Yazar ve çevirmen (D. 1951, Adapazarı - 12 Eylül 2017, İstanbul). Asıl adı Selçuk Yıldırım’dır. Sırasıyla Adapazarı Kurtuluş İlkokulunu, Adapazarı Merkez Ortaokulunu ve Adapazarı Lisesini okudu. 1979 yılında, Marmara Üniversitesi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünden mezun oldu. 1968 yılında, ortaokul öğrencisiyken, günlük bir gazetenin düzenlediği, bir şiir yarışmasıyla yazı hayatına başladı. Bir müddet basketbol ile ilgilendi. Zafer dergisinin kurucuları arasında yer aldı. 1977 yılının ilk aylarında ilk sayısı çıkan Zafer dergisinde, o günden itibaren çalışmalarına devam etti.
"Ölüm ve Ötesi" adlı ilk kitabı 1985'de Cihan Yayınlarında
yayımlandı. 1986'da Zafer Yayınlarının aile serisinde "Ölüm Son
Değildir" adlı kitabı çıktı. 1991 yılında "Ölüm Son Değildir"
adlı kitabı, küçük cep kitabı olarak basıldı. Ölüm Son Değildir 1, 2 ve 3 adlı
kitapları, sırasıyla 1999, 2001 ve 2002 yıllarında basıldı. 1991 yılında Zafer
Yayınları'nın da kurucusu olan Selim Gündüzalp, 2002'den itibaren toplamı 15 adet
olan öykü dizisi kitaplarını çıkarmaya başladı.
2003 yılında "Deyimler ve Öyküleri" dizisini oluşturmaya başladı.
2003 yılında Zafer Yayınlarının bir alt kuruluşu olan Uğurböceği Yayınlarının
kuruculuğunda da bulundu. Uğurböceği Yayınları'nda birçok kitabın yayına
hazırlanmasında katkıda bulunarak, bu yayınevinde başka bir müstear isimle,
çocuklara yönelik çalışmalar da yaptı. "Allah ve Dua", "Allah ve
Ümit" ve "Allah ve Aşk" isimli tefekkür kitaplarının,
"Serap" isimli bir romanın da yazarı olarak tanındı. Ayrıca
"Asr-ı Saadetten Öyküler" adıyla bilinen bir diğer öykü dizisine ve
daha birçok telif ve derleme kitaba da imza attı.
Selim Gündüzalp, 12 Eylül 2017 günü geçirdiği kalp krizi sonucu İstanbul’da
vefat etti. Sakarya'da toprağa verildi.
ESERLERİ:
Fıkra: Öğrenci Fıkraları 1-2 (2003), Çocuk Fıkraları (2003), Nasreddin Hoca Fıkraları (2003).
Bilmece: Bilmece Bildirmece (2003).
Oyun: Çocuk Oyunları 1-2 (2003-04).
Tekerleme: Tekerleme Şekerleme (2003).
Çocuk Öyküsü: Gülünç Öyküler (2003), Altın Bahçesi (2003), Kanatlı Çiçekler (2003), Kibar Horoz Pat (2003), Elif in Kurdelası (2003), Küçük Kedi Ev Arıyor (2003), Akıllı Şapka (2003), Üç Küçük Balıkçıl (2003), Küçük Yağmur Bulutu (2003), Okuma Zamanı (2004), Huder.
Çeviri: Yüz Elbiseli Kız (Elenaor Estes’ten, 2003), Huysuz Penguen (E.Goordenow’dan).
