Ahmet Yıldız (Öykücü)

Genel yayın yönetmeni, Televizyon Programı Sunucusu, Eleştirmen, Öykü Yazarı

Doğum
06 Şubat, 1960
Eğitim
Karadeniz Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Burç
Diğer İsimler
Eren Yıldız

Yazar, Eleştirmen, Yayın Yönetmeni, TV Edebiyat Programı Yapımcısı. 1960, Artvin doğumlu. Artvin Kâzım Karabekir Lisesi ve Ankara Gazi Lisesi'nde okudu. 12 Eylül 1980'den sonra, "Generallerin Sonu Şah ve Somoza Gibi Olacak" başlıklı bildirileri basıp dağıttığı için Trabzon'da yargılandı. Trabzon Boztepe Askeri Cezaevi, Erzincan 2. No'lu Özel Cezaevi, Ankara Ulucanlar Cezaevi ve Haymana Cezaevi'de toplam üç yıl tutuklu kaldı. Çıkınca Karadeniz Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Tatvan Sorgun'da "sakıncalı er" olarak 1989-1991 yılları arasında askerlik yaptı. 1. Körfez Savaşı'nda Sorgun tank taburu Irak sınırına İdil-Midyat-Cizre'ye taşındı. İzin kullanmadan tam 18.5 ay sonra buradan tezkere alabildi. Sakıncalı olduğu gerekçesiyle pasaport alamadı. Yıllar sonra mahkeme kararıyla alabildi.

İlk Öyküsü Trabzon'da Kıyı dergisinde 1982 yılında yayınlandı. Üçlü Kavşak adlı öykü kitabıyla 1987 Akademi Kitabevi Öykü Birincilik Ödülü'nü aldı. 1983 yılında Trabzon'da Yaşar Bedri'yle Dinç Adımlar dergisini çıkardı. 1992 yılında Ankara'da Edebiyat ve Eleştiri dergisini kurdu. Dergiyi 2009 yılına dek 99 sayı aralıksız çıkardı.

2005'te Kritik Kitaplar Yayınevi'ni Kurdu. Edebiyat Yıllığı 2006 kitabını hazırladı ve yayınladı. Eleştiri yazıları ve öyküleri değişik dergilerde yayınlanmaktadır. Eylül 2009'dan Şubat 2011 arasında Halk TV'de "Gerçek Edebiyat" adlı edebiyat programını tam 70 hafta hazırlayıp sundu. Burada edebiyatımızın önemli değerlerini konuk etti. "Sistem"in dışında gerçek edebiyatçılara yer verdi.

Ekim 2018 yılında Ulusal Kanal'da Büyük Saat adlı edebiyat programı yapmaya başladı. Haziran 2012'de www.gercekedebiyat.com adlı edebiyat sitesini kurdu. 

 

Ödülleri:

 

Akademi Kitabevi Öykü Birincilik Ödülü (1987), Homeros Edebiyat Ödülleri 2012 Tarık Dursun K. Öykü Birincilik Ödülü / Karşıyaka Belediyesi ("Yaratma Gecesi" adlı öyküsüyle), Dil Derneği Onur Ödülü (2016).

 

 

Ahmet Yıldız İçin Ne Dediler?

 

“Kertenkeleler ve Edebiyat, dünyanın her yerinde gittikçe artan sayıda sanatçı ve eleştirmenin ‘yapıtın’ ve sanatçının durumunu tartışmaya başladıkları, ‘Sanat sanat için’ yaklaşımını, postmodern relativizmini sorguladıkları, ‘büyük ve militan’, diğer bir deyişle ‘büyük söylemler’i taşıyan, bir şeye karşı duran yapıtlar aramaya başladıkları bir dönemde, tam zamanında, yayımlanmış, bu ‘yeni’ ve heyecan dolu sanat ortamının parçası olmak isteyenler açışından çok yararlı bir çalışma.” (Ergin Yıldızoğlu)

 

ESERLERİ

 

Öykü: Üçlü Kavşak ( 1988), Kadın ve Boğa (1998), Genç Kyros'un Yazgısı (2002), Nizamülmük'ün Öldürülüşü (2014), Alçaklık Öyküleri (2018)

 

Eleştiri: Kertenkeleler ve Edebiyat (2004), Büyük Yapıtlar Küçük Yapıtlar (2014), Edebiyatta Doğu'ya Dönmek (2019, 2023).

 

HAKKINDA: Ayça Atikoğlu / İki Genç Öykücü Ahmet Yıldız ve Sezer Ateş’ten Güncellik Tartışması (Milliyet, Aralık 1987), Osman Çutsay / Ahmet Yıldız Tanrıları Anlatıyor (Edebiyat Dostları, sayı: 16-17, Ağustos-Eylül 1988), Adem Eryürük / Ahmet Yıldız ve Bir Genç Kızın Bakireliğinin Son Yarım Saati Adlı Öyküsünde Sanatsal / Toplumsal Unsurlar (Üçüncü Öyküler, sayı: 7, Bahar 2000), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007), Adnan Satıcı / Kadın ve Boğa Üzerine Ahmet Yıldız’a Birkaç Soru (Edebiyat ve Eleştiri, sayı: 41), Neslihan Savaş / Hiçbir Canlı Mutlu Değildir (Radikal Kitap, 21.9.2002), Kaya Özsezgin / Ahmet Yıldız’la “Genç Kyros’un Yazgısı” Üzerine (Cumhuriyet Kitap, 10.10.2002), Aslıhan Ece Paköz / Ahmet Yıldız ve Genç Kyros’un Yazgısı (Alkış, Kasım-Aralık 2002), Metin Cengiz / Ahmet Yıldız Öykücülüğünde Önemli Bir Yönelim: Genç Kyros’un Yazgısı (Cumhuriyet Kitap, 19.12.2002), Ali Ulvi / Söyleşi (Varlık Kitap, Şubat 2005), Onur Zafer Ceylan / Genç Kyros’un Yazgısı ve Ahmet Yıldız (Eski, Ocak 2005), Ergin Yıldızoğlu / Yeni ve Heyecan Dolu Bir Sanat Ortamı İçin (Cumhuriyet Kitap, sayı: 764), Hüseyin Peker / Kertenkeleler ve Edebiyat (Kitap-lık, Ocak 2005), Ahmet Yıldız Odatv'ye anlattı: Medeniyet Orta Asya'da doğdu... Türkiye Doğu-Batı çatışmasının neresinde - Ahmet Yıldız'la "Edebiyatta Doğu'ya Dönmek" kitabı üzerine söyleşi... (odatv4.com, 23 Mayıs 2023).

ÖLÜMÜM ASLA SIRADAN OLMAYACAK

Bardan çıkıp Kızılay metro istasyonuna doğru yürürken artık çöplerin bir parçası olmuş kediler kaçıştılar. Çünkü sivri uçlu ve demir pençeli bot­larıyla ezik bir kola kutusuna vurmuştu. Az önce yağ­mış sonbahar yağmurunun oluşturduğu su birikintile­ri barlardan yansıyan neon ışıkları içinde rengarenkti. Ay yoktu. Ay yerine bir sokak lambası beynini yakı­yordu. Çok iyi tanıdığı sarhoş kahkahaları, kendileri­ni rezilce koyvermiş sevgililerin fingirtileri ve müzik, evet müzik beynini dağlıyordu. Deri montunun için­den ellerini çıkararak gözlerini oğuşturdu. Hiç böyle olmamıştı. Patronu bile programını bitirmeden ayrıl­mak isteğine şaşırmıştı. Çünkü işini iyi yapan, çalışma saatlerine uyan ender şarkıcılardandı. İçiyordu evet, ama büyük bir olgunluk vardı içişinde. Ama şimdi belki de çok kaçırmıştı, şarkı aralarında devirdiği li­monlu cinler midesini delmek için binlerce burgu bir­den kullanıyordu. Gerçekte her şeyin sonuna geldiği­ni, kırk yıllık yaşamının, uzun dalgalı saçlarına ve sa­kallarına karışan beyazlıkların bir anlamının kalmadı­ğını düşünüyordu. Artık çoktan kapanmış dönercilerin bulunduğu aralıktan pis bir koku geliyordu. Çöp kamyonu ağır kasasını homurdatarak çöpleri sıkıştırı­yor, ağzından pis sular sızıyordu. Koku bu gürültüden ve sulardan geliyordu. Döviz bürosunun bulunduğu köşede ise bütün gün boyunca ellerinde marklar, do­larlarla döviz bozulur, döviz satılır diye gelip geçenle­rin kulaklarına fısıldayan, ağızlarının kokusunu onla­rın burunlarına dayayan adamlar yoktu.

            Metronun derinlere inen merdivenlerine hızla dal­dı. Yönlendirme levhalarının, floresan lambalarının altında parlayan mermer parkelerin üzerinde topuklu botlarının kaymasına aldırmadan hızla yürüdü. Ce­bindeki yüzlük kartın son kredisini kullanarak gişe­lerden geçti. Manyetik gişelerin, metronun planlanan­dan bir yıl geç yapılmasına ve başbakan tarafından tö­ren yapılarak açılması komedisine rağmen daha ilk günlerde başlayan arızalarına son verilmişti. Bir an önce eve gidip yatağa kendini yüzüstü atmaya ve bey­nindeki uğultuyu dindirmeye çalışacaktı. Ancak tren, bir tırtıla benzeyen görüntüsüyle son vagonlarını da sürükleyerek tünelin ucundaki karanlıkta kaybolu­yordu. Bekleyecekti. Yeşil metal koltuklardan birine çöktü. Koltuğun kenarında bir İtalyan firmasının adı­nı okudu. Sandalyeler İtalya’dan gelmiş diye düşündü. Dizlerinin üzerine düşürdüğü gözlerini kaldırdığında yakasında DAK GÜVENLİK yazan lacivert giysili gü­venlik görevlisinin kavruk ve pislik yüzünü gördü. Sa­rı çizgiyi geçmeyin diye kaba bir biçimde uyarıyordu raylara yaklaşıp aşağıya aptalca bakmaya çalışanları. Rayların yanına bırakılmış küçük kırmızı levhalarda yıldırım işaretli DİKKAT TEHLİKE yazısını okudu.

            12 Eylül askeri darbesinde üniversitede öğrenciy­ken sol bir örgütün üyesi olduğu için tutuklanmış ve dokuz yıl içerde yatmıştı. Ancak hapiste sesini ve mü­zik tutkusunu diğer arkadaşları gibi saz ve bağlama öğrenmek için değerlendirmemiş, kendisine cezaevi yönetiminden uzun ısrarlar sonucu -bütün yemekle­rin kokusunu üzerinde toplayan mikrop yuvası tahta kaşıkların yerine metal kaşıklar verilmesi için yaptık­ları açlık grevine bir adet gitar isteriz isteğini de koy­muşlardı- gitar edinmiş, dışarıdan notalar getirtmiş, böylece yıllarını öğütebilmişti. Dostlukların ve arka­daşlıkların burnunu sızlattığı o anlar şimdi yoktu. Ço­ğu kez tekrar o küçük hücresinde olmayı istiyordu. Çıkınca yaşadığı yalancı ve hüzünlü özgürlük duygu­su çabuk sönmüştü. Karşılaştığı işsizlik belasını Cem Karaca’ya benzeyen kalın sesini değerlendirerek oluş­turduğu repertuarıyla, küçük barlarda elektronik gita­rın ağırlıkta olduğu bateri eşliğinde gür sesiyle yine Cem Karaca şarkıları söylüyor, şarkıların sonunda ise kendisinin bestelediği Ölümüm Asla Sıradan Olmaya­cak şarkısını bütün içtenliğiyle haykırıyordu. Bütün bar müşterileri bu şarkıyı da Cem Karaca’nın sanarak ayakta alkışlıyor, içki bardaklarını avuçlarıyla kavra­yarak içindekileri heyecanla boğazlarına gönderiyorlardı. Şarkılarına, yaşa, varol diye haykırarak el çırpan bu güruha aslında dudaklarına taktığı yalancı gülüm­semenin dışında iğrenerek ve tiksintiyle bakıyordu. Arkadaşlarının, etkilenerek ölüme gittiği, yıllarını, gençliklerini içerde geçirdiği şarkıları şimdi bu aşağı­lık dinleyici kitlesinin, kız tavlamak ve yeni tanıştık­ları kızları sarhoş ederek halletmek için kullanıyor ol­maları Ona, gördüğü işkencelerin en ağırı olarak geli­yordu. Kendisinden de iğreniyordu. Ancak yapacak bir işi yoktu. İçeriden çıktıktan sonra aç kaldığı, mer­diven altında arkadaşlarını ve dostlarını arayarak so­ğuktan titreştiği ilk günleri anımsayarak sahneye çık­madan önce içki limitini iyice dolduruyor ve öyle baş­lıyordu. Önüne gelen kızla, hayranıyım diyen her ka­dınla, kendisi içerdeyken onların yemiş olduğu her halttan intikam alırcasına yatıyordu. Şimdi ise bütün bunların hiçbirinden zevk alamıyordu. Hiçbir şeyin tadının kalmaması, son günlerde harala gürele yaşadı­ğı yaşamın hiçbir anlamının olmadığını böyle birden anlaması onu korkutmuştu. Şimdi bu boşluk duygu­sunun gövdesine vuran titremelerini dindirmek, bey­nini dağlayan acılarından kurtulmak için eve gitmek istiyordu. Ancak onu evine götürecek trenin yaklaş­makta olduğunu duyuran derin yeraltı sarsıntıları, raylardan gelen uğultu yaklaştıkça eve de gitmek iste­mediğinin ayırdına vardı. Kusmak istiyordu. iki kot pantolonlu kızın düzgün ve yumuşak bacaklarını sal­layarak önünden geçmelerini izledi. Gittikçe kalabalıklaşmış istasyonda bütün yolcular bir koyun grubu gibi sessizce bekleşiyorlardı. Sigara yakmak istedi. Sonra bunun yasak olduğunu anımsadı. Yine de paketi cebinden çıkardı. Çakmağıyla yaktı. Ciğer­lerine çektiği dumanları havaya üfledi. Tuhaf bir kauçuk ya da demirlerin sürtünmesinden çıkan kokuya benzeyen metro kokusuna taze sigara dumanı karıştı. Hemen bütün bakışlar üzerine çevrildi. Hoparlörden saygısız bir ses sarı çizgiyi geçmemeleri için uyarıyordu yolcuları. Uzun süredir kılık kıyafeti­ni süzüp duran güvenlik görevlisi copunu kalçasında sallayarak yanına geldi. Sigarasını söndürmesini söyledi. Sigarayı ayaklarının dibine atarak ezdi. Küllerin ve sarı tütün parçalarının cilalı parkelerin parlaklığın­da dağılışını izledi. Şimdi güvenlik görevlisi Onu kolundan tutmuş sallıyordu. Birden adamın yüzüne bakınca bir düşmanı görür gibi oldu. Adamı sil­keleyerek kendini kurtardı ve yaklaşmakta olan trenin önüne sarı çizgiyi ihlal ederek, kırmızı tabelasında yıldırım işareti olan rayların bulunduğu derin boşluğa, azgın bir nehirin huzurlu dalgalarına bırakıyormuş gibi bir duyguyla kendini bıraktı.

