Hikâyeci.
1977, Şuhut / Afyon doğumlu. Üsküdar Anadolu Lisesi (1995), Boğaziçi
Üniversitesi İşletme Bölümü (2001) mezunu. Öyküleri ve eleştiri yazıları; Dergâh,
Şehrengiz, Hayalet Gemi, Atlılar, Mizan, Kırklar ve Kitap-lık dergisinin
eki Babil Kulesi’nde yayımlandı.
“İnsancıl
gibi görünmeyen, aslında insanın hınzır bir yönüne dikkat çeken, belki fıtrî
ama soğuk bir algı bu. Bir yere gitmek, bir suyu geçmek için kullanılacak olan
kayık bile taş kesiliyor bu algıyla. Sert ve dibe vuracak bir nesne haline
geliyor ve aslında kendi içinde bir imkânsızlığa, bir geçişsizliğe işaret
ediyor. Yazar, yazdıklarıyla kendisi arasına aşılmaz bir mesafe koyuyor.
Duyguyu saf dışı bırakan bir tutumla yazıyor.” (Hayriye Ünal)
“Bir
hikâye yazarı için olmazsa olmaz özellikler olan gözlem ve kurgu yeteneklerine
sahip olması, oldukça genç denebilecek bir yaşta üslûbunu ve çizgisini
oturtması yazarın gelecekte yapacağı daha başarılı çalışmaların habercisi gibi
görünüyor.” (Y. İlker Jandar)
ESERLERİ:
ÖYKÜ:
Kansızlık (2000), Taş Kayık (2003).
DENEME:
Acemi Şansı (2004).
DERLEME:
Kapalı Öyküler (İ. Tenekeci ve S.K. Yazgıç’la, 2004).
KAYNAK: Selçuk Orhan’la Uzaktan Erişimli Bir Söyleşi - Y.
İlker Jandar / Kansızlık Vakalarına Dair Bir Otopsi Denemesi (Atlılar, sayı:
7), Hayriye Ünal / Taş Kayık (Hece-Öykü, sayı: 3, Haziran-Temmuz 2004), İhsan
Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Halkalı’ya
gelince bir kere daha çocuk kaçırmaya karar verdim; bu düşünce zihnimde nasıl
gelişti tam çizgileriyle ve ayrıntılarıyla hatırlamam mümkün değil, sadece
babamın, kırmızı saplı tornavidasını bulamadığı için hiddetlenerek tentürdiyot
şişesini mutfağın duvarına çarpıp parçaladığı günün hatırasının canlandığını
söyleyebilirim. Çocuk kaçırma düşüncesi de, duvardaki vişne çürüğü leke, halıya
eşyalara saçılmış koyu renk cam kırıkları gibi bir vuruşta gelmişti. Halkalı’da
İstasyon yakınlarında bir yerlerden başlayarak epeyce yürümüştüm. Kavak
ağaçlarının her şeyden çok kalabalık ettiği pis bir parktan, yırtık afişleri
yere sarkan harap bir sinemanın önünden geçmiştim. Bir dişi, vampir gibi uzun
ve sivri bir adam gördüm; yeşil, çizgili hortumlar vardı elinde, bakışında bir
düşman aradığını sezmiştim ve epey korkuyordum bakışlardan çünkü banka
soygunlarının, adam kaçırmaların, haraç kesmelerin en yoğun olduğu siyasi
zorbalık yıllarıydı, gerçi kış ortasında güneşin sıcak bir şaka yaptığı bir
sabahtan geçiyor ve gördüklerimin renklerini nasıl birbirine uladığımı ılık bir
rehavetle izliyordum ama kimden ve neyden kaçmışsam, o gün evimin, ismini
sıcaklıkla andığım birkaç arkadaşımın yakınında değildim. İki ayakkabı
boyacısının yanyana tuttuğu bir kaldırıma oturdum nihayet, karşımda eflatun
tabelalı bir dükkanın önünde iki kasa boş şişe vardı. Orada oturmuş dinlenirken
çocuk kaçırmaya karar verdim.
Halkalı’ya
kadar niye gitmiştim? Galiba Verem Savaş Dispanseri denen yerlerden birinden
rapor almak için; o sıralarda TEKEL fabrikalarından birinde işe girebilmek için
sağlık raporu, ciğer röntgeni vs. gerekiyordu. Mutlaka bir dispansere gitmiş
olmalıyım; kalın duvarlı küçük binayı, küçük bahçesinde kedilere ekmek doğrayan
ince sesli hademeyi hatırlıyorum. Hemşeri çıkmıştık, belki de o dispanserde bir
hemşeri bulacağımı bildiğim, bana öyle tavsiye edildiği için Halkalı’ya kadar
gitmiştim.