Araştırma-Deneme-Derleme: Düşünceler (Ali Suad ile, 1999), Aile Öyküleri, Ölüm ve Ötesi, Çağları Aşan Sözler, Son Deve, Dostluk Öyküleri (2004), Hazır Cevaplar 1. Kitap (A. Suad ile, 2001), Hazır Cevaplar 2. Kitap (C. Suavi ile, 2002), Ölüm Son Değildir 1-2-3 (2001-2002), Sevgi Öyküleri (İsmail Örgen ile, 2002), Ümit Öyküleri (2002), Neşeli Öyküler 1-2 (2002-2003), Anne Bana Allah’ı Anlat (2003), Deyimler ve Öyküleri 1-2-3 (2003), Sahabelerin Hayatlarından Hidayet Öyküleri 1 / Nasıl Müslüman Oldular (2004), Kur’an Ayetlerinden Vahiy Öyküleri 1 / Ayetler Nazil Olurken Neler Yaşandı (2004), Peygamberimizin Hayatından Seçilmiş Öyküler 1 / Unutulmaz Bir Hayattan Hatıralar (2004), Yaşanmış Öyküler (2004), Başarı Öyküleri (İ.Örgen ile, 2004), Her Güne Bir Öykü (2004), Düşündüren Öyküler (2004), Akıl Öyküleri (İ. Örgen ile, 2004), Kudsî Hadisler (2005), Mesnevi Seçme Öyküler (2005), Gülistan Seçme Öyküler (2005), Bostan Seçme Öyküler (2005), Hz. Ali’den Özlü Sözler (A. Suad ile, 2005), Okul Öyküleri (2005), En Güzel Hikayeler (2005), Ömer’in Çocukluğu / Mualim Naci’nin Çocukluk Hatıraları (2005).
KAYNAKÇA: Selim Gündüzalp / Ölüm Son
Değildir-3 (2002), Tacettin Şimşek / Çocuk Edebiyatı İsimler Sözlüğü
(Hece-Çocuk Edebiyatı Özel Sayısı, sayı: 104-105, Ağustos-Eylül 2005), İhsan
Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2006, 2007), Selim Gündüzalp hayatını kaybetti!
(sabah.com.tr, 13.09.2017), Cüneyd Suavi / Bir Yıldız Daha Kaydı
(selimgunduzalp.com, tsz., erişim 31.03.2021)
1970’li
yılların sonunda çekilen harika bir fotoğraf… Sanki bir asır öncesine ait,
biraz sararmış zaten.
En
sağda Selim Gündüzalp, önünde telefonu. Ve sürekli olarak not aldığı bir
defter…
Ortada
Cüneyd Suavi, yanında da Ali Çankırılı duruyor.
Belli
ki konuşan yine Selim Gündüzalp, karşısındaki gençlere hiç durmadan bir şeyler
anlatıyor. Onlara tevhit dersi veriyor belki de, bütün hayatı boyunca yaptığı
gibi.
İnsan
yazacaksa onun gibi yazmalı, eğer konuşacaksa öyle konuşmalı…
Cumhuriyet
dönemini takip eden yıllardaki manevî çöküş, 70’li yıllara doğru daha da
hızlanmıştı. Bu yüzden de özellikle gençlere hitap eden ve onların imanlarına
kuvvet veren dergilere bir su veya nefes gibi ihtiyaç vardı. O karanlık
yıllarda, rahmetli Necip Fazıl’ın ‘Büyük Doğu’su dışında ‘iman esaslı’ bir
dergi bulunmuyordu. Zaten o da çok ağır hücumlara maruz kalıp, yılda ancak
birkaç sayı yayınlanırdı.
Yüz
binlerce insanın kalbini fetheden ‘ZAFER’, işte o yıllarda yayın hayatına başladı.
(1976) Bu işin başında Selim Gündüzalp vardı. Suat Ünsal, Özkan Öze, Cihat
Zafer gibi gençler yazı işleriyle ilgilenirken, Ayhan Halaç yazıların tashihini
yapardı. Ergün Ür de ‘Dış İşleri Bakanı’ sayılırdı. Çay demleyip yemek yapmak,
hatta daha sonra bulaşık yıkama işlerini Hüseyin Özkurt kardeşimiz hallederdi.
Ayrıca büyük ve küçük Namık’larla birlikte, şimdi yaşlandığım için ismini
hatırlamakta zorlandığım çok sayıda fedakâr kardeşimiz, bu işe ‘baş koymuş
gibi’ canla-başla koşuşup dururlardı. Gençlerden Suat Ünsal, Selim Gündüzalp’in
manevi evladıydı ve bu güzel beraberlik, onun vefat anına kadar devam etti.
‘Dergi
ekibi’ dışında Mithat Kırkaltıoğlu, İbrahim Erdinç Şumnu, Lütfi Saltabaş,
Muzaffer Avcı ve Ali Öztürk gibi kahramanlar da vardı. Onlar da sadece Allah
rızası için koşarak bizlere her hususta yardım ederlerdi.
Merhametli
Rabbimiz, çok şükür bu kişileri ve daha sonra gelenleri istihdam edip, Risale-i
Nur esaslı harika bir dergi ihsan etti bizlere. ‘ZAFER’in bütün hedefi, iman
hakikatlerini bilimsel yollarla ispat etmeye çalışmaktı. Bunları yaparken de,
Üstat Bediüzzaman’ın dediği gibi, bütün kuvvet ‘ihlâsta ve hakta’ bilinmeliydi.
İhlâs ise her fiilin sadece Allah rızası için yapılmasıydı. Rabbim biliyor
elbet; sabah, akşam, tatil, bayram falan demeden, işlerin yoğunluğundan bazen
günler boyu o dergiden çıkamayanlar, bunların karşılığında tek bir kuruş ücret
almıyorlardı. Her zaman olmasa bile karınları acıkınca derginin alt katındaki
lokantadan ısmarlanan lahmacunlar dışında, bir de uzak şehirlerden misafirler
geldiğinde onlarla birlikte yedikleri dönerler, ‘ücret’ sınıfına girer miydi
acaba?
Dergiye
dört elle sarılan hanımlar da vardı. Mesela bunlardan biri (Allah onunla
birlikte hepsinden razı olsun) yeni evliydi ve 22 yaşından başlayarak, belki 15
yıl boyunca dergi elemanlarına her hafta yemek yaptı, bazı çamaşırlarını yine
her hafta yıkayıp güzelce ütüledi. Diğer hanımlar da ondan geri kalmıyorlardı.
Çünkü imkânsızlıklar ‘diz boyuydu’ o günlerde, her şey tahmin edilenden zor
yürüyordu. Dergi dağıtımı için farklı zamanlarda iki minibüs aldık ama, yine
aynı sebeplerle ikisini de bir süre sonra elden çıkarttık.
…
Hizmetler
paradan çok ihlâsla yapılır. En tanınmış holdinglerin aciz kaldığı şeyleri
Rabbimizin yardımıyla başaran ‘ZAFER’in ‘mal varlığı’ olarak, şu anda elinde
‘sadece bir’ bina var. O da küçük boyutta bir ‘Kültür Merkezi’… 99 depreminde
yıkılan bir binanın yerine inşa edilen… Başka ne bir bina ne de milyon
dolarlar…
Saydığımız
bütün bu zorluklara rağmen, (hiç sekteye uğramadan) bir dergi 40 yılı aşkın
süredir çıkıyorsa ve belki yüz binlerce insan bu dergiyi hâlâ dualarla yâd
ediyorsa, bunun ihlâsın dışında ne gibi bir açıklaması olabilir?
…
O
yıllarda ne bilgisayar vardı, ne de yayıncılar için çok büyük bir nimet olan
‘internet’ adlı icat. Ne akıllı ne de akılsız telefonlar. Kullandığımız tek
alet, atalarımızdan kalan sabit telefonlardı. Bir de daktilolar vardı,
tuşlarına her basışta çat-pat sesleriyle kafamızı şişiren… Şeritleri ikide bir
tükendiğinden (yani mürekkeplerini kaybettiğinden), tuşlara bassanız bile kâğıt
üzerinde hiçbir iz bırakmayan…
Her
ayın sonuna doğru dergiye girecek yazılar ortaya çıkınca, yanımızdaki
gençlerden birini çağırarak:
“Hemen
otobüse binip İstanbul’a git! Yazıları oradaki büromuza teslim et! Uğur
Canpolat Abin, onları dizgiye verip sana teslim edecek. O iş yarına biter.
Dizgileri alır almaz tekrar otobüse binip Adapazarı’na dön! Fakat bu sırada
sakın dizgileri kaybetme, aksi halde derginin çıkması gecikir. Sen de İstanbul
yollarından dönemezsin.” derdik.
‘Dizgi’
dediğimiz şey, yazıların matbaada beyaz ‘kâğıt şeritler’ üstüne yazılmasıydı. O
şerit de bir rulo hâline getirilirdi. Üç sayfalık bir yazı, yaklaşık 1 metre
boyunda oluyordu. Şerit genişliği ise 5’le 15 cm arasında değişiyordu. İstanbul’a
gönderdiğimiz delikanlı, ertesi gün geç saatte Adapazarı’na dönüp yanındaki
ruloları bize teslim ederdi. Onları teslim alınca bütün ruloları tek tek gözden
geçirip, dizgi yanlışlarını düzeltirdik. Eğer o ayki dergiye 30 yazı girecekse,
uzunluğu 50 ile 100 metre arasındaki bir ruloyu incelemek zorunda kalıyorduk.