            İstasyonda, raylarda alevler çıkaran acı, metalik bir fren sesi duyuldu.

            - Rayların üzerinde lanet bir hippi var, diye böğürüyordu arkadaşlarına doğru güvenlik görevlisi. Çabuk gelin!..

(Kadın ve Boğa, 1998)

CUMHURİYET GAZETESİ TARTIŞMALARI VE GAZETENİN SİMGESEL ÖNEMİ

 

CUMHURİYET GAZETESİ TARTIŞMALARI VE GAZETENİN SİMGESEL ÖNEMİ

 

Ahmet Yıldız

 

Cumhuriyet gazetesinde yönetim değişikliği ile ilgili tartışmalar olması gerekenden sert ve hayli uzun sürdü.

 

Daha iyi görülüyor ki "olay", sanılanın aksine ne "içten fethetme", ne "saray"ın stratejik hamlesi ne "ideolojik" filandır.

 

Kavga tümüyle simgeseldir, –Değerli psikiyatr doktor dostlar Yıldırım B. Doğan,Kaan Arslanoğlu ve Mutluhan İzmir"in olduğu alanda bize düşmez ama– hem de psikolojiktir!

 

Cumhuriyet gazetesi -ve CHP- Cumhuriyet'imizin simgeleri değil midir?

 

Savaşlarda mevzi kazanmak ya da mevzi kaybetmek moral kazanmak veya moral üstünlüğü savaşın sonucunu etkiler.

 

(Baştan söyleyeyim: "Cumhuriyetçiler" derken kastettiğim Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu haklı ve meşru bulan ve bu meşruiyetini en küçük tartışma konusu bile etmeyenlerdir. Karşıtları ise söylemeye bile gerek yok Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanı olan ve tarihten silinmesi için çabalayan demeyeyim hadi Sevr sınırlarına hapsedilse bile üzülmeyecek tıynette genişlikte olanlardır!)

 

 

 

AKP İKTİDARA GELDİĞİNDE CUMHURİYETÇİLER

 

Bilindiği gibi AKP iktidara geldiği 2002 yılından bu yana Cumhuriyetçiler'in yaşamı zindan oldu. Her gün bir mevzi kaybetti; alay edildi; milyonlarca kişiyi toplamayı başarıp yaptığı Cumhuriyet mitingleri bile görmezden gelindi.

 

Her seçimi kaybettiler; Ankara, İstanbul Belediyelerini, en son kale Cumhurbaşkanlığına bile gözyaşları içinde –Ahmet Necdet Sezer'den sonra– veda ettiler.

 

Düşünün bir Atatürk'ün oturduğu koltuğa Abdullah Gül'ün oturduğunu görmeyi! Balkan topraklarının kaybedildiğini anlayan Cemal Paşa'nın "Keşke bugün ölseydim" dediği duygu anı gibiydi.

 

Cumhuriyetçiler yıllardır her gün "keşke bugün ölseydim"i yaşadılar!

 

(Hele Nuray Mert'i bizzat davet edip yazdırmak açıkça meydan okumaydı; aynı zamanda işkence aletinin çarkını biraz daha sıkıştırmak!)

 

Bütün bu karamsar ortama karşın başlarında "Cumhuriyet" yazan ve aslında Cumhuriyetimizi de bir anlamda kuran iki kale Cumhuriyet Halk Partisi ve Cumhuriyet gazetesini kaybedeceklerini yine de hiç düşünmemişlerdi.

 

İlk şoku CHP'yi kaybettiklerinde yaşadılar. CHP’ye dönük operasyon rezil bir kaset tezgâhının üzerine alçakça bina edildi. (Kılıçdaroğlu'nun önce yumuşak yüzünü sonra "Kılıc"ını sallamaya başladığı günlerde, bu satırların yazarı onun TESEV kurucu üyesi olduğunu buldu. Yavaşladı Kılıçdaroğlu ama CHP'yi bitirme amacından asla vaz geçmedi; CHP'yi YCHP yaptı; beynini dumura uğrattı ve bitirdi.)

 

Kendilerini "özgürlük", "demokrasi", "laiklik", "Marksizm", "liberalizm" vs. bilimum süslü kavramlar arkasına gizleyen Cumhuriyet düşmanları mezarlıkta davul zurna çalan cinler periler gibi "neşeli", Cumhuriyetin bütün mahrem alet edavatlarını pervasızca elliyor, bütün kurumlarını işgal ediyorlardı.

 

Cumhuriyetçiler ağlıyor, Türkiye'yi terk etmeyi bile düşünüyorken Cumhuriyet düşmanları, Feto (CIA) ve Aydın Doğan "medya"sı (BND-AB) ile AKP'ye komut/ayar veriyor, sular seller gibi ilerliyorlardı.

 

İdris Küçükömer’in 60’lı yıllarda ileri sürdüğü “Türkiye’de muhafazakar kesim devrimci, laik-cumhuriyetçi kesim gericidir” tezini "amentü belleyip" liberal faşizm diyebileceğimiz biçimde sürekli saldırdılar; en küçük müsamahada bulunmadılar!

 

Öyle ki Cumhuriyet gazetesinin efsane başyazarı 80 küsür yaşındaki İlhan Selçuk’u uydurma gerekçelerle gözaltına alıp yavaş yavaş öldürdüler.

 

Diğer önemli yazarı Mustafa Balbay’ı cezaevine tıkıp etkisizleştirdiler.

 

Sonrası, tam bir "gatagulli"yle açık işgaldi!

 

 

 

SOLİTİRAZ DİKKAT ÇEKMİŞTİ!

 

solitiraz.com'da Levent Yakış "Cumhuriyetin Düşmanları ve İki Kritik Operasyon" adlı yazısı bu işgallerin "simgesel önemi"ne dikkat çekmişti:

 

"Neden hedef alındıklarını uzun uzadıya izaha herhalde gerek yok. Bu iki kurumun başlıca özelliği Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolarca vücuda getirilmiş, dolayısıyla Cumhuriyetin ideolojisini kendilerinde cisimleştirmiş olmalarıydı. Zaman zaman yaşadıkları çizgi kaymalarına bariz sapmalara karşın esas olarak tarihleri boyunca bu misyonlarına yakın durmayı başardılar. Zaten bu kuruluş özellikleri ve tarihsel çizgileri nedeniyledir ki cumhuriyetçi kesimler tarafından her zaman önemsendiler, saygı gördüler.

 

Cumhuriyetçi kitleler nezdinde fiili ağırlıklarının çok üstünde simgesel bir değere sahiplerdi. Cumhuriyetçilerin tümü CHP’ye oy vermiyordu kuşkusuz, hatta çok azı Cumhuriyet Gazetesi’nin düzenli okuruydu ama istisnasız hepsinin gözünde kızsalar da sitem de etseler bu kurumlar Cumhuriyeti kuran kadrolardan yadigârdı. Cumhuriyetin geçmişiyle bugünü birleştiren volan kayışı işlevini görüyorlardı.

 

Şimdi her ikisi de işgal edilmiş durumda. Üstelik bu işgalin cumhuriyetçi saflarda ideolojik-politik, örgütsel yoksunluğun çok ötesinde psikolojik bir yıkıma yol açtığı her gün daha belirgin hale gelmekte…"

 

İşte bugünkü gürültünün kaynağı bu kez her şeyin "Türkiye düşmanları" aleyhine dönmesidir.

 

Cumhuriyet gazetesi, Cumhuriyet'in en önemli simgelerinden biri olarak yeniden bu iddiasına döndü. Feto darbesinden sonra AKP'den pek yüz bulamayan "liberal" güruh simgesel/psikolojik çok fena bir darbeyi de işte Cumhuriyet gazetesini kaybederek yedi. 

 

 

 

"CUMHURİYETÇİLER"SİZ AKP'Yİ YIKAMAZSINIZ!

 

Kendisi de eski "sıkı" bir Birikim yazarı olduğu anlaşılan Birgün yazarı Fatih Yaşlı kardeşimiz oldukça yerinde ve zekice "Birikim işgal edilse ne derdiniz" karşılaştırması yapmış; aslında "olay"ı bitirmiş.

 

Ancak peşinden gereksiz bir son paragraf eklemiş:

 

"Sosyalistlerin Cumhuriyet’teki yönetim değişikliğine sevinmesini gerektiren bir durum yoktur, öte yandan liberallerin arkasından ağıt yakmayı gerektiren bir durum da söz konusu değildir." buyurmuş.

 

AKP'yi "Cumhuriyetçiler"siz (Kemalistlersiz) altedebileceğini sanan aymazlar, ancak kendi beyniyle düşünemeyen zavallılar ya da art niyetli kişilerdir!

 

Cumhuriyet gazetesinin yayın politikası elbette yıllarca eleştirildi; epey bir sabıkaya sahiptir. (Okay Gönensin, Hasan Cemal, Oral Çalışlar, Celal Başlangıç, Ayşe Yıldırım gibileri yetiştirmesi, hele hele son seçimde Orhan Bursalı'nın bile HDP'ye oy istemesi bu günaha yeter.)

 

Fakat Fatih Yaşlı beyefendi, ister beğen ister beğenme, bu ülkede kendilerini cumhuriyet ideolojisi ile mutabık hisseden milyonlar var.

 

Sapına kadar haklı, meşru ve doğru yoldadırlar.

 

Unutmayın ki Türkiye solunun, sosyalistlerin on yıllarca beslendiği hatta sığındığı limanlardan biridir Cumhuriyetçilerin kucağı, onların gazetesi, partisi.

 

Cumhuriyetçilersiz bu ülkede hiç bir ilerleme kaydedemezsiniz. Cumhuriyetçileri liberallerle eş tutup yok saymak anız yakmak gibidir.

 

Levent Yakış'ın tanımıyla "Cumhuriyetin geçmişiyle bugünü birleştiren volan kayışı işlevini görüyor/lar."

 

Ahmet Yıldız

 

SOLİTİRAZ.COM

KAYNAK: Cumhuriyet Gazetesi tartışmaları ve gazetenin simgesel önemi / Ahmet Yıldız (15 Eylül 2018).

KAFTANCIOĞLU KİMİ KANDIRIYOR?

KAFTANCIOĞLU KİMİ KANDIRIYOR?

 

Ahmet YILDIZ  

 

Bütün göstergeler Ekrem İmamoğlu’nun büyük sermayeyle anlaştığı yönünde. Taşlar yerine konuyor.

Ekrem İmamoğlu’nun 9 Ağustos 2019 günü İstanbul Büyükşehir Belediyesi “üst yönetim” kadrosunu açıklaması CHP seçmeninde hayal kırıklığına ve tartışmalara neden oldu.