Bir
çocuğa tenha bir yerde rastlamak üzere, ayakkabı boyacılarının yanından kalkıp
köy evlerine benzeyen, çatıları tahta desteklerle tutturulmuş eski evlerin
olduğu bir yokuşa vurdum. Kırmızı saçlı, önlüklü, yakasının kenarları kirlenmiş
bir kız çocuğu düşlüyordum; küçük dudakları ağzının içinde büzülmüş, gözleri
kestane iriliğinde, elinde bir ip, yaşına göre belki biraz tombul bir kız
çocuğu ki eğer rastlarsam mutlaka üstünde kabanı da olacaktı, önlüğünün altına
kazak giymiş, kazağının kol uçları bileklerinden dışarı sarkmış. Sonra çocuk
eldivenleri, kenarı fırfırlı çorapları, üşüyen, sararan ayak bilekleri ve
ebeveynlerinin terli yorgun avuçlarından, ağır kokularından tiksinmeyişleri,
dipleri morarmış inci gibi tırnaklarının parladığı elleri gözümün önünde
bütünlüğünü bulamayan bir şeyin parçaları olarak gelip geçiyordu. Evet çocuk
kaçıracaktım; sırf çocuğu kaçırırken kendimi kaçırabilmek için, çocuk
kaçırmakta masal kurtlarının ve deniz atlarının yaylalarına açılan olağanüstü
bir sanat var. Yokuşu çıktım ve kaçıracağım çocuğu buldum, bir bahçe duvarının
biriketlerini kırarak dökülen tozu ve kırıkları bir bisküvi kutusunda
biriktiriyordu. Tahta, çiziklerle bozulmuş bir çekiçle. Binaların sırtını
döndüğü bir köşede, arkadaşsız, belki de az önce bir oyundan kovulmuş ama kendi
ciddi işini yaratmıştı. Kızıl saçlı bir kız çocuğunu değil kumral bir erkek
çocuğunu ince kazağı ve yoksul görünüşüyle bile mağrur – bir kitabın ilk
sayfasını açar gibi tanıyacak ve bütün sözcükleri en acemi okumayla
heceleyecektim.
Kiremit
rengi alçacık bir taşın üstüne oturup yakınındaki asker traşlı yabancıyı,
(beni!) farketmesini beklemeye başladım. Uzaktaki bir bahçeyi göstererek:
“Baksana
küçük, şuradaki bahçeye dalan çocukları tanıyor musun?” diye sordum; demin
bahçenin önünden geçmiştim, dallarını duvardan dışarı sarkıtan bir iki ayva
ağacıyla, içeride iki şeftali zaten pencereleri küçük olan bir evi karanlığa
boğuyordu. Çocuk elindeki işi bırakıp gösterdiğim tarafa baktı:
“Hangi
bahçe?”
“Şu,
tek katlı evin bahçesi.”
“Bilmiyorum
kimin daldığını. Belki çeteler dalmıştır.”
“Çeteler
kim?”
“Ayvazlar’ı
tanımıyor musun? Ama onlar büyük çocuklar, beşe falan gidiyorlar.”
“Ben
de küçükken çete kurmuştum, bahçelere dalardık.” dedim. Çocuk önündeki biriket
duvarı kazmaya döndü;
“Çok
mu eskiden?” diye sordu,
“Çok,
dedim, o zaman senin kadardım, sen kaç yaşındasın?” Elindeki taşı bıraktı,
parmaklarıyla altı yapıp,
“Bu
kaç?” dedi.
“Altı
yaşında mısın? İsmin Çetin mi senin?”
“Hayır,
Mustafa.”
Uzaktan,
el arabasıyla kömür taşıyan bir kadın, demin gösterdiğim bahçenin önünden bir
çizgi üstünde ilerliyordu; çizgiyi gözümde uzatınca Mustafa’yı kaçırıp götüreceğim
yeri ayarlamış oldum; henüz konducuların elinin uzanmadığı seyrek ağaçlı bir
koru. Otuduğum yerden eğri büğrü olmuş dikenli telleri görebiliyordum.
“Mustafa
sen hiç tren taşladın mı?”
Damağından
ince bir ‘cık’ sesi çıktı.
“Hiç
tren taşlamadın mı? Peki tren taşlayan çocukları gördün mü?”
“Zeytinburnu’ndakileri
mi”
O
uzun sözcüğü küçük, mersin kokulu ağzından bir balık kılçığını çıkarır gibi
dişini dudağını inciterek çıkardığını hissettim. Tren yolunun geçtiği kırlarda
ellerinde taşlarla hummalı uygarlık gürültüsünü bekleyen demir yüzlü, kendi
evinden ekmek çalan, yiyecek hiçbir şeyi paylaşmayan çocukların sert
yurtsuzluğunu, alınlarındaki karanlık şafağı, uzak mesafeler için yaratılmış
kemikli, yaralı bereli bacaklarını gümüş bir tepside Mustafa’nın önüne indirmek
istedim, mümkün olsa konuşmaya gerek de kalmayacaktı, onun kaçamak bakışlarını,
dolgun bir domates gibi sağlıklı tebessümünü kollamak da gerekmeyecekti. (…)