Bu iş tamamlanınca, gençlerden birini tekrar yanımıza çağırıp:
“Hemen
otobüse binip İstanbul’a git! Tashihleri oradaki büromuza teslim et! Enver
Yorulmaz Abin, yanlışları düzelterek sana teslim edecek. O iş yarına biter.
Dizgileri alır almaz tekrar otobüse binip Adapazarı’na dön! Eğer tashihleri
kaybedecek olursan…”
Gerisi
malum…
Delikanlı
2 gün sonra dönse bile, çok kısa bir süre sonra tekrar İstanbul yollarına
koyulurdu. Çünkü ‘renk ayrımı’ için bu sefer de çok sayıda resim gönderilirdi.
Çekilen sıkıntı bu kadarla kalmazdı elbet. Arkasından ‘sayfa düzenleri yapılır,
bunun için o gence tekrar iş düşerdi. Daha sonra bir kez daha yuvaya dönüş, bir
kez daha otobüs yolculuğu…
…
Üstat
Hazretlerinin buyurduğu gibi, bizler (dergi konusunda) biraz acele edip kışta
geldik. Şimdiki şanslı nesil, eğer bir yazının basılmasını istiyorsa, onu kendi
elleriyle tashih edip yayın evine gönderiyor. Bunu yapmak için de, çayından bir
yudum alıp onu yutana kadar, ‘gönder!’ düğmesine basıp bu işi hallediyor.
Hepsi
o kadar…
…
Selim
Gündüzalp, dergide bir orkestra şefi gibiydi. ‘Akılsız telefon’larla son derece
akıllıca işler başarıp, Türkiye’nin dört bir yanından yazar bulur, onları tatlı
diliyle harekete geçirir ve hangi konuda yazması gerektiğini söyleyip yazıları
tamamlamaya çalışırdı. Fakat o günlerde yazar sayısı azdı. Veya Zafer
Dergisi’ne girecek yazıların yazılması zordu. Bir de şu vardı tabi: Paramız
olmadığından yazarların hiçbirine ücret ödenmiyordu. Zaten işin içine ‘ücret’
girdiğinde, bu işin sırrı bir anda kaçabilirdi. Bu bakımdan dışarıdan gelen
yazılar, derginin sayfalarını doldurmuyordu. Bunun formülü de belliydi tabi:
‘Dergideki yazarların farklı isimler altında makale yazmaları…’
Hani
‘müstear isim’ deniyor ya! İşte o türden.
Selim
Gündüzalp’in 4 (belki de daha fazla), benimse 3 müstear adım vardı. Fakat işin
garip yanı hanım isimleriyle de yazılar yazmamızdı. Tuba’sından Merve’sine,
Ayşe’sinden Fatma’sına tüm isimler serbesti… Seç seçebildiğini…
Allah
bizi affetsin. Fakat derginin çıkması gerekiyordu. O kadar erkek yazarın
arasında üç tane de hanım yazar bulunsa, diğer hanımlar da yazmak için şevke
gelirdi.
…
Laf
meclisten dışarı… Hani halk arasında: “Kel ölür sırma saçlı, kör ölür badem
gözlü.” falan deniyor ya! Geçerli bir sebep yokken Selim Gündüzalp’i
methettiğimi zannetmeyin. Belki yüzlerce kişi çok yakından şahittir ki, onun
hafızası ‘inanılmaz’ boyutlardaydı. Ve birçok özelliği gibi bu da insanları
hayrete düşürürdü.
Ufacık
bir örnek versem eminim ki siz de şaşacaksınız:
41
yıl önce çıkmaya başlayan ‘ZAFER’, bu yılın Ekim ayında 490. sayısına ulaştı.
Her dergi 60 sayfa olduğuna göre, (Gerçeğe Doğru’ serisi ile birlikte) bunlar
en az 30 bin sayfa tutuyordu. Yani en az 60 ciltlik bir kütüphane… Selim
Gündüzalp, bu kadar sayfa içinde hangi yazının nerede, hangi yılın hangi
sayısında yer aldığını, o sayfada bulunan resimleri; o yazıdan önce veya sonra
gelen yazıları hiç düşünmeden ‘şıp!’ diye söylerdi size.
Onun
bu ‘Allah vergisi’ kabiliyeti, Risaleler için de aynen geçerliydi. Hangi
eserden olursa hiç fark etmeden, risalelerin içinden tek bir cümle alarak ona
söyleseniz, o cümlenin yer aldığı kitap ismini, sanki görüyormuş gibi
bölüm-bölüm, satır-satır tarif ederdi. Onun bu hafızasından özellikle son
yıllarda çok faydalandım. İnternete girmeye biraz üşenince, hemen onu arayarak
‘Gogol Baba’yı hasetten çatlatıyordum.
…
Selim
Gündüzalp, son derece neşeli ve şakacı bir insandı. Onun bu neşesi hepimize
yansırdı.
Kendisine
arada bir telefon edip:
“Günahların,
saçların kadar fazla.” derdim. Gülerdi tabi. Daha sonra yine saçlarından
esinlenerek, onun için kısa bir öykü yazdım. ‘On Birinci Gün’ adlı öyküydü bu.
Ve onu gözyaşlarıyla okumuştu.
…
40
yıl sonra şunu şükrederek gördük ki, ‘ZAFER’ Allah’ın izniyle inanılmaz
derecede büyük bir hizmet yapmış. Fuarlara gelenlerin önemli bir bölümü, (kendi
ifadeleriyle) her yazıyı ezberlercesine okumuş, şu fırtınalı asırda onlarla
moral bulmuş ve bu yazılar sayesinde merhametli Rabbimize her geçen gün daha da
yaklaşmışlar.
Selim
Gündüzalp’in bunda o kadar büyük bir hissesi var ki…
Allah
ondan ebediyen razı olsun…
Televizyon
kanalları onun değerini ‘çok geç’ fark etti ama, fark ettiklerinde de çok geç
oldu.
Şimdi
şöyle düşünmemek mümkün değil elbette:
Neden
bu hatalara sık sık düşüyoruz?
Yaptıkları
sohbet için yüz binlerce lira değil, sadece Allah rızasını talep eden ve her
şeyiyle ‘bizden olan’ değerlerimize neden sahip çıkamıyoruz?
‘Göz
göre göre’ mahvolan nesiller, ‘paraya âşık’ olan kişilerle değil, Allah’a ve
Resulüne âşık olan kahramanlarla kurtarılır.
…
Bu
satırları, 14 Eylül 2017’de, en son kaleme aldığım “Bediüzzaman’a Göre Cennet
Nasıl Kazanılır?” adlı kitap bittikten sonra yazıyorum.
Hatta
‘Önsöz’ bile bittikten sonra… Fakat ‘yazacak bir şey’ kalmışsa geride, siz
‘bitti’ deseniz bile kitap bitmiyor.
Aylar
boyu dualarla yazdığım satırlar ‘bana göre’ tamamlanınca, Selim Gündüzalp’e
telefon edip:
“Kitabın
önsözünü yazar mısın?” diye sordum.
Hiç
nazlanmadan:
“Yazmaz
olur muyum Abi! Seve seve yazarım.” cevabını verdi. Ve birkaç gün sonra mail
atıp önsözü postaladı. Bu arada benden dua da istiyordu.
O
yazıyı okuyunca kendisine yeterince dua ettim mi acaba, bilemiyorum.
Fakat
13 Eylül de, binlerce kişiyle birlikte dua ettim ona. Üstelik de kabrinin
başucunda…
Adapazarı’nın
‘Emirdağ Kabristanı’na defnettik onu. Türkiye’nin dört bir köşesinden gelen
‘gönül dostları’ ve onu ‘Allah için’ seven yüz binlerce insanın dualarıyla
birlikte…
Aceleci
adamdı… Bir hayatın nasıl yaşanması gerektiğini ve o kısa hayatla nasıl ebedî
bir saadete kapı açılacağını ispat ettikten sonra, “Ölüm son değildir!” deyip
fazla beklemeden ayrıldı bu dünyadan.
63
yaşındaydı…
Mekânı
Firdevs Cennet’i olsun inşallah.
KAYNAK:
Cüneyd Suavi / Bir Yıldız Daha Kaydı (selimgunduzalp.com, tsz., erişim
31.03.2021)