İSBAK’a atanan Bahaddin Yetkin (zaten başkandı) sonunda istifa etmek zorunda kaldı. İETT’nin başındaki Ahmet Bağış’ın da 23 Haziran gecesi CHP’ye oy verenlere sosyal medya hesabından ağır küfür ettiği ortaya çıkmasına rağmen o hala görevde.

On beş yıl sonra ve iki kez yapılmış mücadeleli bir seçimle kazanılmış İstanbul Büyükşehir Belediyesinde  AKP’nin en değerli adamlarını yerinde bırakmayı salt “liyakat”le açıklamak inandırıcı değil.

Tepkiler üzerine açıklama yapan CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun durumu “yol kazası” olarak nitelendirmesi hiç inandırıcı değil.

 

Kimdir bu insanlar? İBB’de neler oluyor?

 

Bahaddin Yetkin takkeli fotoğrafıyla

İstanbul Büyükşehir Belediyesine, atama ve personel alımları için özel sektörden bir insan kaynakları danışmanlık şirketiyle anlaşma yapıldığı biliniyor.

Bu insan kaynakları şirketi ile ilişkiler, İBB Genel Sekreteri Yavuz Erkut ve İmamoğlu’nun Basın Danışmanı Murat Ongun tarafından yürütülüyor.

Bu atamalarda özel sektör danışmanlık firmasının ne kadar etkisi var?

Belediye yönetimine atanan “yeni” yöneticilerin ortak yanları hemen hemen tümünün özel sektörde büyük firmalarda yönetici olması.

Bilindiği gibi İmamoğlu’nun seçim çalışmalarında Türkiye’nin en büyük sermaye grubunun patronu seçimlerin en kızgın döneminde birinci elden açık destek niyetine İmamoğlu’nu ziyaret bile etmişti.

Ayrıca İstanbul’da CHP’li belediyelerde çok sayıda bu iş adamının firmalarında çalışmış meclis üyesi ve belediye başkan yardımcıları var.

AKP’yle uzlaşma emri sermayeden mi geldi? Hangi yüksek yerle “mutabakat”a varıldı?

Yoksa bu kadar yanlış atama hiç araştırmadan düşünmeden nasıl yapılır? Kim inanır buna?

Kaftancıoğlu bu atamalara tepkiler çoğalınca, geri adım atıp “yol kazası” demiş.

(Asıl yol kazası sizsiniz hanımefendi; CHP otobüsünü uçurumdan yuvarladınız!)

AKP’Lİ ESKİ YÖNETİCİLER NİÇİN YENİDEN ATANIYOR?

Sayın İmamoğlu’nun seçim öncesi vaadleri arasında, otobüs filosunu baştan aşağı “milli” otobüslerle yenilemek vardı.

 

Halihazırdaki otobüslerin yüzde 60’a yakınının “milli” olduğunu düşününce ve daha önce bu alımları yıllardır İETT’nin başındaki Ahmet Bağış’ın yaptığı göz önüne alınınca, bulmaca sanırım çözülmüş olur.

Daha ağır söylersek, CHP tek başına İstanbul’u yiyemez, AKP’yle paylaşmak zorunda!

İstanbul gibi ye ye bitmez leb-i derya pasta tek başına insanın boğazına oturur; amiyane deyimle yedirmezler adama.

Hele devlet iktidar partisinin elindeyse.

(Kısıklı’da İmamoğlu – Erdoğan görüşmesi, belki de bu uzlaşmanın başladığı yer, kim bilir?)

Tek sorun bu uzlaşma/paylaşmanın büyük umutlarla İmamoğlu’na oy vermiş seçmen tabanına nasıl açıklanacağı.

Bu işler Kaftancıoğlu’nun yaptığı gibi çocuk kandırmakla olmaz.

İmamoğlu’nun “google”un otomatik çevirilerine benzeyen anlamsız, karmakarışık laflarıyla hiç açıklanamaz.

 

Ahmet Yıldız

 

Veryansintv.com

  21 Ağustos 2019

 

 

BEŞİNCİ KATTA BİR PENCERE

(Resmi raporlara göre, 12 Eylül işkencehanelerinde 43 kişi pencereden atlayarak(!) intihar etti.)

 

-Zeki Arapoğlu'nun sonsuz anısına-

 

Koridorda gittikçe yaklaşan ayak sesleri, beynine inen balyoz darbeleri gibiydi.

 

"Ne ulan bu çocukların hali?.."

 

Bu ses, adına sorgu denen ama aslında narkozsuz bir organ kesme ameliyatına ya da vahşi hayvanların savaşmasına benzeyen anlar boyunca hiç duymadığınız bir sesti. Gözlerindeki siyah bantı çıkarmayalı herhalde yirmi günü geçmişti. Bu nedenle artık iyice duyarlılaşmış kulağın onca patlamalar ve darbelere karşın bile duyabiliyordu. Hatta derinden derine dışarısını, her şeyden habersiz kentin uğultusunu, korna seslerini bile duyuyordu.

“Kapıyı açın!..”

O tanıdık lanet olası şakırtıyı yine duyuyorsun; anahtarların kilitte harekete geçişini. Kasıkların korkuyla geriliyor. Ayaklarında, bazen şaşılası bir alışkanlık ve aldırmazlıkla unuttuğun yaralarının şırıltısı beynine doğru yayılıyor. Titremeye başlıyorsun.

“Gözlerindeki bağı çıkart!.."

Bir sürü fısıltı ve koridorda yaklaşan, uzaklaşan ayak seslerinden sonra birisi başını alışık olmadığın biçimde yumuşak bir hareketle çeviriyor. Arkadaki bağı çözüyor. Işıktan, kutsal parlaklıktan korunmak için kelepçesiz olan kolunla gözlerini kapıyorsun. Arkadaşının ise yan hücreden iniltileri geliyor.

“Elini de çöz..."

Kafesin demirine bağlı kelepçeden kurtulunca bu kez iki elinle yüzünü kapıyorsun. Göz bağın günlerdir artık senin bir parçan olmuş. Onunla yalnızken duyuların ne denli güçleniyorsa, işkencede de o denli hayattan uzaklaşıyordun. Hücreden çıkarılıp bulunduğunuz koridorun sonundaki işkence odasında masaya bağladıklarında, bir mızrak gibi gönderilmeye başlanan soruları duymayabiliyordun. Kendini ölmüş kabul ediyordun. Alçak bir saldırıda hiçbir şey duymayan bir kadınının gövdesi gibi görünen varlığını onlara sunuyordun yalnızca. Seni böyle konuşturamazlar! Seni böyle konuşturamazlar çünkü işkence korkusunu çoktan yenmiştin. Bütün bu yaptıkları senin ezberlediğin şeylerdi. Acıdan iyice bunaldığın anlarda ise ya bayılıyordun ya da direncinin karşısında kaldıkları çaresizlik, aşağılamalarının geri tepişinin farkına varmanın sana verdiği haz, o öfke bunu dengeliyordu. Onlar da bütün maharetlerini inceliklerini gösteriyorlardı. Bazen dayanamayıp bıraktığın haykırışlarının, iniltilerinin arasında küfür ediyordun; tepki gösterince bu, dünyaya dönüyorsun demekti ve etlerini hücrelerinden birer birer ayırıyorlar sanıyordun. Vücuduna verdikleri elektrik, bir dikiş makinesinin iğnesi gibi vücudunun her yerinde dolaşıyordu.

Aslında oynadığın pek tatlı olmasa da bir oyundu. Uzun deneyimlerin sonucu onları çılgına çeviriyordun, En büyük silahın da gözlerindeki siyah bant ve susmaktı. Yine de yavaşça kollarını gözünden çektin. Bacaklarının arasında kana bulanmış tüyleri gördün önce. Erkeklik organın zavallı bir biçimde yana sarkmıştı; mosmor ve kahverengiydi.

Birden gülünç ve acınacak biçimde çıplak olduğunu anladın. Utancından büzüştün. Giysilerini daha ilk günden parçalayıp çıkarmışlardı. Gözlerine ışığın bir yanardağ alevi gibi saldırmasına aldırmadan ellerinle kasıklarını kapamaya çalıştın. Bir koridorun başındaydınız. Küçük pencereden dışarısını, hatta hükümet konağı olduğunu sandığın binanın kırmızı kiremitleri gözlerini kısarak görebiliyordun.

Şimdi sivil giyimli orta yaşlı yıllanmış bir manifaturacıyı andıran babacan görünümlü bir adam, resmi giyimli bir polisle karşındaydı.

"Giysilerini bulup getirin, yan hücredekini de çözün!" diye emir verdi.

Günlerdir midene tek bir lokma bile girmemişti. Uzun aralıklarla verdikleri suyla yaşıyordun. Sivil görevli sesini yumuşatmış, bir şeyler söylüyordu. Suçsuz olduğuna inandığını, ama bu Allahsızların elinden sağ kurtulmak için yapılacak tek şeyin, söylediklerini uygulamak ve imzayı atmak olduğunu anlatmaya çalışıyordu.

Kafesin arkasında, yerde, dizlerinin üzerinde neredeyse bayılacaksın; karanlık, sonsuz bir kuyuya düşüyor gibisin. Beynin, duyuların gittikçe niteliğini kaybediyor. Bu tatlı bir baş dönmesi belki. Afyon yutmak gibi bir şey yere düştün. Bilincin bir kar gibi eriyor. Ancak işte bir kıvılcım çaktı. Titreyerek kımıldadın. Bilincin yerine geliyor olmalı ki haykırışına hiç kimsenin aldırmayacağını bildiğin için inilti bile çıkarmadım. Bu kış gününde çırılçıplak olmana karşın bütün gövden yanıyor, derinin içinde kıvılcımlar çakıyor. Dudakların çatlak ve kaba, kenarları kan pıhtılarıyla dolu.

Karşındaki sesi yeniden duymaya başladın.

"Ulan oğlum, ne kadar aptalsınız, bunları çekmeye değer mi? Bunların Allahı yok, soranı yok. Bir imza atacaksınız. Mahkemede inkâr edersiniz olur biter... Bunlar öldürecek sizi..."

"Biraz su..." diye inledin sen. "Bir imza, hepsi bu..." diyordu ses. "Biraz su..." dedin, tekrar.

Elektrik verildikten sonra yanıp kavrulan bir gövdenin nasıl sünger gibi su istediği, çölde günlerce susuz ve yalnız kalmış bir insanın çektikleriyle belki anlatılabilir. Ama su vermiyorlardı. Su, kurşun yemiş bir yaban hayvanı ya da ameliyattan yeni çıkmış bir hasta için ne kadar ölümcülse size de öyleydi. Bunu, elektrik seansında burunları yakan yanmış et kokusuna dayanamayıp kısa aralıklar veren cellatlarına "su" diye sayısız kez yalvarışından sonra anlamıştın. Ama şimdi işkence odasından çıkalı saatler geçmiş olmalıydı.

Arkadaşın bir türlü kapıda gözükmüyordu. Anlaşılan yürüyemiyordu. Onunla aynı mahallede büyümüş, aynı lisede okumuştunuz. O büyük askeri darbe gecesi ilk gözaltına alınışınızdan sonra bu dördüncü gözaltına alınışınızdı.

Kentte yapılan en küçük eylemde ya da her 1 Mayıs gecesi, ilk aranan siz oluyordunuz. Kentin ortasında şimdi kalıntıları kalmış, bir zamanlar Ceneviz toplarının bile yıkamadığı kaleye gerçekten bombalı pankart asılmış mıydı? Bu eylem gerçekten olmuş muydu? Bu hiçbir zaman kesin olarak bilinemedi. Her yıl değişen polis kadrosu, ilk şüpheliler dosyasını elden geçiriyor ve ne yazık ki kurban her zaman siz oluyordunuz. Herkese, tanıdıklara, mahalleye tüm kent halkına göre bile pek alışılmış bir olayın parçası olmuştunuz. Yerel gazete askeri darbe öncesi günleri anımsatarak "Yine mi?" diye başlık atıyor, altına da ilk alınışınızda çekilen biraz asi ve korkusuz resimlerinizi -senin büyük bir hevesle ilk kez bıraktığın on dokuz yaş bıyıklı resmini- basıyordu. Son dört yıl içinde zorunlu olarak sürdürdüğünüz bu soğuk ve sıcak savaş midenizi, sinirlerinizi eritip tüketmişti. İşsiz güçsüz geziyordun. Kimse iş vermeye yanaşmıyordu. En sıradan bir iş yerinin bile daha adını sormadan istediği güvenlik soruşturması elbette ki olumsuz geliyordu. Evde parasızlıktan patlayan homurtulara ve kavgaya göğüs germe pahasına artık iş istemeye de gitmiyordun.

Arkadaşın, memurun koluna girmiş dışarıya çıkmaya çalışıyordu. Sivilin yaptığı alçakça bir oyundu aslında. Ellerine yeni düşmüş deneyimsiz biri için korkunç bir oyun. Onca hayvan muamelesine o yalnızlık ve terk edilmişlik duygusundan sonra insana  benzeyen birisiyle karşılaşmak kadar yanıltıcı, çözücü başka bir güç yoktu. Pek çok kişi onca vahşi yöntemler altında tek bir söz söylemiyor, durup dururken ansızın beliren tatlı bir davranış ve sözle saçılıveriyordu. O traşlı manifaturacıya benzeyen surattan nefret ediyordun. Ancak onun ortaya çıkmış olması sorgunun sonu geldi demekti.

Artık hayata dönüş belirtileri gösterip bedeninizi, ruhunuzu, yavaş yavaş tedavi etmeye başlayabileceğini düşündün. Bu erken bir karar mıydı? Bunu düşünmek bile istemedin.

"Biraz su..." diye inledin, parmaklıklara sırtınla yaslanmış olarak.  

"İstediği yemeği getir, su da ver!" dedi elbiselerinizi bir yerlerden bulup getirmiş olan resmisine. Sonra sinirlendiğini belli etmeye çalışan ve insana güven vermeyen ayak sesleriyle koridordan uzaklaşıp kayboldu.

Tekrar hücrenize tıkıldınız. Ama giysilerinizle ve kelepçelenmeden. Birer haşlama söylediniz memura. Bu bile heyecanlanmanıza yetti. Memur şimdi dışarıya çıkacak. O baş döndürücü kalabalığa. Önünden vızır vızır otomobillerin geçtiği geniş camın ardında beyaz külahı ve giysileriyle, kirli bıyığıyla yüzü ateşten kıpkırmızı aşçının bekleştiği lokantadan yemeğinizi alacak; o kadar yakınsın oraya, bunu düşünüyorsun, dışarısının büyüsünü... Liseli kızlar arkalarına takılmış erkek sürüsüyle şimdi evlerine dönüyor, binlerce insan sabırsızlıkla akşam yemeğine oturmayı bekliyor.

"Birkaç güne bırakırlar artık bizi!" diye sesleniyorsun arkadaşına.

"Belli olmaz!" diyor, arkadaşın.

Ama sen bu olasılığı duymak bile istemiyorsun. Aksini düşünmek istemiyorsun. Evde olmanın büyüsü kaplamış içini. Emniyet sarayının en üst katı, beşinci katındasınız. Koridorun başında bulunduğunuz hücreler, sonunda sorgu odaları ve tuvaletler var. Sivil görevlinin ayak seslerinden bile bir anlam çıkarman gerekirdi. oysa sen söylediklerini bile unutmuştun, sahte bir oyun olarak düşünmüştün: "Bak, bunlar öldürecek sizi!.."

"Çıkınca annemin dizinde, bütün sıradan insanların yaptığı gibi, sıcacık odada, televizyonun karşısında yatacağım." diyor arkadaşın.

"Bende öyle şeyler yoktur, biliyor musun? Annemin bana her dokunuşumda ürkmüş. kızmışımdır hep... Bir kez öptürmedim anneme. Bir kez eleriyle dokunamadı sevmek için...“

Uzun süre sustunuz. Tuhaf şeyler konuşuyordunuz. Bir ormanın derinliğine tek başına bırakılmış bir çocuk gibi yalnızdın işte. Güzel denen şeylerin, insanı yumuşatmaya yeten küçük basit davranışların ne kadar uzağındaydın. Hüzünden ve pişmanlıktan bütün gövden ürperdi. Çıkınca gidip annene sarılacak, öpeceksin, bir arkadaş gibi dizlerine yatacaksın. Sonra birden, bu tür düşüncelere daldığın için korktun. Yıllardır ve günlerdir süren baskılara dayanamayıp en sonu korkmaya, çözülmeye mi başlamıştın?

Koridorun sonundaki ayak sesleriyle ürperdin.

"Yine geliyorlar, her şey yalan." dedi, arkadaşın. 

"Lokantaya giden memurdur." dedin.

Gerçekten gelen, resmi giyimli çocuk yüzlü memurdu. Yemeklerinizi tam demir parmaklıkların dibine, ayaklarınızın yanına koydu.

"Kapıyı açmayacak mısın?" dedin.

"Yok deve..." dedi, memur masum yüzünün zıddı kabalıkla. "Ellerinizi çözdük ya!.."

Demirlerden birini ortalayıp iki yandan ellerini uzatarak sürahideki suyun yarısını içtin. Arkadaşının beceriksiz parmaklarla ekmeği parçalayışını ve kaşığı tutuşunu görebiliyordun. Patlamış, kurumuş, kabarmış dudaklarınızı kımıldatarak göz açıp kapayana dek bitirdiniz tasdakini. Memur yeni gördüğü bir hayvanın hareketlerini izler gibi başınızda durmuş sizi izliyordu; batıcı ve öldürücü çatalları yanınıza almanızı önlemek için.

Tavanda solgun bir floresan, koridorda gizli bir küf ve ekşi kan kokusu vardı.

"Sabaha bırakacak mısınız?" dedin, anlamsızca.

"Suçsuzsanız tabii ki bırakırlar." dedi, memur.

"Elbette suçsuzuz." dedin.

"Herkes öyle söyler..." dedi.

Sonra sizin insan olduğunuzu yeni anlamış gibi, kim bilir nasıl görünen durumunuza şöyle yukarıdan aşağıya baktı. Bu denli dayandığınıza göre suçsuz olduğunuza inanmış olacaktı. 

"Bırakacaklar tabii..." dedi. "Kimse burada kalıcı değildir.”

Bu kadar filozofça sözler söyleyebilmesine şaşmadın değil; sesinin dostça olduğunu fark ettin. Dışarıda, elinde file, eve dönerken karşılaştığı bir tanıdığıyla konuşur gibi. Sonra tepsileri alıp uzaklaştı.

Gece olduğunu tahmin ediyordun. Oysa her şey gece başlıyordu. Siz yine de bütün geceleri, uykunun tatlı huzuruna, yumuşaklığına hazırlanan herkes gibi saygıyla karşılıyordunuz. Belki uyurken acırlar, belki insan olduğunuzu anımsarlar diye çocukça ve aptalca, sidik gölleriyle ve pıhtılaşmış kan birikintileriyle dolu, ıslak, soğuk betona kıvrılarak uyumaya çalışıyordunuz. Koridorun başında belirsiz bir anda ortaya çıkıveren sinsi ayak seslerinin kalbinize inen gümbürtüsünü dinleyerek. Ta ki kapının dibinde birtakım fısıltılar ve sonra tekmelenerek karşılıklı küfürlerle boğuşup sürüklenerek sorgu odasına götürülene dek.

Bir elini kalçana dayayıp duvara tutunarak yürümeye çalıştın. Kalçan kırılmış gibi. Her solukta göğsünün ağrısına aldırmadan iki metrekarelik bu delikte kımıldamaya çalışıyordun. Günler sonra içtiğin sıcacık et suyu kanını hareketlendirmeye yetmişti. Yaralarının kenarında kanın etini okşayan dolanışını duyumsuyordun. Buradan kurtulacaktın. Ama birden, buradan kurtulmuş olmanın sende bir anlamının kalmamış olduğunu anlayınca sarsıldın. Gözaltına alınman, bütün bu işkenceler, aşağılanmalar, hepsi hepsi bir memurun işine gidip gelmesi gibi olağandı. Gerçi bu yılki sıranızı geçiştirmiş olmanızın verdiği aptalca bir rahatlık vardı üzerinde, ama yine de dışarısının bir anlamı yoktu işte. Akşama dek işsiz dolaşıyordun çünkü. Hatta dolaşamıyordun bile. En iyi arkadaşların, akrabaların selam vermeye göz göze gelmeye korkuyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi, hiçbir şey! Boşuna arayıp duruyordun, boşuna gözlerine bakıyordun insanların. Küçücük bir ilgi kıpırtısı görebilmek için, küçücük bir sevgi, onay. Yalnızca annen babandan her para alışında ve babanın homurtularına aldırmadan cebine para sokuştururken ve bu sana ölümden de beter gelirken. Bu kentten, bu lanet yaşamdan kaçman, uzak kentlerde uzaktan akrabalarının yanında çektiklerin, pazarlamacılık deneyimlerin, hepsi hepsi yapışkan bir pislik gibi iğrenç geliyor sana.

Bütün duyuların ayaklanmıştı. Artık eklemlerin ısınmış, duvara tutunmadan, düzenli adımlarla olmasa bile yürüyebiliyorsun. Amerikalıların zor anlarda yaptığı gibi, yaşamın boyunca mutlu olduğun anları düşünmeye çalıştın. Bbilincini uzun bir süre böyle bir noktada tutamadın; mutlu olduğun an belki de yoktu. Bunu anlayınca, beyninde sayısız benekler, rengârenk noktalar dolaşmaya başladı. Kulakların uğulduyordu.

Birden türkü söylemeye başladın. Yöresel, çocukluktan kalmış, çocukken radyodan, uzun mısır ayıklama gecelerinde köyün evlenecek kızlarından, kendini her zaman bir genç kız gibi hisseden büyükannenden duyduğun türküler bir bir fırlıyordu belleğinden. Aslına benzemeyen, çatlak, berbat, gülünç bir sesle bağırıyordun. Nedenini anlamadığın binlerce duygunun sağanağı arasındaydın. Sana kişiliğini veren fiziksel, tensel, duygusal, düşünsel bütün unsurlar bir araya gelmiş acı çekiyor gibiydi. Bu yükü kaldıramayacaktın. Kendini iyice kaybetmemek için arkadaşına seslendin.

"Çocukluğum köyde geçti, biliyor musun?" dedin.

"Nereden bileceğim?" dedi, tersçe.

O kendiderdindeydi. Anlaşılan yürümeye çalışıyordu.

Belki de gece yarısı olmuştu. Pencereden gecenin solgun ışıklarının yansımasını görebiliyordun. Düşüncelerin geçmişe saplanıp kalmıştı. Bugünün bir anlamı yoktu, gelecek ise hiç yoktu. Bu  umutsuzluktu. Umutsuzdun.  

Yaklaşan ayak seslerini duyunca irkildin. Manifaturacı suratlı adamla gardiyan polisti.

"Şimdi daha iyisiniz herhalde." dedi.

"Öyle...." dedin.

"Sigara yakın." dedi. Sigarayı uzattı. Titreyen çocuksu parmaklarla sigaranızı tüttürdünüz.

Elindeki dosyayı gösterdi.

"Şunu imzalayın." dedi. "Tehlikeli hiçbir suç yok burada, ben inceledim. Dosyayı kapatmak istiyorlar hepsi bu..."

Sesinizi çıkarmadınız. Aldığınız sigarası bir şey söylemenizi engelliyordu. Yüzü gittikçe iğrençleşiyordu.

"Gerçekten samimi olarak söylüyorum." dedi. "Bu ekip çok berbat, size acıyorum, sizi öldürecekler..."

Ölüm sözcüğünü duyunca ilk kez irkildin. Sanki söylediklerini ciddiye alman gerekiyordu.

"Gerekirse öldürecekler sizi..." dedi, yalvaran bir sesle.

İkinci kez yineleyince artık söz tılsımını kaybetti. Ölüm sözcüğü yalnızca korkutmak içindi. Ne kadar çaresiz olduğunuzu kanıtlamaya çalıştıkları, aslında kendilerinin çaresiz kaldıkları anlarda kullandıkları bir sözcük.

Bir duvara konuşsa daha iyiydi. En sonu size lanetler okuyarak gitti. Koridorda uzaklaşırken eğdiği düşünceli başını, kızarmış ensesini gördün. İçindeki şüphe birden alev almış benzin gibi parladı: Adam sizi gerçekten korumaya çalışıyordu! 

Az sonra koridorun başında dört sivil belirdi. Hiçbir şey söylemeden ellerini arkadan kelepçelediler. Sanki hepsini bir yerlerden tanıyordun. Bir kahveden tanıdığın, ya da bir kitapçıda kitaplara bakarken yanında, senin geriye koyduğun kitabı inceleyen adam, sinemadan çıkarken gördüğün o masum görünümlü bomboş yüz.

Bu aptalca şeyleri düşünürken, beline inen bir tekme ile yere kapaklandın. Arkadaşının, senin arkandan haykıran çaresiz sesini duydun.

Döşemelerinde pıhtılaşmış kahverengi kan bulunan boş bir odadasın. Sen ve katillerin. Açık pencereden, dışarısının nemli soğuğu ve rüzgâr, kirli perdeyi dalgalandırarak içeriye doluyor.

Beşinci kattasın, binanın en üst katı. Cıvıldayan kente, ışıklarına ne kadar da uzaksın. Birden ilk kez gözlerini bağlamadıklarını kendilerini görmene engel olmaya gerek duymadıklarını anlıyorsun! Rüzgâr ve korku bedenini deliyor.

 

*

 

Rüzgârın estiği yere, pencereye doğru götürüyorlar işte seni. İmzalayacak mısın diye soruyorlar. İmzala! İmzala! Kabul et ulan!

Gövden sarkıtılmış pencereden aşağıya, soğuğun, rüzgârın, karın içine. Seni parayla mı verdiler ulan! Bırakalım mı ayaklarından ulan!

Küfürlerini ve acı bağırışlarını, yüzüne vuran sulu kar serpintileri ve dipsiz karanlıktan başka kimse bilmiyor, haykırışlarını kent duymuyor.

 

Ahmet Yıldız

(Kadın ve Boğa, Çalıntı Yayınları, Ekim 1998, İstanbul)

 

ÖLÜMCÜL BİR AŞKTAN KURTULMA ÇABASINDAN BİR AN

Can çekişen aşkları da vurmalı ve 'sıradan bir intihar' süsü vermeli

 

                                                                                            - Akif Kurtuluş -

 

Kahvede, pencereden sokağı seyrederken gördüm seni. Sen miydin? Bundan emin değilim ama yerimden fırladım. İki erkeğin arasındaydın. Hızla yürüyordunuz. Yalnızca kısa sarı saçlarını gördüm. Ama mutlaka sendin.

 

Bir zamanlar, evimde bulunan “Generallerin Sonu Şah ve Somoza Gibi Olacak" başlıklı bildiriler ve bir tabanca ile yakalanmadan ve hapis yatmadan önce birlikte gittiğimiz bütün yerlerde, pastanelerde, barlarda seni aramıştım ve en sonu dün buluşabilmiştik. Sarı saçlarını görmek için, yüzünü görmek için, ben geldim demek için, sokaklarda arkadan gördüğüm bütün sarı saçlı kızların önüne geçiyordum ve aptalca yüzlerine bakıyordum. Ama hiç biri sen değildin. Boşunaydı. Belki senin hâlâ bir erkekle birlikte olmadığını  düşünüp seviniyordum. Ama şimdi, tam senlik bir hareketle elinle alnına düşen saçlarını geriye savururken, masada arkadaşlarla koyu bir söyleşiye dalmışken birden seni görüyorum işte. —Onlara neredeyse senden söz ediyordum. En sonu izini bulduğumu, dün buluştuğumuzu, bir erkek arkadaşın var mı dediğimde yok, dediğini.­­—

 

Kabaca izin isteyerek kahvedeki arkadaşların yanından fırladım. Utanmadan aptalca sokakta peşinize takıldım. Oysa siz nasıl da hızlı yürüyordunuz. İki erkeğin arasındaydın. Deri mont giymiş iki erkek. Sen aralarında büyük bir uysallıkla gidiyorsun. Onların uzun adımlarına hızlı adımlarla yetişmeye çalışarak. Ama bu gerçekten sen misin? Dün bana yalan söylemiş olamazsın. Hiç yalan söylemezdin çünkü, bununla övünürdün. Ama bu sen olmayabilirsin. Çünkü yüzünü göremedim daha. Yaşadığım sayısız yanılgılardan biri olabilir bu. Emin olmalıyım. Ama hayır! Saçlarını yeni kestirmiştin. Düz, sarı saçlarını yeni kestirmiş ikinci bir sarışın; bunu ne kadar isterdim! Ama o ağır kalçaların yüzünden biraz yalpalayarak yürüyüşün; nasıl da sensin.

 

Birden adımlarımı hızlandırarak sizinle aynı hizaya geliyorum. Beni görmemen için başımı hemen size çevirmeyerek. Ama sen, yüzün saçlarının arasına gizli. Yere bakıyorsun. Birden kalbim her şeyi anlıyor. Paslı bir bıçak yemiş gibi sızlıyor. Ama bu hâlâ sen olmayabilirsin. Sen olduğundan emin olmam için yüzünü görmem gerek. Bunun için de yüzünü bana dönmelisin. Ya da ben biraz daha koşup önünüze geçmeliyim. Buna ise ayaklarım bir türlü yanaşmıyor. Birden bütün kanım kalbimde toplanıyor, kanın akacak yeri yok, damarlarım tıkanıyor. Sonra tüm bedenime, bir Şırınga dolusu uyuşturucunun yayılışı gibi tatlı bir zehir tadı, bir rahatlama yayılıyor. Çünkü, sen, yüzünü bana doğru çeviriyorsun, saçlarını işte o alışkın hareketle alnından uzaklaştırırken yüzüme bakıyorsun.

 

Bu sensin! Bu sensin! Mayhoş bir aldatılmışlık duygusuyla titriyorum. Bu sensin işte.

 

Peki, bu iki kılıksız gencin arasında ne işin var? Bunlar kim? Ama hayır, belki arkadaşlarındır, eski okul arkadaşların, daha aranızda hiçbir şey geçmedi, geçmeyecek. Belki aptalca bir kuruntu benimkisi.

 

Ama böyle akşamın köründe iki hırpani kılıklı gencin arasında?..

 

Ne yapacağımı bilemeden yaralı kalbimin gümbürtüsünü beynimde duyumsayarak kısa bir süre durup arkanızdan bakıyorum. Sokağın başına doğru uzaklaşıyorsunuz, hızla, aynı tempoda. İnceden yağan yağmur dinmiş. Kaldırımlar ıslak. Sokak kalabalık. Akşam oluyor. İnsanlar nasıl da her şeyden habersiz? Bir gölge gibi hayatın ortasında devinip duruyorlar. Sen iki erkeğin arasından yürüyorsun. Ben de arkanızdan, bir gölge gibi, dayanılmaz bir istekle, büyük bir hafiyelik iç güdüsüyle, kendime daha büyük acı çektirmek için. Belki de gerçeği bizzat öğrenip ne yapacağıma karar vermek için.

 

Sokağın başına, caddeye bakan yere yaklaşıyorsunuz. Otomobillerin park ettiği o daracık yerden geçerken sakallı olanı kalbime saplı paslı bıçağı kavramış iyice çeviriyor. Senin başın nasıl da önde. Utanıyor musun? Beni gördün mü? O küçük, kısa bakışınla. Arkanızdan geldiğimi biliyor musun? Cezaevinden yeni çıkmış eski bir sabıkalı, silahları çok sevdiği için silah yakalatmış olan ben. Arkanızdayım, biliyor musun? Cezaevine onca mektuplarıma en küçük bir yanıt bile vermeyen senin peşinde. Üstelik dün bana yalan söyledin ve böyle iki kılıksız çocuğun arasındasın. Elini sırtına koyan çocuğun ensesine uzanan futbolcu saçları var. Nike ayakkabılar giymiş, eskimişler ve yeniden boyanmış, deri montu ne kadar çocukça; belinde güreşçi kıspeti gibi kemeri var. Başını bazen yana çeviriyor ve seyrek sakallarını görüyorum.

 

Caddeden aşağıya, bulvara doğru iniyorsunuz. Sen ikisinin arasında. Solundaki biraz uzak duruyor senden. Sana dokunmamaya dikkat ediyor. Sağdakiyle ise sürekli birbirinize dokunuyorsunuz. Ama el ele tutuşmuyorsunuz. Niçin? Evet el ele tutuşmuyorsunuz. Belki gerçekten aranızda bir şey yok. Eski okul arkadaşı ya da iş arkadaşındır.

 

(Her sabah sen işe giderken beni de uyandırırdın. O küçük dairemizde. Gecenin uykusuzluğunu atamamış ağır çıplak bedenimi öperdin. Ben uyanamamış numarası yapardım otobüs durağına dek seninle yürümemek için, ama sen bir bardak soğuk'su serperdin üzerime. Sonra fırlar mutfağın kapısında sıkıştırırdım seni. Ve daha kapıdan çıkmadan ayakkabılarımız giyinik el ele tutuşurduk. Ellerimiz kenetli, bir salıncak gibi çocukça sallayarak durağa yürürdük. Otobüs durağında bırakırdım seni işsiz ben. Tekrar yatağa dönmek için, öğleye dek uyumak için. Ama durakta çoğu kez aldatıp beni de bindirirdin otobüse. Kızılay'a, işyerinin kapısına dek el ele giderdik.)

 

El ele tutuşmuyorsunuz hayır, omzuna astığın çantanın askısına geçirmişsin parmaklarını. Belki de beni gerçekten gördün. Bunun için çok korkuyorsun, çünkü beni iyi tanıyorsun, ama belki de her şeyi göze almış arsız bir cesaretle sevmiyorsun; yüzüme karşı söylemen gereken şeyi tesadüfen ben görmüş oldum. Ama arkanızdayım, sizi takip ediyorum. El ele tutuşmanızı bekliyorum. Bir sevgili olduğunuzu kanıtlamanız gereken bir hareket yapmanızı. Bunun için arkanızdayım. Tık nefes olan ciğerimle, kalbimde kocaman bir bıçakla, bazen sizi gözden kaybettiğimi sanıp azmış erkek kedi gibi koşarak, uzun pardösümü sürükleyerek bütün hareketlerinizi bir kamera gibi gözleyerek...

 

Caddeyi karşıya geçmek için ışıkta duruyorsunuz. Ben bir mağazanın vitrinini seyreder gibi yapıyorum. Sonra siz karşıya geçiyorsunuz, arkanızdan ben. Işığı filan beklemeden.

 

Tuhaf bir durumdayım. Rezil, aşağılık bir durum. Kızgın bir boğa gibi hiçbir şey görmüyorum, sizin devinip duran vücutlarınız, kollarınız ve beynimdeki sabit düşünceden, kaygan yapışkan saplantıdan başka. Küçücük bir hareket yapmalısınız, küçücük bir kanıt vermelisiniz bana. Ama birden kayboluyorsunuz. Paniğe kapılıyorum. Girdiğiniz sokağın karşısına geçiyorum. Böyle, bir hafiye gibi, aşağılanmış biçimde.

 

Belki de izlendiğinizi söyledin yanındakilere. Büfenin kenarına saklanıyorum. Belki bir yerden ansızın karşıma çıkarsınız diye. İzinizi kaybettim işte. Çılgınlar gibi sokağa yukarıya koşuyorum. Yanımdan geçenlere toslamama aldırmadan. Birden ta sokağın ucunda yeni açılmış Mc Donalds'ın kapısında görüyorum sizi. Bereket uzun bir sokaktayız. Aramızdaki mesafeyi sizi kaybetmeyecek biçimde ayarlıyorum bu kez.

 

Ama bütün bu saçmalıkları niçin yapıyorum? Her şey bitti artık aramızda. Dün söylediğin yalan geçmişte yaşadıklarımızın anısına saygılı bir yaklaşımdı belki de. İçeriden yeni çıkmış beni başka türlü nasıl avutabilirdin? Yalnızca iyi davranarak. Seni tekrar aramam için biraz zaman geçmesini, benim yaşama alışmam gerektiğini, duygusal davranabileceğimi bunun için mi söyledin? Zaman kazanmak için mi? Başka kızlarla karşılaşıp bu aptalca tutkumun azalacağını mı umdun?

 

Böylece, senin başkasıyla birlikte olduğun gerçeğini öğrenince daha mantıklı davranabilecektim. Tepkilerin zamana yayılarak körleşmesi taktiği.

 

Ama bu kadar kurnaz olamazsın.  Senin yeni işyerini bulup, dün telefon edince buluşma isteğime çok rahat olumlu yanıt vermiştin.

 

Bana yalan söyledin! Şu anda yaşamında başka bir erkeğin olmadığını söyleyerek bana yalan söyledin! Oysa yanıldın. İçerde sensizliğe çoktan alıştırmıştım kendimi. Yalan söylememeliydin. Gülüşlerin ve o sıcak sokuluşun olmamalıydı. Şimdi yeniden alevlenmiş, körelmiş tehlikeli bir duyguyla arkandan koşuyorum; toplum dışı yaratıklar gibi, bir polis gibi, bir sürüngen gibi. Kalbim çıldırmış, ter içindeyim; bütün gövdemden alev çıkıyor. Hava artık iyice karardı. Göremiyorum sizi. Biraz daha yaklaşıyorum. Ellerinizin hareketlerini görebilmeliyim! O sakallı omzuna elini atıp seni kendine doğru çekmeli, el ele tutuşmalı ve bir salıncak gibi çocukça sallamalısınız.

 

Durmadan ciddi biçimde yürüyorsunuz oysa. Bir yere yetişmek istiyorsunuz. Sinemaya mı, yoksa yatağınıza mı?

 

(Günışığıyla birlikte çıplak bedenim de uyanıyor, yay gibi geriliyor. Sen yanımda uyuyor gözüküyorsun. Omuzlarından, sonra koltuklarının altından öpüyorum. Kokluyorum. Parmaklarım sessizce vücudunun bütün kıvrımlarında dolaşıyor. Tenlerimiz yanıyor. Arkandan sarılıyorum. İşimi kolaylaştırmak için sırtüstü dönüyorsun. Baldırlarına başımı gömüyorum. Karnınla kasığının birleştiği yerdeki o beni buluyorum. Onu öpüyorum. Bütün kokunu içime çekiyorum. İniltilerimiz birbirine karışıyor. Dakikalar nasıl geçiyor. Yastığa başım düşünce aralık kalmış perdenin kenarından üst kattaki balkonda, halı silkeler gözüküp bizi seyreden kadını görüyoruz. Senin ise kadına hiç aldırmadığını, perdeyi kapatmaya hiç yanaşmadığını hayretle görüyorum. Kadınlar arasındaki tuhaf bir ilişki. Sen delisin, çılgının tekisin, diyorum, sarılıyorum.)

 

Bulvara çıkıyorsunuz. Kavşakta dört yandan birden gelen farlar gözlerimi deliyor. Gücümün azaldığını duyumsuyorum. Kan kaybediyorum. Bütün vücudumdaki kan tükenmiş gibi. Düşmekten, yere yığılmaktan korkuyorum. Parkın yanından geçiyorsunuz kısa bir süre. Ağaçların altından. Burası daha karanlık. Gece ürkütüyor. Siz büyük bir hızla yürüyorsunuz. Korktuğum başıma geliyor; yere kapaklanmaktan ellerimle ıslak keskin çakıllara düşerek kurtuluyorum. Avuçlarım acıyla yanıyor. Ama az sonra hissetmiyorum bile; acı haz vermeye mi başladı? Arkanızda bir sabıkalı, cezaevinden yeni çıkmış ben. Onların seni beklemeyen uzun, hızlı adımlarına yetişmek istiyorsun. Ne kadar zavallısın. Elin hâlâ çantanın kayışında. Bir kanıt vermelisiniz. Artık yoruldum, damarlarımda kan kalmadı, kalbim yorgun, bitkin.

 

Sol  tarafında yürüyen genç biraz uzak duruyor senden. Ne kadar saygılı bir mesafe? Demek ki ilişkin sağdaki seyrek sakallıyla. Ama bu daha kanıtlanmadı. Sen yalan söylemezsin. Onlar yalnızca sıradan bir arkadaş senin için. Ama kimdirler? Sen düzeyli bir kızsın. Sağ tarafındaki seyrek sakallının o Nike ayakkabıları, sonradan boyanmış üstelik, kot pantolonunun paçaları üzerine yığılmış. Deri montu çocukça. Uzun saçları...

 

Parktan hızla çıkıp bulvara, yukarı doğru çıkıyorsunuz. Birden arkana doğru bakabilirsin, beni tanıyabilirsin. Bundan korkuyorum. Utanır mıyım yoksa bütün planlarımı bozabilir bu, bütün emeklerim boşa gider. Karanlıkta durmadan parıldayıp duran bıçaklar gibi onlarca far elbiselerimizi aydınlatıyor. Uzun bir gölge oluyorsunuz. Dönüp arkama bakıyorum. Sizinle olan uzaklığımda birini arıyorum arkamda. Yüzünü seçemiyorum. Demek ki arkana baksan sen de beni tanıyamazsın. Bulvarda klaksonlar, kornalar... Belimdeki ağırlığı paltomun üstünden düzeltiyorum. Siz ise durmadan yürüyorsunuz.

 

Bir kanıt vermelisiniz bana. Ama ne kadar safım Allahım. Hâlâ yalan söylediğine inanmak istemiyorum. Ne kadar aptalım! Kocaman iki yıl. Tek mektup yazmadan. Üstelik sen bir ay bile erkeksiz duramazsın. Kalbinin boş olması olanaksız. Direnç yok sende, inanç da. Dün o yalanlar, o sırnaşıklık. Bütün bunlar korkudan ve bu kılıksız çocuğu benden saklamak, onu korumak için.

 

En sonu görüyorum işte. Seyrek sakallı gencin koluna girmiş kolun uysalca. Ama onun eli montunun cebinde, aldırmıyor bile. Ellerine dokunmuyor, parmaklarını parmaklarına geçirmiyor! Sen onun malısın. O kadar emin kendinden.

 

Tamam işte. Bunu görmek istiyordum. Bir eşya olduğunu, bir zavallı.

 

Arkanızdan koşmaya başladığımın ayırdına varıyorum birden. Artık aramızda bir kaç metre var. Tek tük düşmeye başlayan güz yağmurları terli alnıma vuruyor. Sen onun kolundasın. Sırtüstü yatakta yatıyoruz. Deniz kenarında bir ev istiyorum, diyorsun, sakin bir oda, yanımda da sen. Yorgan olarak kullandığımız terli çarşaf yana düşmüş. Sigaralarımızın kıvılcımları çıplak bedenlerimizde yansıyor. Sonra eğilip göbeğindeki benden öpüyorum. Balkondaki kadın perdenin aralığından bizi gözlüyor. Nike ayakkabılı çocuk sakallarını baldırlarını gömüyor, sen ensesine doğru uzattığı saçlarını kavrıyorsun. Karnımın altındaki beni öp diyorsun.

 

*

 

Bir akasya ağacının altındayım. Artık iyice şiddetlenmiş yağmur saçlarımdan süzülüyor. Bulvar tenhalaşmış. Yanımdan geçen tek tük insanların hepsi sanki bana bakıyor. Bir polis otosu ışıkları yanık, sirenler içinde hızla geçiyor. Sanki bir kâbustan uyanıyorum. Öyle hafif, üzerinden tonlarca ağırlık kalkmış sevinçli adımlarla parka doğru yürüyorum. Beynimin içinden rahatlatıcı, eroinin etkisinin dağılması gibi bir aydınlık doğuyor. Uzun pardösümden sular süzülüyor.

 

Otobüs durağına yönelmeden önce, parkın karanlığında, sağ kalçamı artık iyice acıtan Beratta marka tabancamı gizlice çıkarıp sol kalçama, kayışla pantolonumun arasına yerleştiriyorum.

 

Ahmet Yıldız

(Kadın ve Boğa, Çalıntı Yayınları, İstanbul 1998. s. 98-106)

AHMET YILDIZ ODATV'YE ANLATTI: MEDENİYET ORTA ASYA'DA DOĞDU... TÜRKİYE DOĞU-BATI ÇATIŞMASININ NERESİNDE

AHMET YILDIZ ODATV'YE ANLATTI: MEDENİYET ORTA ASYA'DA DOĞDU... TÜRKİYE DOĞU-BATI ÇATIŞMASININ NERESİNDE

 

Ahmet Yıldız'la "Edebiyatta Doğu'ya Dönmek" kitabı üzerine söyleşi...

 

Söyleşi: Özge Sönmez

 

Sayın Ahmet Yıldız, Edebiyatta Doğu’ya Dönmek adlı eleştiri kitabınızın bu adı biraz iddialı değil mi? Ülke düşünce arenasında bunca ayırım varken bir de Doğu ve Batı’yı eklemek ne kazandırır?

 

Evet bir tepki adı gibi göründüğü doğru. Doğu-Batı tartışması bitmeyen bir tartışma çünkü. Doğu-Batı karşıtlığı dünyanın en eski, en köklü, en ünlü kavramı. Coğrafi adla başlayıp kültürel farklılık ve savaşa kadar evrilmiş… Bu ad Prof. Kurtuluş Kayalı’yla bir sohbetimizde ‘Aslında her şey bir Doğu Batı çatışmasıdır, hele ülkemizde… Bunu anlamayan analiz yapmasın’ demesiyle belleğimde iyice alevlendi. Herodot "Yunan ruhu"nun karşısına bir "Doğu ruhu" çıkartmış ve ilk mücadeleyi başlatmıştı. Hint, Çin, Pers, Mısır, Mezopotamya, Roma, Yunan ve -günümüzde- Avrupa uygarlıkları diyebileceğimiz uygarlıklar, bu mücadelenin baş aktörleridir. Edebiyatımıza dönersek, tümüyle Batı’ya teslim olmuş durumda. Dikkat ederseniz postmodern yazarlara gelene dek Doğu - Batı tartışması edebiyatımızın eksenine oturmuştu. Pamuklardan Şafaklardan sonra Batı lehine bu tartışma sonlandırıldı. 12 Eylül bu tartışma için yapıldı diyesi geliyor insanın…

 

MEDENİYETİN DOĞDUĞU YER: ORTA ASYA

 

Ama siz burada Türkleri saymadınız?

 

Dikkatiniz için bin teşekkür. Biraz bilinçli bunu yaptım. ‘Batı’ şablonu içindeki zihnimiz "Doğu-Batı" ilişkisinden onları çıkardığımızda, tarihin oldukça anlamsızlaşacağı Türkler’i yani kendimizi kendi aklımızla hiç düşünmez olduk. Oysa uygarlığın kaynağı Sibirya'dır, Orta Asya'dır. Demiri bulan, sabanı, üzengiyi kullanan, at binen kavimlerin yaşadığı bu kadim coğrafya, "Batı" okullarında İÖ'yi gösteren tarih atlaslarında boş, bembeyaz gösterilir. Roma ordusu Hunlarla karşılaşmadan önce yayandı.  Hindistan ve Çin bile bu Orta Asya/Sibirya kavmi Türkler tarafından uzun süre yönetilmiş, etkilenmiştir. İskitler, Hunlar, Moğollar, Selçuklular Osmanlılar… doğuya ve güneye değil hep batıya doğru hareketleriyle tarihin yönlendirici köşelerindeyiz. 

 

TÜRKİYE DOĞU ÜLKESİ

 

Biz Doğu ülkesi miyiz yani?

 

Evet biz bir Doğu ülkesiyiz. Hatta Batı karşısında Doğu’yu temsil eden önemli bir kavimiz. Binlerce yıllık kavganın tarafıyız. Batı bizim Doğu’ya ait olduğumuzu bilerek önlemini alıyor ama biz 100 yıldır yaka bağır açarak yok sizdeniz diye kişiliğimizi kaybettik. Doğunun batıya doğru bu akışını yakın tarihte Ruslar ve Osmanlılar üstlenmiştir. Türkler, Selçuklu ve Osmanlı imparatorluğuyla, Haçlı Seferleri'ni püskürttü, Avrupa'nın Doğu Anadolu'da başlayan sınırını "Batı"nın Mescid-i Aksa'sı Ayasofya'nın bulunduğu Kudüs değerindeki kenti Konstantinopol'u de alarak Viyana'ya kadar daralttı. Avrupa'nın en verimli topraklarını ele geçirdi, Batı'nın ruhani merkezi Vatikan'ı Attila'dan, Cengiz Han'dan, Tarık Bin Ziyad'dan sonraki en büyük tehlike olarak yüzyıllarca tehdit etti. Batı'nın buna yanıtı, Haçlı Seferleri'nde pişen kültürel kin olarak bugüne dek sürmesi olmuştur. ‘Türkleri önce uyutalım, sonra kandıralım’ diyen, mikrofonu açık AB temsilcilerinin sözlerini bile dikkate almıyoruz!

 

Tarihin sonu gelmedi yani… Doğu’nun uygarlığın yükünü yeniden omuzlaması mümkün mü?

 

Bildiğimiz anlamda bir kavram değil bu ama yine de düz anlamıyla bile inanmak çok büyük yanlış. "Tarihin sonu" gelmedi, sürüyor. Bin yıl iki bin yıl nedir ki insanlık tarihinde, bir iki gün öncesi gibi… Türk solunun da Türk edebiyatının da (edebiyatımıza hakkını verelim) en büyük yanlışı, tarih bilincini aşağılamış olması, yok saymasıdır.

Doğu'nun uygarlığa katkısı yine ancak sanat ve edebiyatla mümkündür. (Evet, bir "Aydınlanma" vardı ama artık bitti ve insanlığın malı oldu; uzatmanın âlemi yoktur.) Emperyalizm insanlık dışı tüm faaliyetlerini en çok kültürel alandaki tahakkümüyle gerçekleştiryor. En büyük aracı da "vatansız aydınlar"dır. Vatanıyla alay eden, halkına yabancılaşmış, kendisini o halkın bir parçası görmekten imtina edebilecek kadar değişmiş yazar ve şairler topluluğudur. Bunun içindir ki edebiyatın özgürleşmesi emperyalizmin ülke içindeki kültürel hegemonyasından kurtulmakla mümkündür. İşimiz zordur. Batı düşüncesi kendi manevi sınırlarının dışında kalan insanları bilmezlikten gelmekte inatla direnmektedir. Sokrates'in yalnızca Atinalıları göz önünde tutmakla ne kadar yanlış yaptığını bilen Batılı aydınlar kuşkusuz vardır. Heyhat, gezegende bir, iki, üç... daha fazla Batı Avrupalar yaratabilirlerdi! Bunu onlardan beklememiz artık boş hayaldir. Oktay Sinanoğlu’nun kardeşi Prof. Suat Sinanoğlu'nun Türk Hümanizmi adlı yapıtında dediği gibi "yalnızca Batılı insan ruhunu değil, tüm insan soyunun ruhunu ele almaları" artık mümkün görünmemektedir. Bu koşullar altında Batı'dan gelecek bir "diyalog" sinyali de hayaldir. Çünkü yine hocamızın deyişiyle, "Batı düşüncesi kendinden memnun olmanın verdiği doygunluk ve huzur duygusu içinde tükenip gitmektedir". Yalnızca Türk Devrimi örneğine bakalım: Sınırlı sayıda Batılı aydın ve bilgin inceleme yapmıştır ve bu da dış görünüşe bağlı, nihayetinde oldukça yüzeyseldir.

 

"BATI'DAN ALACAĞIMIZI ALDIK"

 

Kurtuluş Kayalı’nın sözü sizi böyle mi etkiledi?

 

Kitabımda Batı kültürünün değerlerini öven onlarca yazı da var. Oradan alacağımızı aldık. Benim derdim oraya takılıp kalmamızın artık gereksiz olduğu ve Doğumuza, geldiğimiz yerlere yüzümüzü çevirmemiz gerektiğidir. Bu Türk edebiyatına da uygarlığa katkımıza da büyük zenginlik sağlar. Son öykü kitabım Alçaklık Öyküleri bu duruşla yazıldı.

 

RUSYA'NIN ÖNEMİ

 

Ruslardan da söz etmiştiniz?

 

Doğu'nun Batı karşısında kuzey cephesi Rus Çarlığı'dır. Çarların Batı'yla iş birliği yapma teklifinin -ki Çar Nikola 1844'te kılık değiştirerek İngiltere'ye bile gitmiştir bu teklifi yapmak için- geri çevrilmesi ve üstelik Rusya'ya Kırım Savaşı'yla yanıt verilmesi Rus ruhunda Batı’ya bakışta büyük kırılma yarattı. Anlaşıldı ki Batı Batı olduğunu bilmekteydi. Ruslar bunu yüzyılın başında bizden önce kavradılar. Yalnızca Dostoyevski'nin Doğu-Batı tartışmaları külliyatı, bizim bütün yazarlarımızın külliyatından sayfa sayısı olarak daha fazladır. Napolyon "Doğu Seferi"nde yenilmiş, Ruslar tarafından Paris'e dek kovalanmış, Champs-Élysées'de (Şanzelize) Rus işgal ordusunun gösterişli geçidiyle Batı insanının bilinçaltına "Doğu" imgesini iyice pekiştirmiştir. Geçit sırasında bilinçli olarak en öne, vahşi giysileri ve saldırgan kaba hareketleriyle Tatarlar'ın yerleştirilmesini sembolik yanıyla değerlendirirsek, Çar ordularında bütünleşen "Doğu"nun bu zaferi, Doğu-Batı kavgasında yaşanmış bir diğer büyük travmalardan biridir. Kısaca Rusların bizden ilerde olmalarının nedeni Batı’yla olan ilişkilerinde bir Doğu ülkesi olduklarını kabul etmeleri ve buna göre yapılanmalarıdır.

Bizse, iki yüz yıllık bitmez tükenmez Batı saldırılarına karşı dayanamamış, en sonu parçalanmışız. Ama yine de Anadolu'ya ve üstelik Avrupa topraklarına Churchill'i deli edecek biçimde tırnaklarımızı geçirerek tutunmayı başardık. Bir Cumhuriyet kurarak küçük ama canlı kuluçka bir güç olarak varlığımızı yüz yıldır güçlenerek sürdürdük.

 

Hala kuluçkada mıyız?

 

Türklerin tarih boyunca başarılarının altında hep modern silahları iyi kullanması olmuştur. Çaldıran ve İstanbul’un fethi örneği… Bugünkü silah sanayisinin mayasının tutması kuluçkanın kırılması anlamındadır bence. Batı’nın en büyük önceliği Türkleri silahsız bırakmaktı çünkü.

 

"HIRSIZ OLMAMAK, KÖLE SAHİBİ OLMAMAK SUÇ MU"

 

Gerçek öyle değil mi? Meşhur ‘Şark zihniyeti’! Kaşaneler hep Doğu’da…

 

Hırsız olmamak, köleci olmamak suç mudur? Oysa insanın insanlaşma mücadelesinin kör topal sürmesine karşın günümüz uygarlığı bütün insanlığın katkıda bulunmasıyla oluşmuştur. Hiçbir uygarlık diğerinden üstün olamaz. Uygarlık en büyük insan örgütlenmesi birimidir. Uygarlık mücadelesinin ülkesi yoktur, sınırları bütün insanlıktır. Uygarlık yalnızca "Batı" kaynaklı bir gelişme değildir. Oysa Batı, 16. yüzyıldan sonra diğer uygarlıklardan, insanlığın genel gelişim çizgisinden koptuğunu, daha akılcı bir yolda diğer uygarlıklar karşısında üstün duruma geldiğini iddia etmekte ve bunu zihinlerde tartışmasız gerçek olarak kabul ettirmeyi başarmaktadır. Egemenliği altına aldığı her uygarlığın kulağına kültürel bir hegemonyayla (yüzlerce düşünürü, iletişim organları ve kurum ve kavramlarıyla) bunu fısıldayarak onları da bunun genel doğru olduğuna inandırmayı büyük oranda başarmaktadır. (Yayıncılık sektörümüz en iyi örnektir: Bir süzgeçten geçirmeden Batı'dan gelen her şeyi kendimizi reddetme pahasına bugün bile ezbere yayınlamıyor muyuz?)

 

DOĞU EDEBİYATI KURAMI BİLE OLUŞTURULMADI

 

Doğu edebiyatı ve uygarlığı yeterince incelenmiyor mu?

 

Bu konuda henüz aklı başında bir kuram oluşturulamamıştır. (Anlaşılan onu da Batılılardan bekliyoruz!) Aslında uygarlığın "Batı" ya da "Doğu"su olmamalıdır; bir zincirin parçalarıdır. İnsanlığın ilerleyişi kendisinden önceki tüm bilimsel, düşünsel, tinsel birikimin ürünüdür. Dünyada birbirinden etkilenmeyen uygarlık yoktur. Uygarlık, insan soyunun "ortak emeği"dir. Üstelik insanın insanlaşma mücadelesi sürüyor, daha tamamlanmadı. Bugün Batı, insan uygarlığının gelişiminin insan toplumlarının ortak gelişme yasalarının ürünü olduğunu reddetmekte, hep kendisine yontmaktadır. Avrupa merkezci başlayan bu anlayış, kapitalizmin inşasından sosyal devrimlere dek insanlığa mal olmuş tüm uygarlık süreçlerini, kendinden önceki hatta sınırlarının dışındaki uygarlıkların katkılarını tümüyle reddetmektedir. Bunu yaparken emperyalist ahlakın (yani ahlaksızlığın!) tüm araçlarını kullanmaktadır. Örneğin Doğu kültürlerini incelemeye daha çok zaman harcamalarına karşın onların hep kötü yanlarını öne çıkarmakta "çifte standart" uygulamayı ana yöntem olarak kullanmaktadırlar. Bugün 21. yüzyılın başında bile edebiyat ödülleri, film festivali ödülleri bu üstünlüğü gösteren ve Doğu'nun kötülüklerini vurgulayan yapıtlara verilmektedir. Böylece karşısındakini küçültmekte, kendi toplumunu işbirlikçi hale getirip sistemi sağlama almaktadır. Adam Smith, Doğu Hindistan Kumpanyası'nın başında Hindistan'a demokrasi götürme vaadiyle yola çıkmıştı! Demokrasi vaadi tüm Hindistan'ın zenginliklerinin İngiltere'ye aktarılmasıyla sonuçlandı. Bu servet, Hindistan'ın içinin boşaltılıp bir imparatorluk başkentine dönüşecek Londra'ya taşınmasının yanında ülkede açlıktan, sefaletten, sömürüden ölen milyonlarca insan ile afyona alıştırdığı bir o kadar Çinli "teferruatı" üzerinden kazanılmıştı!

 

AVRUPA'DA HİÇ DEMOKRAT LİDER OLMADI

 

Avrupa’nın demokrat liderleri yok muydu yani?

 

Siz bir tane söyleyin şu son yüz yılda! İkiyüzlülük öyle ki, Avrupa'nın Hitler'den aşağı kalmayan lideri ‘zayıf uluslar güçlü olanlar tarafından temizlenmelidir’ felsefesindeki Churchill'i, İngiltere'yi Hindistan'dan kurşun atmadan barışçı biçimde çıkarmayı başaran Mahatma Gandhi'den üstün tutmaktadır. Batı bunu yaparken, bilimin ve felsefenin temelini Antik Yunan'da atılmış olarak kabul etmekte ve 1500'lü yıllardan sonra yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans'la sanatın her dalındaki uyanışı Avrupa'nın bilimsel atağıyla doruk noktasına ulaştığını formülleştirmektedir. Bu düşünceye göre Antik Yunan'da bir mucize gerçekleşmiş ve insanlık birdenbire bilimi, felsefeyi, siyaseti ve sanatı keşfetmiştir! Ondan önceki uygarlıklarının insanlığa katkıları ise bilim ve sanat tarihinde sadece kısmi bir gelişmeyi ifade ediyormuş gibi gösterilmektedir.

 

 

BİLİMİN VE SANATIN TEMELİ DOĞU'DA ATILDI

 

Bilim ve sanatın değerleri Batı’da atılmadı mı?

 

Kesinlikle hayır. Diyalektiğe aykırıdır. Batı bakışlı bir zihniyet ancak bunu kabul edebilir. Bilim ve sanatın temelleri Doğu'da atıldı, Helenistik dönem bundan beslendi. "Antik Yunan mucizesi" Orta Asya'da, Hint bölgesinde, Çin'de, Sümer'de, Babil'de, Mısır'da, Anadolu'da kendisinden önceki uygarlıkların izini süren Doğu-Batı etkileşimiyle gelişip büyüyen ve olgunlaşan sentezden başka bir şey değildir. Antik Yunan aslında eşelendiğinde "Doğu"dur. MÖ 3500 yıllarında yapılan Hohle Fels Venüsü heykeli, Anadolu'nun Tanrıçası Kibele heykelleri birbirinden esinlenilerek yapılmış olabilir; Mezopotamya sanatının doruklarından MÖ 3000'de yapılmış Guennol Dişi Aslanı heykeli ya da Tapınan Sümerli Adam heykelinin Yunan heykeltıraşları hatta Rodin'i etkilemediğini kimse reddedemez. Mısır'ın Fayyum Portreleri olmasaydı İnci Küpeli Kız resmi belki de olmayacaktı. Bünyesinde şarkıyı, dansı, şiiri, oyunculuğu barındıran geleneksel Türk tiyatrosunun öncülü Şaman geleneği bütün sanatların atası gibidir. Orhun Yazıtları'nın dili olmasaydı belki İkinci Yeni şiir akımı ortaya çıkmayacaktı. Böyle sayısız örnek verilebilir. Türk toplumu açısından özel bir yeri var bu çatışmanın. Türk toplum ve tarihini izlediğimizde tarihin en büyük uygarlıklarıyla temas ettiğini görüyoruz.

 

Hangi büyük uygarlıklar?

 

Yukarda değinmiştim. Türklerin Orta Asya'da Çin, Hint, Pers, Arap ve nihayet İslamiyetle ilişkisi Anadolu'da Ermeni ve Bizanslılarla ilişkisi, nihayetinde Venedik, Fransız, İngiliz, Alman… Doğu-Batı çatışması çerçevesinde bizi merkeze koyan derin kültürel olaylardır. Türk insanını, dolaysıyla Türk yazar ve şairlerinin dünya içindeki -eğer Batı illüzyonundan uyanıp farkına varırlarsa- ayrıcalıklı yerini ve bağımsız kimliğini böyle de açıklayabiliriz.

 

BU BİR DİN ÇATIŞMASI DEĞİL

 

Hep Türkler diyorsunuz. İslamiyet bunun neresinde?

 

Doğu Batı çatışmasını Müslüman Hıristiyan çatışması biçimine indirgeyen de Batılı düşünürlerdir. Oysa dinler bu çatışmada gelip geçicidir. "Doğu"-"Batı" çatışmasında Türkler İslamiyeti bir ideoloji olarak kullanarak Doğu'nun bütünü içinde kalmaktan mutluydular. Ta ki 26 Ocak 1699 tarihinde başlarında imzaladıkları Karlofça Anlaşması'na kadar. Bu anlaşmayla (anlaşmaya dek süren on yedi yıllık savaşla) karşılarında epey mesafe almış "Batı" denen bir bütünün var olduğu bir gerçeklik olarak kafalara dank etti. 1713'te Lale Devri'yle baş gösteren ve matbaanın getirilmesi gibi birçok yeniliğin yapıldığı "Batı" sempatisine tepki ve ilk Doğu Batı çatışması ise çok kanlı oldu. Patrona Halil gibi yalnızca "istemezük"lü cahillikle başlayıp süren, Batılı olmanın yerine başka bir sentez koyamayanlarla "kayıtsız şartsız Batılılaşma" taraftarları arasındaki mücadele, Doğu-Batı çatışmasının getirdiği kimliksizleşme ya da kimlik arayışımız bugüne dek geldi.

 

EDEBİYATLA JEOPOLİTİK İÇ İÇE

 

Kitabınız sanki jeopolitik analiz kitabı gibi konuşuyorsunuz… Edebiyat bunun neresinde?

 

Tanzimat'la birlikte, olduğu gibi kabul edilen değer yargıları, zamanla edebiyat alanında da bir "yenileşme" sürecini başlattı, Batılı edebiyatın tüm türleri yine taklit olarak ülkemizde yayımlanmaya başlandı. Yüzyıllar boyu Doğu kültür dünyasının değer yargılarıyla beslenen Türk toplumu, Batı'yla karşı karşıya gelince doğal olarak birtakım sıkıntı ve çelişki yaşadı, hala yaşıyoruz. Bu ikilik Tanzimat döneminden başlayarak pek çok esere konu oldu. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde romancıların en çok işlediği konular "Türk sosyal hayatında Doğu-Batı ikilemi"dir. Nitekim Berna Moran 1950'lere kadar olan süreç içinde Türk romanının ana sorunsalının bu tema olduğunu dile getirir. Ancak Türk edebiyat yayıncılığı tüm kurumlarıyla (ödül, eleştiri) Batıcı’dır. Teslim olmuş durumdadır. Cengiz Özakıncı bunu, Mayıs 1939’da yani bizzat tarih kitabı yazmış yüce Atatürk’ün naaşı daha soğumadan apar topar toplanıp Türk Tarih Tezini kaldırıp Batı kültürüne yayıncılığımızı teslim eden I. Neşriyat Kongresinde konuşulanları teşhir ederek çok iyi anımsatmıştır. Bugün yapmamız gereken bizim Doğu’nun temsilcisi büyük bir kültür olduğumuzu anlamak her şeyi bunun üzerine inşa etmektir.

 

NATO ÖVEN MARKSİSTLER

 

Marksistlerimiz solcularımız bu işi bir dengeye oturtamadılar mı? Hani milletlerin savaşı yok sınıf savaşı var diye…

 

Kendi aralarında oldukça eleştirel bir dile sahip olan Marksistlerimiz bile sınırlarımızın dışına çıkıldığında her şeye tuzlukla koşmuş, Marksizme eleştirel yaklaşımları söz konusu bile olmamıştır. Bugün de solumuzun Batı hayranlığı -kendimizden başka herkese hayran olma huyumuz var- onun Batı’nın kullanışlı aktörü olmasına neden oluyor maalesef. Birgün gazetesinin, baş sayfasında Türkiye’nin Şanghay Örgütüne üyeliği tartışıldığı zamanlarda şiddetle karşı çıkıp ‘Nato bu örgütten iyidir’ diye başlık attıklarını söylesem şaşıracaksınız…

 

"BATI BİTMİŞTİR"

 

Aydınlanma değerleri mi bizim solcularımızı şaşırtan?

 

İnsanlığın o zamana dek biriktirdiklerini iyi sentezlemiş "Aydınlanma Batı'sı" başka, emperyalist Batı'nın günümüz devletleri ve aydınları başka. Lenin’in dediği gibi o Batı bitmiştir. Nitekim bizim amentü bellediğimiz 1789-1848 dönemine bakmak yeterlidir: Fransa -hepsini sayamayacağımız- şu ülkeleri kanlı bir biçimde işgal ediyordu: Cezayir (1830), Gabon (1839), Moritanya (1854), Senegal (1854), Gine (1855), Fildişi Sahili (1855), Vietnam (1858), Kongo (1859)… Bu ülkeler dil, eğitim vs. açısından bağımlı oldukları için bugün de neredeyse tamamının yönetiminde doğrudan olmasa da önemli oranda Fransa söz sahibidir. Vietnam'ın başta laiklik olmak üzere 4000 yıllık bir tarihe sahip olduğunu hiçbirimiz bilmiyoruz ama millet olarak bin yıllık Fransa'nın devrimlerinin hepsini biliyoruz. Vietnam tam yüz yıl, dile kolay, General Giap dersini verene dek Fransa'nın kanlı pençesi altında inledi. Emperyalizm bugün özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kendi arasında hırlaşmayı geçici süre erteleyip dünyayı iki kampa ayırırken kendilerini (Avrupa, Kuzey Amerika, Avustralya) efendi, dünyanın diğer bölümünü köle olarak görmektedir. "Uygar Batı" ve vahşi, terörist, geri kalmış Doğu! Daha geçen yıl AB’nin en yüksek temsilcisi Josep Borrell Avrupa’yı bahçeye dışındakileri ormana benzetmişti!

 

CUMHURİYET DOĞULU OLDUĞUNUN BİLİNCİNDEYDİ

 

Cumhuriyet Batılı değil mi? Cumhuriyet’le Atatürk bu tartışmayı silip atmadı mı?

 

Cumhuriyet, Doğu'nun bir serhat ülkesi olduğunun bilinciyle üç yüz yıllık tartışmada kendi özünden bir sentez yaratma, bir ulusal Türk kimlik inşası olarak ayağa dikilmişti. Gazi’nin ölümünden sonra en yakın arkadaşlarınca Batı’ya teslim edildi. (Atatürk'ün Hakimiyeti Milliye'nin 20 Kasım 1921 tarihli sayısında dediği gibi, "… Anadolu, bütün Asya'nın, bütün mazlumlar dünyasının zulüm dünyasına doğru sürdüğü bir vaziyette bulunmaktadır".) Ne var ki tartışmalar İkinci Dünya Savaşı sonrasına dek tüm şiddetiyle devam etmiştir. Ahmet Mithat Efendi, Recaizade Mahmud Ekrem, Hüseyin Rahmi'den Kemal Tahir'e kadar bu dava, kanlı bıçaklı sürmüştür. Truman Doktrini'yle Batı'ya göbeğinden eklemlenmek bu tartışmaları azalttı. Nitekim Orhan Pamuk 12 Eylül darbesiyle yumuşatılmış bu mücadeleyi, zamanın ruhuna, oryantalist bakışa uygun, Doğu'nun en uç kalesinin kültürel kozmik odasının kapılarını açıp Batı'ya onların istediği çarpıklık ve yumuşaklıkta pazarlayan bir usta olarak Nobel Edebiyat Ödülü'ne dek uzanmayı başarmıştır. Son elli yılda, sanki Atatürk'ün "Bugün güneşin ağardığını nasıl görüyorsam uzaktan bütün Doğu milletlerinin de uyanışını öyle görüyorum" sözünü haklı çıkarmak istercesine Doğu öne çıkıyor Batı ölüyor. Uzatmaya gerek bile yoktur: Aylan Kurdi bebeğin minik bedeninin Akdeniz'de sahile vurmasından sonra daha net görüldü ki Batı'nın insanlığa vereceği hiçbir şey kalmamıştır.

 

BATI KAMPI VATANSIZ VE PARANIN ESİRİ

 

Bugün Doğu Batı çatışmasının tezahürünü nasıl özetlersiniz?

 

Onu anlatmaya çalışıyorum. Doğu’nun uyanışını gören, uygarlıklar çatışmasında altta kalmaktan korkan bir Batı'yı saptayabiliriz. Sanki tüm çağların birikimi, deneyimi büyük bir gerilimle yakın bir zamanda Asya'da patlayacak ve galip gelen diğerini silecek! Tüm "Batı", emperyalist vatansız paranın esiri olarak Doğu'ya yüklenmiş durumda; açık. Vatansız para da Doğu Batı çatışmasından beslenmektedir. Tarihin zorlu bir döneminden geçiyoruz ve coğrafyamız ateş altında. Ama bu beladan kurtulabiliriz. Bin yıl birçok dine mensup ve değişik kavimde insanla birlikte barış içinde yaşadık. (Gerard De Nerval, Doğu'ya Seyahat adlı yapıtında 1843'te şaşkınlıkla yazdığı gibi: "Dört ayrı millet Türkler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler birbirlerine karşı bizden çok daha müsamahakar!") Yunus Emre bu toprakların hümanizmidir. Tarihsel deneyimimizle "birlikte yaşama" becerisinin en yüksek olduğu Anadolu hümanizminin öne çıkmasını sağlayarak Türkiye merkezli, çağdaş, yeni bir uygarlık projesi düşünmenin zamanı geldi de geçmektedir.

 

Bu çok zor değil mi? Bir emare de görülmüyor…

 

Evet yazar ve şairlerimiz, akademiamız meleklerin cinsiyetiyle uğraşmaktadır. Demek ki bu zihinlerimizdeki Batı illüzyonundan kurtulmakla ancak mümkündür. Batı'nın, edebiyatın ve sanatın çağdaş bütün kodlarını, insanlığın kazandığı tüm birikimleri yalnızca kendine mal etmesinin imkânı artık kalmamıştır. Bugün insanlığa yeni bir ışık, yeni bir heyecan verebilecek tek bir Batılı yazar yoktur; tek bir Batılı düşünce insanı kendini kabul ettiremez haldedir. Aydınlanma dönemi düşünürlerinin, modernist dönem yazar-şairlerin "marka değeri"yle ayakta durmaktalardır. O halde herkes -insanlığın yüz karası lafla söylersek- "jeopolitik hesaplar"la Doğu'ya toplaşmışsa biz yazar ve şairler de Rousseau'nun, Goethe'nin üstelik binlerce kilometre ötede yaptığı gibi kendi kültürümüze daha çok eğilerek, kendi insanımızı anlayacak yapıtlara ağırlık verebiliriz. Kulağımızı toprağa dayayarak İmrü'l-Kays'ın, Kaşgarlı Mahmud'un, Dede Korkut Hikâyeleri'nin, Hayyam'ın, Fuzuli'nin, Binbir Gece Masalları'nın, Kaşgarlı Mahmud'un tüm dünyaya etki edecek frekans ve seslerini dinlemeliyiz; kendimizi Doğu-Batı ikileminin içinde Doğu'dan yana yeniden sorgulamalıyız. Belki böylece, "Avrupalılık" ve "Amerikalılık" alanına sıkışmış günümüz Batı düşüncesini de evrenin sorunlarına katılması için harekete geçirebiliriz.

 

HİKMET KIVILCIMLI VE KEMAL TAHİR HAKLIYDI

 

Bu düşünceler birçok Türk yazar tarafından dile getirildi ama sonuçta bir şey değişmedi...

 

Cemil Meriç, Hikmet Kıvılcımlı, Doğan Avcıoğlu, Kemal Tahir, Attila İlhan… haklıydılar. Bu işaret fişeklerini iyi anlamadık. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e "Batılılaşma projeleri"nin göz boyamasının sonucu olacak ki Papa'nın "Müslümanlar Noel'i bizden daha iyi kutluyor" alaycı sözü bile uyarmadı.

 

EKONOMİ BU İŞİN NERESİNDE

 

Ekonomiyi hiç dikkate almıyorsunuz gibi geliyor

 

Yalnızca "ekonomik kalkınma"ya odaklanmak Cumhuriyet'in bugünkü geldiği noktada görüldü ki yeterli değildir. Toplumun maddi olarak ortaya koyduğu/koyacağı her gelişme ancak insan düşüncesinin ürünü olabilir. O halde toplumun zihinsel evreni, düşünsel ve ahlaksal özgünlüğü başat roldedir. Bir başka deyişle zihinleri, düşünce dünyaları bağımlı toplumların ekonomileri de bir türlü bağımsız olamamaktadır. Bilim insanları Japonya, Kore ve Çin'deki ekonomik gelişmenin sermaye hareketleriyle değil bu toplumların dikine hareket edebilme, örgütlenme kabiliyetindeki tarihsel/zihinsel karakterlerine ve eğitimlerine bağlamaktadırlar. İnsanlığın Batı merkezli hikâyeleriyle tıkanan umutlarını böyle aşabiliriz.

 

Edebiyatta Doğu’ya Dönmek kitabı bütün bunlara yanıt verebilecek içerikte mi?

 

Edebiyatta Doğu'ya Dönmek, bu uzun sözlerimdeki gibi teorik bir kitap değil. Zaman içinde bilinçsizce yazdığım yazıların bir araya gelmesiyle bu düşünceye evrildiğimi gördüm. Doğu'ya dönmek tıkanmış Batı felsefesinin, edebiyatının, sanatının da önünü açacaktır. İçerdeki yazılarımda görülecek ki kitabım bir Doğu güzellemesi değil; Batı lehine bozulmuş dengeye bir isyanın kıvılcımı olarak değerlendirilmelidir. Batı düşüncesi nasıl ki başta Doğu olmak üzere insanlığın tüm birikimini alıp sentezlemişse, Batı'nın insanlığa armağanı bu kazanımı bu kez biz alıp sentezleyerek uygarlık çıtasını yükseltebiliriz bunu başarabiliriz.

Teşekkür ederiz

Ben teşekkür ederim.

 

KAYNAK: Ahmet Yıldız Odatv'ye anlattı: Medeniyet Orta Asya'da doğdu... Türkiye Doğu-Batı çatışmasının neresinde - Ahmet Yıldız'la "Edebiyatta Doğu'ya Dönmek" kitabı üzerine söyleşi... (odatv4.com, 23 Mayıs 2023).

 

 

Yazar: Söyleşi: Özge Sönmez

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör