanırım. Böylece kendimi oyalarım, gönlümü eğlendiririm; öyle olduğunu sanırım. Yaklaşan ayak sesleri odamın önünden geçer ve uzaklaşır. Zaten senin topuklarının vuruşu değildi onlar, derim. Sevgimin, derinden derinden bir yalnızlık sancısı gibi balkıyıp duruşunu hissederim sürekli. Buradaki yalnızlığımla, içimdeki bu sancıyla kendimi hem cezalandırır, hem avutur hem de arındırırım.

Bizim aşkla, kadında ya da erkekte aradığımız huzur değil demek ki; bir tür ceza, bir avunma, bir arınma; en ince taraklardan geçme dürtüsü, hamurumuzun mayası; acı verdikçe sevdiğini, acı çektikçe sevildiğini sanması insanın, dalından düşüp yarılma… Buna benzer bir şey işte, her neyse…

 

Bu kez aldanmıyorum işte, koridordaki bu âhenkli ayak sesleri senin ayak seslerin, senin kapıyı vuruşun, senin rüzgârın ve senin içeri süzülüşün. Her şey dündür artık benim için. Senin varlığınla dolacak odam, içim dışım, bugünüm. Hasretin büyüttüğü ateşin alevleri küçülecek, dumanı kesilecek. Odamda her şeyin yeri değişecek, her bir şeye yeni baştan elin değecek. Yirmi dört saatten beri gerilen kaslarım, odayı dolduran varlığın, yumuşak gülüşlerin ve bakışlarınla açılacak. Işıl ışıl kaynayıp duran gözlerinle ünlemler çizeceksin yüzüme.

Gizlemeyi hiç beceremezsin sen. Sesinde gri bir boğukluk, canlılığında ürkek bir telâş, yüzünde ise, ardındaki soluk iki katlı bir gülümseme var bugün. Dikkat ediyorum da, yüzüme bakarken, bir ressamın tuvali karşısında düşünüp duruşu gibi bir hâlin var. Benimle ilgilenirken de sanki boyalarını karıyorsun dikkatle.

Senin kâlbinin derinliklerini bulmak mümkün mü hiç?…

 

Kış mevsiminin bungunluğundan eser yok dışarıda bugün. Şıkır şıkır bir kış güneşi kâlpleri cıvıldaşmaya çağırıyor âdeta. Yalnızca ben değilim hergün bu saatlerde senin gelişini bekleyen gördüğün gibi. Odayı havalandırmak için açtığın pencerenin önüne dizilen güvercinler, yarım saatten beri balkonda guğurtularla dönüp duruyorlardı. Nasıl da alıştılar sana böyle. Bir gün ben buradan çıkacak olsam ardımızdan gelecekler sanki. Senin geleceğin zamanın yaklaştığının ilk habercisi, güvercinlerin grup hâlinde balkona inişi oluyor. Artık benim gözümde güvercinler sıradan bir kuş değil kesinlikle. Sen pencereyi açıp da kırıntıları atarken âdeta eline koluna konan bu güvercinler, doktorlar ve hemşireler odaya girdiğinde, pencere kapalı olduğu hâlde, hep birden havalanıp uzaklaşıyor ve bahçedeki havuzun kenarına konarak bekliyorlar. Daha sonra yine hep birlikte gelip balkona, pencerenin önüne diziliyorlar. Bu kuşlarla oyalanıyorum sen gelinceye dek. Benim odama bakan, ilâçlarımın alınışını denetleyen, iğnelerimi yapan o bütün yüzü dişlerinden ibaret olan, ısırgan hemşireden çok daha cana yakın varlıklar bunlar. Bir de senin olmadığın zamanlar daha çok kalsalar burada… Gündelik hayatımdaki ağırlığı alıyorlar sanki üzerimden. Doğrusu, seninle bağlantılarını kurduğum için, ben de onlara bağlandım işte.

Düz, zayıf, yumuşak ve dipleri etli gagalarıyla cama tık tık vurup duruyorlar, sanki senin geç kaldığını haber verirmişçesine. Sen bir gün gelmeyecek olsan, bu güvercinler de gelmezler kesinlikle, küserler. O zaman bu odanın ıssızlığını, sözünü ettiğim yalnızlık sancısını bir düşün. Katlanılır mı hiç? Karşılaştığımız o günden beri, birbirimize doğru yürümeye başladığımız yol çatallanır birden. Birbirimizde ‘tatlı oklarla’ açtığımız yaralar yaşatıcılığını yitirir, kangrene dönüşür. Kâlp atımızı koşturan huzursuzluk kamçısı çözülür, duygularımızın  gerçek kaynakları kurur o zaman. İçimizdeki ırmakların akışı, gözlerindeki pınarların kaynayışı durur. İşte o zaman, hayatımın falını okuduğum fincanlar devrilir.

Ama sen bunlara izin vermezsin. Bunlar yalnızca benim kaygılanmalarımdır.

 

Pencerenin önünde dizildiklerinde yattığım yerden onlara bakıp dururum. Bu odanın sakini olduğumu bildikleri için hareket etsem de kaçmazlar.

Kimileri paçalı, kimileri paçasız, boyunlarını uzatır ve yekinip dururlar içeriyi gözlercesine. Bazılarının göğsünde bir yarayı andıran, kan lekesi gibi, görünüşü insanı duygulandıran, dokunma isteği uyandıran benekler var. Göğüslerindeki bu benekler, yanar döner hâlinde ışığa göre renk alıyorlar. Boyunları ise yeşil, mavi ve pembe arasında dalga dalga bir karışım hâlinde.

Sır ortağım benim bu güvercinler. Aramızdaki gönül ulağım.

Zaten insanlar arasında, gönüller arasında her zaman haber, mektup taşımamışlar mı?

Yan odada yaşlı ve çenesi düşük bir hasta var. Televizyonda izlediği diziler bitip, tavla oynayacağı birilerini de bulamayınca, benim ne konuşmaz birisi olduğumu bildiği hâlde çatkapı çıkıp gelir. Çenesinin düşüklüğü kadar kulağı da deliktir. Bütün bildikleri duyduklarından ibaret olduğu hâlde onları öyle bir anlatır ki, dinlemeden edemezsiniz. Karşısına aldığı insanın onu dinlememek gibi bir şansı da yoktur. Kendisini dinlettirir, hem de her cümlesini onaylattırarak. Keyfiniz yokmuş, ağrılarınız varmış… onun için bunların hiçbirisinin önemi yoktur. Akşama dek koridor boyunca birkaç kez uğramadığı oda bırakmaz. Servisin bütün hastalarını, doktorlarını, hemşirelerini, hatta hizmetlilerini tanır. Günün her saatinde içmek için çay bulabilir. Sigarayı bırakmak bir yana azaltmadı bile. Yine de hiçbir hemşireye ve doktora yakalanmamış bugüne dek. Bunu söylerken kahkahayla gülüşünü görsen sinirden patlarsın kesinlikle. Nasıl katlanıyorum bu adama, değil mi? Bilirsin ben insanları çeviremem, bana çoğa malolsalar da.

Dün yine çatkapı girince odaya, pencerenin önündeki güvercinler birden  havalandılar. Daha oturmadan başladı anlatmaya. Hepsi de malumattı anlattıklarının ama, neler biliyormuş güvercinler üstüne neler. Güvercinin takla attığını ilk kez ondan duydum. Hem de her güvercin takla atmazmış. Hayretimi anlayınca yüzümden, taşı gediğine koydu; bunlar kitaplarda yazmazmış!… Günahsız bir ruh ve bir derviş gönlü kadar hafif, ferah ve temiz olurmuş güvercinler. Bizde güvercin beslemenin uğursuzluk getirdiğine inanılır, diyecek oldum, aslı yok onların, anlamında elini sallayıp başını arkaya attı. Ben, ‘derviş gönlü’ deyiminin onun ağzına hiç de yakışmadığını düşünürken, o sözlerinin hikmetlerini derinleştirerek konuşmasını sürdürdü. Benim aklımsa hep sendeydi. Pencereden yolu gözlüyor, onun için kısa kessin istiyordum. Kendisini dinlemek istemediğime aldırmadan konuşuyordu.

İnsanlara gönül sevinci, iç genişliği, kardeşçe yaşama duygusu ve cennet huzuru verirmiş güvercinler bulunduğu yerlerde.

Hiç duymamıştım; hiçbir güvercin Kâbe’ye konmaz ve üzerinden de uçmazmış.

Hira mağarasının ağzındaki örümcek ağının üzerine yuva yapan o güvercinler de, Nuh’un, gemisinden uçurduğu güvercinlermiş meğerse.

 

Sevimli bir insan olsa, anlattıkları daha da güzelleşecek eminim. Bir yandan sen gelmeden kalkmasını isterken, bir yandan da güvercinlerle ilgili anlattıkları hoşuma gidiyor, kuşlara karşı sevgim artıyordu.

Geldiği gibi birden kalktı. Oturduğum yerde toparlandım. Anlattıklarının etkisinde kaldığımı; ‘Ziyaretçi saatinden sonra beklerim’ diye davet ettiğimi farkedince anladım.

 

Bizler böyleyiz işte. Size ait bir nedenle, bir çağrışımla duygulanır, hatta o duygularımızın seline kapılırız. Kırılgan bir hâlde sizin tasarımlarınızla biçimlenmeye hazır bekleriz sevgili imgesinin önünde. Oysa sizler bütün yumuşak, sevecen, şefkatli kuşatıcılığınızla, tepkeli davranışlarınız ve kadınlığınıza özgü çoğu zaman farkedemediğimiz ve bize hoş gelen kurnazlıklarınızla kendinizi gizler ve korursunuz. Bizim tersimize, zayıflığınızla güçlü, şefkatinizle sertsiniz. Bizi varlığınız karşısında şaşkına çevirişiniz de işte bütün bu yollarla gerçekleşiveriyor. Cinsiyetinizin ve şehvetinizin sessiz seli varlığımızı silip süpürüyor; size ait ve sizinle ilgili olan, ya da öyle sandığımız her şeye bağımlı hâle getiriyor bizi; dilsizleştiriyor, elsizleştiriyor. Sevdiği kadın karşısında ‘erkek gibi’ durabilen bir tane bile hemcinsimi hatırlamıyorum. ‘Kendini tüketme’nin resmini görünüşte siz, gerçekteyse biz veririz hep.

Bütün bunları, o yaşlı ve çenesi düşük hastaya, nasıl katlandığıma şaştığın için söylüyorum.

Bilirsin, yakınamam bile sana karşı.

Bizim için bir kadın tarafından farkedilmiyor olmak kadar tedirgin edici başka bir şey olmadığını, bilgi olarak bilmeseniz bile içgüdüsel olarak bilirsiniz. Erkeğin kendine duyduğu güvenin en az yarısını, bir kadın tarafından görüldüğü, sevildiği, belki çok saçma gelecek ama korunduğu düşüncesinin sağladığını da hep bilmez görünür kadınlar.

Sizin bilinmezliğinizdir bizim için çekici olan. Aynı zamanda vazgeçilmez olan. Bir kadın varlığının duyurduğu yanıltmaç yani…

Demek istediğim şu güzelim; senin aynana hayretle bakamasam, gözlerimden ötesi boşluk!

 

İşte böyle. Akşamdan sabaha, sabahtan akşama dek burada oturup geçmişti gelecekti, diye düşünerek seni çoğaltıyorum, çoğaltıyorum sonra da gönlüm karışıyor, aklım şaşıyor.

Diyeceğim, ilk günlerin o alacakaranlığı sürüp gidiyor hâlâ. Sanırım biraz da insan ilişkilerinin sürekliliği bu alacakaranlığa bağlı.

Bu alacakaranlıkta bizi istediğiniz biçime sokarak, dönüştürerek, âdeta elimizden tutarak alıp gidiyorsunuz. Bu yürüyüş bazen hırçın, sinirli, didişerek, bazen de mesafeli, sessiz, bezgin ve ağır oluyor. İnsanlık hâli işte, her durumda da ellerimiz ayrılmıyor, ilişkilerimiz kopmuyor, çoğalarak gidiyoruz.

Hatırlıyor musun, birbirimize birer pencere gibi açıldığımızı söylerdik. O pencereden ne denli az ya da çok şey gördüğümüz bir yana, gözlerimizi açmak gibi bir şeydi bu; bir kez daha ve göz göre göre doğmak gibi bir şey…

Kâlbin üzerine, atışıyla uyumlu ve sürekli bir ışık vurması…

Ellerimizde, birbiri ardına mecaz çıkınlarının çözülmesi…

Bizi kuşatan sımsıkı gerçekliklerden kopup ayrıksı yanılgıların işaret taşlarına elyordamıyla tutuna tutuna yürüyüşümüz…

İşte beni bu taşların arasına sürükleyen de, burada önüme düşüp, elimden tutup kılâvuzum olan da sendin. Her zaman tüyleri kabaran biz oluruz ama önden giden yine sizsinizdir. Varsın olsun. Sanki erkeğin yolundaki tuzaklar hep yenilgiyi sağlar bize. Zayıflıkla işaretlenen siz, yenilen biz oluruz. Önce uyanır, sonra da uyuruz.

 

Bakma sen böyle içlenip durduğuma. Şikâyet değil bunların hiçbiri. Burada geçen günler, gönül defterimin yapraklarının kıyılarını örseledi. Bu sararmış ve örselenmiş yapraklara elimi sürüp baktıkça hayatımın ve senin, ıslak bir dudak gibi gerilerde kaldığınız duygusuna kapılıyorum. Bundan işte içlenip durmalarım.

Hep söylenip durmaz mıyım; kitaba el basarım senden başka dostum yok!…

Hepsi, hepsi bu işte!

 

GÖMLEĞİ YIRTIK KIRMIZI GÜL

Hüseyin Su’nun Gömleği Yırtık Kırmızı Gül’ü üç katmanlı bir öyküdür. Birinci katmanda babaanne ve dedenin evlilikleri ve ilişkileri,  ikinci katmanda anne, babaları ayrılan üç kızın babaanne elinde büyümeleri, üçüncü katmanda anlatıcının eşiyle olan ilişkisi yer alır. Üç katman da bir kişinin duyuş ve tanıklığıyla, sadakat, arzu, kırgınlık ve üzüntüden oluşan dörtlü kavram çevresinde anlatılır.

Babaanne ile dedenin evlilikleri zor olmuştur. Oğlunun yuvasının dağılmasından duyduğu üzüntüyle hastalanan babanne uzunca bir süre iyileşemeyince, dede ikinci evliliğini yapmış, dedeye küsmeyen ama kırılan babanne, anlatıcının evine yerleşerek, onu büyüttüğü gibi onun çocuğunu da büyüterek orada ölmüştür.

Anne ve baba en küçüğü dört yaşında olan üç çocuğa rağmen ayrılmış, çocuklar babaanne elinde büyüyüp, evlenmişlerdir. Üç çocuktan en küçüğü olan anlatıcı, hâlâ yaşadıkları halde, üç kardeşin de hayatında bir anne ve bir baba olarak yerleri olmayan eşlerin ayrılışlarına cevap bulamamakta, “İki insanın ‘bir hayatını’ çocuklarının bile köprü olamayacağı bir şekilde bu denli büyük bir uçurumla ayıran neydi” diyerek sorgulamayı sürdürmektedir.

Hüseyin Su, Gömleği Yırtık Kırmızı Gül’de anlatım eylemler ve imgeler üstünden yoğunlaştırılmıştır.

Öncelikle öykünün adı tıpkı “Yusuf Sınırı” gibi Hz. Yusuf imgesinden üretilmiştir; Dedenin, babaanneyi kendisiyle evlenmeye ikna etmek için buluştuğunda, onu hızla eğilip öperek, sanki ona “kendine ait bir işaret” koymasını hatırlayan babaannenin üçüncü gözlerden saklayamadığı bir hicab, Züleyha validemizin, kendisinden uzaklaşan Hz. Yusuf’u durdurmak için yaptığı eylem ve sonuçla bitişir. Bir yanıyla kutsal bir değer (günahtan korunma çabası) taşıyan bu hicap, bir yanıyla da sevgisi, zaafı, arzulanması ve azulamasıyla insan gerçeğini temsil eden yegane sözcük olarak kıymetlenir. Bu nedenle, babaanne, yıllarca eşinin yüzüne bakmadığı halde ölünceye dek söz konusu imgeyi sahiplenir ve korur. Çünkü o imge hem kadın oluşunun hem de eşine sadakatinin bir göstergesidir.

Hastalığı nedeniyle babaanneyle hemhal olamayan dedenin cinsel sıkıntısı gündelik eylemlerine yansır; az konuşur, hiç gülmez, sofradan doymadan kalkar, gündüzleri eve gelmez, başağrıları artar... İkinci evliliğe karar verdiğinde ise sesi dirilir, hareketleri canlanır, gözleri ışır...

Anlatıcının eşini avuçlarının içinde boğmak üzere olduğunu farketmesini sağlayacak şekilde aile içi problemlere bilgece yorumlar getiren, oğlunun tutunamayış acısıyla yataklara düştüğü halde, sevdikleri seviyor diye sevmeyeceklerini bile seven, hayatını zora koşanların imdadına yetişen babaanne,

“-Sevilmek hoş bir şey. Kocan bunu bile anlayamıyor, senin hardal gibi dilin yüzünden.”,

“-Üstüne çıkıp tepindiğin yer yeşersin, üstelik orada gül de bitsin istiyorsun sen.”,

“-Çek elini oradan, kalbini kanatmak için uzatıyorsun sen tırnaklarını”

sözleriyle gerilimleri yumuşatırken, başkalarını rahatsız etmemeye ayarlı davranışlarıyla, eşine olan sadakatiyle, sevgisiyle hayatın ilahi dengelerini kurmaya ödevli bir kadın olarak seçkinleşir.

Gömleği Yırtık Kırmızı Gül’e ilişkin bu yorumları yapadururken şu ikilem kendini hatırlatıp durdu: Babaanne, “Yusuf Sınırı”na uygun davranış ve düşünüşü içselleştirdiği için mi bu öykü “Yusuf Sınırı”na verilebecek güzel örneklerden biri olmuştur, yoksa Hüseyin Su, “Yusuf Sınırı”nı bir tahkiye biçimi olarak içselleştirdiği için mi babaannenin hayatını böyle kurgulamıştır? Konumuz özelinde verilecek iki cevap da olumludur. Bu ikilemin aynı zamanda, bir tahkiye biçimi olarak “Yusuf Sınırı”nın, hem güzel yaşantıların keşfiyle, hem de yaşantıların kurguyla güzelleştirilmesiyle de uygulanabileceğini göstermesi bakımından ayrıca üzerinde durulmalıdır.

 

Yazar: Ömer LEKESİZ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör