Araştırmacı-yazar ve şair. 1950'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesinde
doğdu. Ergani İnkılâp İlkokulu (1963), Ergani Ortaokulu (1966), Ergani Lisesi
(1969), Ankara Devlet Mühendislik ve Mimarlık Yüksek Okulu Kimya Mühendisliği
Bölümü (1977) mezunu. 1977 yılından itibaren Diyarbakır Belediyesi Temizlik
İşlerinde müdür vekilliği, 1978’den itibaren Tekel Bakanlığına bağlı Diyarbakır
İçki (Rakı) Fabrikasında kısım şefliği yaptı. Diyarbakır ve İstanbul’daki
çeşitli kamu ve özel sektöre bağlı işyerlerinde mühendis ve teknik eleman
olarak çalıştı. Ayrıca dernek, sendika, siyasi parti yöneticiliği, işçilik,
pazarcılık gibi çeşitli işlerde çalıştı. 12 Eylül sonrasında Türkiye Komünist
Partisi davasından gözaltına alındı. 1982-1984 yılları arasında Diyarbakır 5
Nolu Askeri Cezaevi’nde tutuklu kaldı. Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı (I)
Numaralı Askeri Mahkemesi’nde yargılanıp 5 yıl ceza aldı. Yargıtay tarafından
cezası az bulunup 6 yıl 8 ay olması istendi. Yargı süreci devam ederken Türk
Ceza Kanunu’nda yer alan 141-142 ve 163. maddelerin kaldırılması sonucu dava
dosyası düştü.
Üzülmez, en son 1990 yılında memur olarak girdiği
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Çevre Koruma ve Kontrol Müdürlüğü’nden
2010 yılında emekli oldu. Yaşamını ve çalışmalarını İstanbul'da sürdürmekte;
kitap çalışmalarının yanı sıra çeşitli gazete, dergi ve sitelerde yazılar
yazmaya devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.
Diyarbakır ve Ergani eksenli araştırmalarıyla tanınan, aynı zamanda iyi bir fotoğraf ve belge arşivi bulunan Müslüm Üzülmez'in; bilim, kültür, sanat, sosyal, siyasal, çevre ve tarih konularında çeşitli yazıları; Mühendislik, Mimarlıkta ve Planlamada Ölçü, Metal Dünyası, Kimya Mühendisliği, Kimya Mühendisleri Odası Bülteni, Bilim ve Gelecek, Berfin Bahar, Arkeoloji ve Sanat, Yeni Çaba dergilerinde; Politika, Atılım, İstanbul Ticaret, Evrensel, Milat, Yeni Yurt, Özgür Haber, Ergani Haber, Ergani Söz, Ergani Postası, Çermik ve Dicle gazetelerinde yayılandı. Türkiye’de değişik yerlerde düzenlenen seminer, konferans, sempozyum, toplantı ve çalışmalara eğitmen veya konuşmacı olarak katıldı.
ESERLERİ:
ANI: Yoldaş Koçero
(2011).
ARAŞTIRMA: Çayönü'nden Ergani'ye: Uzun Bir Yürüyüş (2005), Hilar
(2009), Makam, Makam Çiçeği ve Bülbül
(2010), Bir Uzun Yürüyüştür Yaşamak (2010),
Yazılı Kaynaklarda Çermik (2012), Ergani Tarihinin Saklı Sayfası Ermeniler
(2016), Dünyanın Haritası Yeniden
Çizilirken (2016).
ŞİİR: Doludizgin Yaşamak (1994), Gelincik Yurdunda Bahar
(1996), Hazinenin Anahtarı (Cuma
Üzülmez ile birlikte) (1999), Gecenin Islığı (çizgi. Lütfi Çakın, 2002).
MİZAH: Gülme
ve Karpuzun İronisi: Ben Bölmeden Geldim Komutanım (Çizgi. Ender Özkahraman, Lütfü Çakın, 1999).
MESLEKİ
YAYINLAR: Ateşçi ve
Kalorifercinin El Kitabı (1991), Temel Çevre Politikaları ve Yasal Düzenlemeler
(1993), Döküm Sanayi ve Çevre (1993),
Motorlu Taşıt Sürücüleri İçin Çevre El
Kitabı (1995), Kalorifer Kazanı Yakma
Kılavuzu (1997).
KAYNAKÇA: İstanbul Ticaret Gazetesi (28.1.1994), Metal Dünyası Dergisi (Mart 1994) – (Eylül 1994), Maden Dergisi (Eylül 1994), Bülten Dergisi (Mart-Nisan 1995), İstanbul Ticaret Gazetesi (15.9.1995), Yeni Çaba Dergisi (sayı: 23-24, Eylül-Aralık 2002), M. Üzülmez / Çayönü’nden Ergani’ye Uzun Bir Yürüyüş (2005), İhsan Işık / Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas. 2009) - Diyarbakır Ansiklopedisi (2013) - Geçmişten Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar (2014).
delikanlılık
çağımda
ay
gecenin koynunda uyurken
tenim
teninde yanardı:
ışıktan
ürperirdi ter damlaları.
haz
doruklara ulaştığında
mutluluğun
sarhoşluğunu yaşardık.
mevsim
değişti, açmıyor artık gül.
şimdi
ay'ın altında hatıralardayım:
bilinen
dünyadan bilinmez dünyaya
yolculuğa
doğru sona yaklaşırken olsa bile
güzeldir,
ay ışığında
gül
bahçesinin efsunlu kokusunu koklayarak
ateşli
yaprakların açış noktasının
istekli,
tatlı yumuşaklığın derinliğinde, kısa süren
ama
insana sonsuz gelecekmiş gibi
ölümcül
bir ürperişle bir başka bedende
kendini
yeniden var etmenin gizli zevkini hatırlamak.
4.
gizli
aşklar gibi açmayı bekleyen
baharın
gülümsemesi mayıs güllerinin sabırsızlığıyla
dicle'nin
berrak sularında yıkanarak,
diyarbakır’da,
seninle olmak istiyorum.
geldiğimde,
bekletmeden hemen kapılarını aç ki
savaşın
gölgesine çekilmiş ama, değişimi özünde taşıyan
yapayalnız,
kur’an yazısı gibi insanların var olduğu
sıkılmış
ve sıkışmış kentimde adresim belli olsun.
***
kuytulu
köşelerinde akrepler hâlâ pusuda mı?
5.
kağıda
dökülen her sözcük, şiir olsun istiyorum.
sahte
dostluklar,
raflarda
bekleyen kirli dosyalar
ve
işe yaramaz formül ve sayılardan sıkıldım.
deniz
dalgalarının dövdüğü kayalar üzerinde
-gözlerim
köpüren dalgalarda
dalgaların
ve martıların sesini dinleyerek
tâ
karacadağ’dan
rüzgârın
getireceği dağınık saçlarının kokusunu bekliyorum.
duygusal
yorgunluğu derinden yaşayarak,
yıldızlı
geceleri, kelebek kovaladığımız çiçekli tarlaları
ve
seni düşünüyorum.
***
hegel,
acaba hangi haller için: “düşünülmüşse vardır” diyordu?
KAYNAK:
Müslüm Üzülmez / Gecenin Islığı (2002, s.8-9.
Bizleri yılan ve akreple dolu karanlık odalarda terbiye etmek istiyorlar. Plan üstüne planlar yapılıp yaşamımızda ışık ve gül olmasını istemiyorlar. Kafeslenip mahkûm edilerek, dünyamız karartılarak zindanda yaşamamızı istiyorlar. Işığın özgürlük, gülün barış olmasından dolayı ışıktan korkuyorlar, gülden nefret ediyorlar. İnsanları çirkinlikler içinde, karanlıklarda yaşatmak istiyorlar.
İş bitirici bir avuç elit ülke nimetlerinden sadece kendileri nasiplenmek istiyor. Üretmeden tüketmek; asalakça, üretenlerin kazancına ortak olmak istiyorlar. Ve mal üreteni, hizmet üreteni, bilgi üreteni küçümsüyorlar. Her şeyin eskisi gibi sürmesini istiyorlar. Değişime karşı direnerek, hem kurumları, hem toplumu çürütüyorlar. Bunun için entrikaya, yalana, dolana sarılıyor, karşısındakini karalıyor ve zehir saçıyorlar. Utanmadan yalanın doğru, çirkinin güzel, kötünün iyi olduğunu söylüyorlar. Ama unutuyorlar: Dünya değişti, Türkiye değişti. Azımsanmayacak çoğunlukta artık iyilikten, güzellikten, özgürlükten, adaletten ve gelişmeden yana olanlar var. Bunlar bilgiyle beslenip evrensel yasaları içselleştirerek yaşamın güzelliklerini, zevk ve renklerini ışık gibi çevresine saçıyorlar.
Çürümeden, karanlıktan yana saf tutanlar, ruhunu şeytana satan ifrit yaratılışlı olanlar, “garnizon kültürü”nden beslenenler, doların yeşil rengine düşkün olanlar olabilecek güzel şeylere iftira ediyor, kirletiyorlar. Güzellikleri kötülüklere kurban ediyorlar. Işığa düşmanlıklarından, gerçeklerin gün yüzüne çıkmasına karşı çıkıyorlar. Gözlerine “perde” indirmiş; ışıktan korkuyorlar. Ama günah, şeytanın sofrasından nasıl beslenirse, iyiliğin de kötülüğün koynunda beslendiğini unutuyorlar.
Işık yol göstericidir, ışık harekettir, ışık aydınlıktır. Işık yaşamın, karanlık ölümün simgesidir. Güneş, ışığın ve hareketin kaynağıdır. Kutsaldır. Bitkiler, hayvanlar, insanlar, tüm canlılar yaşamlarını ışığa borçludurlar. Işık ve hareketin olmadığı yerde karanlık; karanlığın olduğu yerde de cansızlık, ölü bir yaşam vardır. Karanlığın olduğu yerde yılan, akrep, çıyan, baykuş; ışığın olduğu yerde gül, karanfil, nergis ve bunlara âşık bülbüller vardır. Güzel olan, iyi olan ışıktır. Işık, yaşama renk katmakla kalmaz, yaşamı kalıcı ve sürekli kılar.
Karanlığa ve kötülüğe karşı mücadele edenlerde peygamber sabrı ve sağlam bir irade olmalıdır. Kartal olmayanların dağların doruklarında yuva yapması olası değildir. Karakarga yol gösterici olduğunda bilinmelidir ki gidilecek yer karanlık bir zindandır. Kötülük erdem sayılırsa çürümüşlük sistemleşir, zulüm egemen olur. Halk kötülerin içinde, kötülerden birini seçmeyle karşı karşıya kalır. Fazla ışıktan gözleri kararanlar da olur. Bunlar önlerini göremez, ışıktan korkar olurlar; akılları körleşir, karanlıkta yaşamayı tercih ederler. İyiyi kötü, kötüyü iyi gösterirler. Dilbaz oldukları içinde bunda başarılı olurlar. Kötülükte kendi aralarında yarışırlar.
Adalet, yaşamı bir birine bağlayan yapı taşıdır, ama aynı zamanda toplumun “zayıf halkası”dır. Yaşamın yapı taşını yerinden oynatıyorlar, terazisine toma’ları koyuyorlar. Eğer bir toplumda adalet duygusu zedelenirse, adli kurumlar kirlenirse yaşamın bağları çözülmeye başlar. Çözülmenin panzehiri adalet duygusunu geliştirmektir. Vicdanı nasır bağlamış, tanka/tomaya selam durmuş, resmi ideolojinin esiri olmuş yargıçların adil olması mümkün mü? Hâşâ. Kadim bir bilge; “Karanlığın yolunda gidenlerin gözleri kör, yürekleri kabuk bağlar” demektedir. Böylesi durumlarda yenilik ve güzellikten, barış ve kardeşlikten yana olanların kaderleri yalnızlık; acı, elem yaşamlarının parçası olur. Ağır bedel ödenir. Karanlık tüm çirkinliklere şal, yasak sorunlara ilaç olur.
İnsan, ışık ve karanlık eğilimi içinde birlikte taşır. Bir yanında karanlık (kötülük), bir yanında ışık (iyilik) vardır. Kiminin yüreğinde ışık, kiminin aklında şeytanlık (karanlık) vardır. Işığı rehber edinenler, kendi şeytanlarıyla birlikte tüm şeytanları kovar: Mina’da şeytanı taşlar gibi değil, şeytanı aklından ve yüreğinden söküp atar…
Yaşam bize iki tür insanın olduğunu kanıtlamıştır. Et yığını olanlar -ki bunlar salt tüketenlerdir. Bunlar değişime direnir, taş üstüne taş koymazlar. Birde su kaynağı olanlar vardır. Su gibi yaşadığı topluma hayat verir, hem kendilerinin, hem başkalarının beslenmesi, barınması, neslini devam ettirebilmesi için mal üretir, hizmet üretir, bilgi üretir. Akan su gibi canlıya can, toprağa kan olur. Üreten insan elmas gibi parıldar, salt tüketen ise ceset gibi kokar. Biri insanlığın gelişimine ve insanın yücelişine katkı sunar, diğeri pranga, zincir vurur.
İnsanlığa yapılacak en büyük kötülük toplumsal gelişmenin önüne set çekmektir, bent kurmaktır. Akmayan su çürür. Kokar. Toplumun önüne, üretici güçlerin önüne set çekilirse çürüme başlar, koku her tarafı sarar. Toplumun özgür ve gani bir yaşam sürmesine, gelişmesine destek vermeyenler, hiç değilse köstek olmamalı. Vicdanlarının sesine kulak vermelidir.
İki yol var: Ya iyilerin barış ve kardeşlik yolundan gideceğiz ya da kötülerin savaş ve zulüm yolundan. Ha, bir de yolunu kaybedenlerin yolu var. Siz, hangi yolun yolcususunuz?
KAYNAK: http://www.gonulsitesi.net (24 Mart 2014)
MÜSLÜM ÜZÜLMEZ’İN
“DOLUDİZGİN YAŞAMAK” ADLI ŞİİR KİTABINDAN
(1994)
ÖRNEKLER
YOLUM UZUN
Yolum uzun, gidiyorum gözüm kara
Kaderim elimde değil, başım bora
Sevdan benim için özgürlük ateşi
Yakıyor bedenimi o, sara sara
(s.5)
NAZLIM
Vuruldum seslenemem duy! Sesim kısık
Güvercinim yaralı, kanadı kırık
Sevda yüklü mektubumu gönderemem
Sen gel
(s.10)
ÖZLEM
Bir bilsen, seni nasıl özledim
Dört gözle yolunu gözledim
Ne selam gönderdin ne sen geldin
Gül yüzün benden neden gizledin
Hapishaneler hep dört duvardır
Hapiste olanda çok dert vardır
Bağrı yanık gözleri yoldadır
Soranı var ise o da yardır
Yârim, beni
Gönüllere akan bir çağlayan o
Gönül verdim bende o sevdaya
Sevdan emek yüce bir değer o
(s.11)
SEVDALI BAŞIM DUMAN
koçero olarak
hazreti isa'dan
bindokuzyüzsekseniki yıl sonra
kollarım gerili çarmıhtayım
çıplak
ağzımda diş
kırık
kulaklarımda zar
patlak
akıyor dudaklarımdan
salya
ellerim arkadan
edison'a inat bakır telle bağlanmış
elektrik akımı veriliyor kasıklarımdan
kanlı üre
sancı akıyor idrarımdan.
gözlerim şimşek şimşek
boşanıyor vücudumdan
ter çığlık
lakin sesim kısık
biliyorum
hazreti isa sağ olsaydı
utanırdı isa'lığından
aahhh anaaam
aah
ah ki ne ah
aman ki ne aman
sevdalı başım duman
onlar konuşturmaya
ben konuşmamaya
etmişiz iman
çarmıhta da olsa
barut fıçısı yüreğimin derinliklerinden
bir ses haykırıyor durmadan:
“koçero!..
ruhunu teslim etme!
sakın ele
verme!
onurunu koru, küçülme!
umudunu tüketme!
dayan!”
(s.14-15)
HASRET DOKUYORUM
resmin ve mektubun geldi, ranzamda
okuyorum.
okuyorum anıyorum, andıkça okuyorum;
sevgi dolu gözyaşlarımı içime
döküyorum.
gülüm, ayrılık zor. kahrolsun! hasret
dokuyorum.
mutlak bir gün ayrılık bitecek, biliyorum.
mutlak o günü görür gibi olunca,
gülüyorum
ve ayrılığımızın son ayrılık olmasını,
kimsenin hasret dokumamasını diliyorum.
gülüm!
ayrılık zor, her gün hasret dokuyorum.
(s.18)
DOLUDİZGİN YAŞAMAK
doludizgin yaşamak:
sevgilinin beline sarılıp
beyaz
yumuşak
sıcak
ellerinden tutmaktır.
doludizgin yaşamak:
kızgın güneş altında
altın tanesi
olgun başakları biçerken tarlada
alnında biriken
boncuk boncuk terleri silerken
soğuk testiden kana kana
su içmektir.
doludizgin yaşamak:
kavga arkadaşlarınla
kavgada
omuz omuza
meydanlarda
kol kola
cezaevlerinde
koyun koyuna
olmaktır.
doludizgin yaşamak:
ölüm beklerken kapı eşiğinde
azrail dolanırken başucunda
ölümün soluğu
ensende
öbür yana gidip gelip
hücrede bir dost elini
omuzlarında duymaktır
uzattığı sigarayı yakarak
dışarı salmadan dumanını
ciğerlerine doldurmaktır.
doludizgin yaşamak:
düşünmek
üretmek
ve yaşamı
paylaşmaktır.
bazen de doludizgin yaşamak:
bir su başında
ya da
bir masa başında
tartışmaktır.
dostlarım,
bir tek cümleyle doludizgin yaşamak:
DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK İÇİN ÇALIŞMAKTIR.
ağustos
1985
küçükköy/istanbul
DUYGULAR BU KADAR
YOKSULLAŞTI MI?
MÜSLÜM ÜZÜLMEZ - CUMA ÜZÜLMEZ
ıslık çalan telli kavaklarda
şarkılar söyleyen minik serçem:
durmadan şiddetin zehri kusulurken
nasıl oluyor da bu kadar
sağırlaşabiliyor insan?
duygular bu kadar yoksullaştı mı?
yoksa akıl duygu bağını tümden mi kesti?
(Müslüm Üzülmez-Cuma Üzülmez,
Hazinenin Anahtarı, İstanbul, 1999, s.25)
ENDİŞE ETME
MÜSLÜM ÜZÜLMEZ - CUMA ÜZÜLMEZ
kabaran sürülmüş topraklara
kıskanılarak serpilen tohumlar
toprağın bağrında can bulunca filizlenir,
sabırsız boyatmayı bekler.
tohum misali sabırlı ol,
için
hiçbir şey karşılıksız kalmaz
yeter ki
kalbinde sevgini saklamasını bil!
(Müslüm Üzülmez-Cuma Üzülmez,
Hazinenin Anahtarı, İstanbul, 1999, s.30)
SENİ BEKLİYORUM
MÜSLÜM ÜZÜLMEZ - CUMA ÜZÜLMEZ
bir başına
karanlıkta ıslık çalmaktan bıktım.
kalmadı tahammüllüm,
kanatlarında bahar akşamlarının müjdesini
taşıyan
kuş misali hemen yanıma gelmeni
istiyorum
gelmediğinde bil ki
yokluğun paslı hançer gibi kanatır yüreğimi.
akıllı olmayı akıllılara bırakıyorum
ben, yüreğimin sesini dinliyorum
vuran ve vurulan sol yanımla
seni bekliyorum.
(Müslüm Üzülmez-Cuma Üzülmez,
Hazinenin Anahtarı, İstanbul, 1999, s.38)
“GECENİN ISLIĞI” ADLI ŞİİR KİTABINDAN (2002)
ÖRNEKLER
1.
bitkin
düşürücü, uykusuz bitmeyen gecelerimde
anılara dalıp, gençliğimin coğrafyası
gözümde tütünce,
ayrılık acısı ince bir sızı gibi iner
yüreğime;
sevdiğim sesin kulağımda çınladığını
işitirim
ve tatlı bir huzurla artık hiç gözümü
yumamam
kendi
içimde yolculuğa çıkar,
seni düşünürüm.
***
tatlı titrek güzel sesine hasret kaldım.
(s.5)
5.
kağıda dökülen her sözcük, şiir olsun istiyorum.
sahte dostluklar,
raflarda bekleyen kirli dosyalar
ve işe yaramaz formül ve sayılardan
sıkıldım.
deniz dalgalarının dövdüğü kayalar üzerinde
-gözlerim köpüren
dalgalarda
dalgaların ve martıların sesini dinleyerek
tâ karacadağ'dan
rüzgârın getireceği dağınık saçlarının kokusunu bekliyorum.
duygusal yorgunluğu derinden yaşayarak,
yıldızlı geceleri, kelebek kovaladığımız çiçekli
tarlaları
ve seni düşünüyorum.
***
hegel,(*) acaba hangi
haller için: "düşünülmüşse vardır" diyordu?
(*) Georg Wilhelm Friedrich
HEGEL: Alman Filozof. (1770-1831)
(s. 9)
9.
suskunluğun korkunç dibe batışında
ışığa fazla hızlı koşanlar
kimi zaman saklı-görünmez karanlığa düşer;
karanlığın içinde ışığın trajedisini yaşıyorum.
sen üzülme ve beni de üzme!
bırak geçmişi-düşünme geleceği
ötelerin
ötesine bak,
karanlık her gecenin ardından nasıl olsa söker şafak!
sen düşleri gerçekleşmemiş olan beni
düşün.
gel, otur yanıma,
yaşamak için geldiğimiz bu dünyada
vaktimiz varken, içerek bir güzel
kanımızı ateşleyelim.
***
nedense?.. seninle olduğum zaman
voltajı yüksek akım yemiş gibi deli çarpar kalbim.
(s. 13)
37.
derin denizlerde vurgun yememi bağışla.
yağmurun camları dövdüğü geceler;
kendimi atomlara ayırıp,
parçalarımı coğrafî bölgelerine savurmamı
dört gözle beklediğini düşünemedim?
***
ağır bir yağmur bulutu olup asılı kalamadım karacadağ'a
-vesselâm.
(s.41)
BEN SEVGİLİ
DAYIMI TÜRKİYE ÖNEMLİ BİR DEĞERİNİ YİTİRDİ
Müslüm ÜZÜLMEZ
Ölüm;
hayatın ötesi, ayrılığın ebediliğidir. Sevgili Dayım Nurettin Değirmenci
ardında iz bırakarak aramızdan ayrılıp gökyüzündeki yıldızlara katıldı.
Ölenin
ardından yazı yazmak zor. Ölen yakın bir tanıdığın, hele bir de çok sevdiğin
biri olunca bu daha da zor. Ama zoru aşıp dayımı yâd etmeye çalışacağım.
8
Martta kendisiyle yaptığım telefon görüşmede nasıl olduğunu sormuş ve “İyiyim
desem yalan söylemiş olurum yeğenim” cevabını almıştım. Doktorların kemoterapi
önerdiğini, kendisinin ise kabul etmediğini söylemişti. Çok sürmedi, 28 Mart
2019 günü amansız dert onu hayattan koparıp aldı.
Vefatını
duyunca kardeşim Ali Haydar’la birlikte hemen İstanbul’dan Mersin’e hareket
ettik. Mersin’e vardığımızda Mezitli’de Dayımın evinin bulunduğu sitenin
içerisinde yer alan cafe’de birçok il ve ilçeden gelen akraba ve tanıdıklarla
buluştuk. Karşılıklı başsağlığı dileklerinde bulunduk. Acılarımızı paylaştık.
Öğlen vakti sitenin yakınındaki camide cenaze namazı kılındı. Kadın erkek hep
birlikte saf tutuldu. Ardından cenaze arabasıyla mezarlığa varılıp omuzlarda
çiseleyen yağmur altında sevenlerinin gözyaşlarıyla son yolculuğuna uğurladı.
Mezarına iki kürek toprak atmaktan başka elimizden bir şey gelmedi. Hayatın
ötesine gidişinin burukluğu karşısında çaresiz kaldık. Taziyesinde kadın erkek
hep birlikte cafe’de oturup yasını tuttuk.
Nurettin
Değirmenci resmi kayıtlara göre 1951’de “tarihin hüküm sürdüğü, zamanın
durduğu, tabiatın konuştuğu yer” Çermik (Diyarbakır)’te doğdu. İlk ve ortaokulu
Çermik’te okudu. Dicle Köy Enstitüsü mezunlarından olan öğretmeni Aydın Önal’ın
iyi bir okulda okuması gerektiğini aile büyüklerine önermesi üzerine Ankara’da
kahvecilik yapan ağabeyi Veyis’in yanına giderek Gazi Lisesi’ne kayıt yaptırdı.
Devamında İTÜ Elektrik Fakültesi’nde okumaya başladı. 12 Mart 1971 askeri darbesi
sonrası devrimci düşüncelerinden dolayı bir dönem Selimiye Kışlasında tutuklu
kaldı. Ben Ankara’da okurken, tutuklu kaldığı bu dönemde Niyazı Dayımla Şevkiye
Nenemin kendisini ziyarete gittiklerini dün gibi hatırlıyorum. Bırakıldıktan
bir süre sonra birlikte 1972 yılı yazında Çermik’e gidişimizi, üç dört gün
Çermikli öğretmen ve gençlerle işçi köylü iktidarı, ulusal kurtuluş
hareketleri, emperyalizm ve sosyalizm üzerine yaptığımız sohbetleri de çok iyi
hatırlıyorum. Gidişimiz o zaman Çermik’te var olan devrimci hareketliliğe hız
kazandırmıştı, çünkü o yüksekokul okumada ve devrimcilikte Çermik’te idoldü. Bu
gidişimizin o günkü tanığı Kamil Sümbül vefatının ardından yazığı anma
yazısında: “1972 yaz ayları böylece Çermikte gençlik, öğretmenler ve memurlar arasında
sol ve sosyalizmle tanışma dönemi olmuştu” diye yazmaktadır.
Nurettin
Dayım 1975’te okulu bitirdikten sonra 1976’te Elektrik Yüksek Mühendisi olarak
İsmail Cem’in Genel Müdür olduğu dönemde TRT’de Vericiler Dairesi’nde (Ankara)
üç yıl görev yaptı. Daha sonra buradan ayrılıp birçok yerli ve yabancı firmada
çalıştı ve son olarak kendi firmasını kurdu, taşeron firma olarak çalışmalarını
yürüttü. 1990’lı yıllarda çatışmalar nedeniyle çoğu firmanın çalışmayı göze
alamadığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da dağlarda gece gündüz çalışarak GSM
operatörlerinin baz istasyonlarını ve televizyon verici kulelerini dikme
işlerini yaptı. Bazı insanların dünyası “paranın patron olup insanları köle
ettiği bir dünyadır.” Dayım her şeyin parayla ölçüldüğü böylesi bir dünyanın
renksiz, kıskanç ve bencil fertlerinden olmadı. 2000 yılında oğlum Ozan’la
birlikte taşeron firma olarak Türkmenistan’a gittiğinde yüklenici firma
yetkilisi kendisinden rüşvet isteyince vermeyip, iflas pahasına geri döndü.
Paraya köle olmadı, rüşvet verip dünyalığını arttırmadığı gibi, kalktı
sayılarla, yüzdelerle Rüşvetin Adı Matematiğin Dili adında bir kitap yazdı
(Bulut Yayınları, 2001, İstanbul). Sonrasında rüşvetin boyut ve biçimlerini
sürekli dile getirmeye çalıştı hep. Bir yıl önce bana yazdığı bir mektubunda:
“Günümüz Türkiye’sinde, haraç, örgütlü biçim almıştır. Her yönetici, kendisini
ilgilendiren konuda toplanan haraçtan payını bekliyor” diye yazmıştı.
(19/5/2018)
Türkmenistan’ın
ardından sarsılan maddi durumunu birazcık düzeltmek için 15/7/2005 tarihinde
ABD’nin işgali altında bulunan Felluce ve Ramadi’de elektrik santrallarını
yeniden kurmak için Irak’a gitti. Irak’tan döndükten sonra yaptığımız
sohbetlerde; “Amerikalı askerlere asker demek için bin şahit ister; bunların
hepsi, bir mühendis, bir sağlıkçı, bir öğretmen, her türlü yetenekleri var”
deyip, ABD’yi iyi tanımadan ona karşı verilen mücadelenin başarı şansının
olmadığını söylüyordu.
Irak’ta
bulunduğu zaman diliminde yaşadığı ve gördüğü şeyleri günlük tutarak kayıt
altına aldı ve bu günlüklerin bir kısmını da internet üzerinden benimle
paylaştı. Irak’tan bana gönderdiği ilk günlüğünde: “Saat 13’de rehberim geldi.
Kendisi, insanlarla barışık güler yüzlü kibar bir insan. Onunla Bağdat’ı
dolaşmaya çıktık. Rehberim, ‘Amerikan devriyeleri geliyor’ dedi, kenara çekildi
ve yavaşladı. ‘Devriyeler, 100 metre yaklaşanı vururlar’ diye açıklama yaptı.
Önce, Saddam’ın, görkemli törenler düzenlediği alanı ve tesislerini izledik.
Kocaman çapraz kılıçlar gözüküyor. Bu çapraz kılıçlar altından önce kahraman,
yenilmez ve ortalıkta gözükmez Cumhuriyet Muhafızları geçerdi. Hey gidi günler
hey! Sonra, yapay göller ortasına kondurulmuş Saddam saraylarını uzaktan
izledik. Ne görkemli saraylar! Saddam’ın, şu anda bu saraylardan birinin
mahzeninde turşusu kuruluyor. Saddam, bu dünyadaki lüks saltanatı ve sarayları
kaybetti, benzerlerine öte dünyada sahip olsun!” (16/7/2005)
Dayım,
okuma ve yazmayı seven biriydi. Gezdiği, gördüğü yerleri, karşılaştığı önemli
olay ve şeyleri günlük notlar tutarak hep yazıya dökerdi. Gezerken çantasından
kitabını ve bilgisayarını hiç eksik etmezdi. 15/72005 - 6/12/2005 tarihleri
arasında tuttuğu Irak Günlükleri ilginç ve esaslı bilgiler içermektedir. Bu
günlüklerin kitap olarak basılması halinde Ortadoğu üzerine yazılmış çok önemli
bir kaynak eser gün yüzüne çıkmış olacaktır. Cem ve Ceren’e bu kitap olayını
düşünmelerini öneririm.
Günümüzde,
“ezber” olayı Batı’da bilinmeyen; İslam ülkelerinde ise tartışılmayan bir konu
olduğu için, bilimsel, sağlam bir temele oturtulmadan anlaşılacağına da pek
inanmadığından bu konuda yaptığı bir çalışmayı 1996 yılında kendi imkânlarıyla
Eleştirel Düşünce ve İslam adıyla kitaplaştırdı. Kitap basılmadan önce dosyayı
okumuş ve düşüncelerimi bir mektupla kendisine iletmiştim.
Yerel
tarih ve yaşadığımız bölgenin sosyolojik durumu hakkında araştırma yapmamı
isterdi benden. Kendisi bu istemine uygun davranarak; “İnsanların, yaşadıkları
topraklardaki nesne ve hareketleri kaleme almaları gerekir” deyip, 1960’lı
Yıllardan Bir Kesit: ÇERMİK adlı kitabını yazdı (Bulut Yayınları, 2002,
İstanbul). Ardından da, 2002’de Gördüklerim Düşündüklerim adlı kitaba imza attı
(Bulut Yayınları, 2002, İstanbul).
Kitaplarının
bazılarının düzeltme işini ben yaptım. Kitapları yayınlanmadan önce içerik ve
biçimine dair tartışmalarımız ve yazışmalarımız da oldu. Örneğin, kitaplarında
eski Yunan düşünürlerinden fazla alıntı yaptığını, bunun yerine kendi özgün
düşüncelerinin yazmasının daha iyi olacağını söylerdim. Dayım, “Müslüman
ülkelerden düşünür çıkmaz” düşüncesindeydi ve Müslüman ülkelerin geri kalışının
nedeni de “ezber” bilgilerden ve dinden kaynaklandığını düşünürdü. Ben, bu
düşüncelerine katılmaz, geri kalmışlık olayının çok boyutlu bir olay olduğunu
söylemeye çalışırdım. Hatta tartıştığımız bu konu ile ilgili düşüncelerimi özetleyen
“Müslüman Ülkelerden Neden Düşünür Çıkmıyor?” başlıklı bir yazımı sonradan
Bilim ve Gelecek Dergisine gönderdim (Ocak 2006, Sayı: 23).
Dayım
kendisine özgü bir insandı. Yetenekleri ölçüsünde doğayı, insanları anlamaya ve
anladıklarını da anlatmaya çalıştı hep. Davranışları ölçülü ve tutarlıydı. Bir
mühendis olarak sayılarla ifade edilmeyen şeylerin tartışmaya açık olduğunu,
tanımlı kavramlarla düşünülmesi gerektiğini, topluma doğrudan bir yararı
dokunmayan şeylerle uğraşmanın faydasız şeyler olduğunu söylerdi. İyi bir
mühendisti. Çalışkandı. Evrimci bir devrimciydi. Bilgi, üretim araçlarının
gelişimi ve buna paralel üretimin artışı ile sermayenin oluşumuna önem verirdi.
Az yer çok okur, az konuşur çok düşünürdü. Şimdi hepsi yalan oldu. Herkes
ömrünce yaşar, herkes kendi acısını taşır, herkes kendi yasını tutar demekten
başka ne diyebilirim ki… Ben sevgili Dayımı, Türkiye önemli bir değerini
yitirdi.
Sevgili
Süreyya, Ceren ve Cem başta olmak üzere tüm akrabaların, dostlarının,
sevenlerinin başı sağ olsun. Başımız sağ olsun. Dayım, Kutup yıldızına yoldaş
olsun.
KAYNAK:
Müslüm Üzülmez / Ben Sevgili Dayımı Türkiye Önemli Bir Değerini Yitirdi
(erganihaber.com, insanokur.org, ruhanews.com, gaphaberleri.com,
avrupaforum.org, karikaturistik.com, 30.04.2019).
BİR
FOTOĞRAF BAZEN ÇOK ŞEY ANLATIR
Müslüm
ÜZÜLMEZ
Kavalcı Hafız Zülfo (1) ile ilgili bir
yazı, dört fotoğraf aldım.
Yazı ve fotoğrafları Mahmut Yüceli (2) gönderdi.
Kendisi 1993 yılında Ergani Lisesi’nde öğretmenlik yaptığı zaman, akıl edip,
Kavalcı Hafız Zülfo’nun fotoğraflarını çekmiş ve ardından da o dönem yayımlanan
Gündem gazetesine “Ergani’de bir Vivaldi” başlığıyla bir
yazı yazmış (28 Nisan 1993).
Yazı başlığının üst tarafında Hafız’ın iki
fotoğrafı var. Biri yaşadığı toprak evin önünde ayakta, diğeri evin tek
odasında mukavva kutuların üzerine serili yatak üzerinde oturur vaziyette. Fotoğrafların
altında ise şunlar yazılı: “Zülfo Dede ayakta duruyor. Bastonunun yardımıyla
yürüyor. Elleri bir zamanlar nasıl da kavalın deliklerinde dolaşırdı.”
Mahmut
Yüceli Arkadaşım, ricam üzerine bu fotoğrafların hikâyesini bana şöyle anlattı
(12 Nisan 2022):
«Daha
önceleri Diyarbakır’dan Batı şehirlerine gidilirken genellikle trenle seyahat
edilirdi. Ergani Tren İstasyonu’nda kaval çalan uzun boylu ve yaşlı bir kişi
görürdüm; yanında küçük bir kız, o kızın elinde bir tas ve kaval eşliğinde
yolcular bozuk paralarını tasa atarlardı. O zamanlar Hafız’ın hikâyesini
bilmiyordum. Öykü kitabı yazarı ve Dicle Öğretmen Okulu mezunu, Hilvanlı (Curne
Rêş) Sadun Akiz Hoca, Hafız’dan ve kavalından bahsetmişti. Bana, ‘Ergani’de
mutlaka Hafız’ı gör ve hakkında yazı yazmalısın.’ dedi.
Aynı
günlerde, Diyarbakır’da bulamadığınız birçok kitabı bulabileceğiniz Hikmet
Öztürk ve oğulları Yaşar ve Ümit tarafından işletilen Ergani’nin meşhur
kitapçısından, Osman Şahin’in ‘Ay Bazen
Mavidir’ öykü kitabını tesadüfen aldım; kitaptaki ‘Bozkırda Vivaldi’ öyküsü, bizim Ergani’deki Hafız’ı anlatıyordu.
Ergani
Lisesi güzel bir okuldu, derslerden sonra, Bagur Mahallesi’ndeki, Diyarbakır
yolu üzerindeki Paşa’nın Kıraathanesi’nde otururduk. Bazen de gezmek için
Ergani Tren İstasyonuna gider, hava alırdık. Böylesi bir gezi anında
arkadaşlardan yaşlı kavalcıyı sordum, Onlar da istasyondaki kaval çalanın,
‘artık yaşlandığını ve kaval çalamadığını, üç kızının da evlendiğini, evde yalnızlıklar
içinde, perişan hâlde yaşadığını,’ söylediler.
Bahar
gelince bir gün Hıdıran köyünden rahmetli Ramazan Evren Hoca ile kahvede otururken
konu açıldı; Hoca, Hafız’ın evini bildiğini söyledi. Ramazan Hoca ile kalkıp
Hafız’ın evine gittik. Hafız, evdeydi, bizi eve aldı: Tek oda, toprak damlı bir
ev…
O
anda ikimizin içinde vaveyla koptu, yoksulluk ve yalnızlığın sırtımıza
yüklediği yükü, acıyı, dertleri, kederleri, kahırları… hatırladık. Çok az
konuşturabildik ve deklanşöre bastık. İki sene sonra, Hafız, hayatın önüne
çıkardığı bütün yokuşları aşıp göçtü aramızdan. Soyadı olarak ona Yokuş’u uygun
görmüşler; o Birsin Köyü’nden Ergani’ye gelip istasyonda kaval çalıp evini
geçindirmiş.
Fotoğraf
makinesindeki deklanşör düğmesi dondurur zamanı bazen, işte bu fotoğrafların
hikâyesi Müslüm Hoca’m.»
Gençlik uçan kuştur, yaşlılık ağır
iştir. Bu fotoğraflar çekildiği zaman Hafız yaş olarak 85’in üzerindedir. Çocukken
geçirdiği bir hastalık yüzünden gözlerden mahrumdur. Yaşlılık ve hastalık nedeniyle
zor konuşmaktadır. Yaşamın kıyısında, tek odalı toprak bir evde, tek başına, yalnız
yaşamaktadır. Çok zor bir yaşam! İnsanın dayanma gücünün sınırlarına bazen çok
şaşırdığım zamanlar olmuştur. Bu fotoğraflara bakarken de o şaşkınlık duygusunu
yaşadım.
Birçok yazı okumuştum Hafız’la ilgili,
ama okuduklarımdan hiçbiri bu fotoğraflar kadar beni etkilememişti; sefalet ve
perişanlığın kâğıt üzerine ışıkla işlenmiş yalansız bir görüntüsüydü fotoğraflar.
Okumakla bakıp görmek çok farklı bir şeymiş. Bakarken içim parçalandı.
Duygulandım, öfkelendim, üzüldüm ve hüzünlendim.
Daha önceleri Hafız ile ilgili yazılar
yazdım: Çayönü’nden Ergani’ye: Uzun Bir
Yürüyüş kitabımda “Hüzün ve Gurbetin Sesi: Xalé Zülfi: Zülküf Yokuş”(2005),
dilop dergisinde “Anıtı dikilesi bir
derviş: KAVALCI HAFIZ” (Ocak-Şubat 2020), bazı web sitelerinde yayımlanan “Kavalından
Çıkan Sesle Bütünleşen Kavalcı: HAFIZ ZÜLFİ YOKUŞ” (Mart 2020) gibi… Merak
edenler yazıları bulup okuyabilir. Ben, bu yazımda Hafızla ilgili yeni bir şey
yazmayı amaçlamıyorum, sadece fotoğrafların çekim hikâyesini, fotoğrafların
bende yarattığı duyguyu ve gelen fotoğraflardan ikisini sizlerle paylaşmak
istiyorum.
“Zülfo Dede artık üflemiyor kavala.
Ergani tren istasyonu biraz daha yoksul, biraz daha ıssız…”
Oysa zamanında Hafız bir deryaydı. Bozkırların
Vivaldi’siydi. Bu nedenle Yaşar Kemal, Yılmaz Güney, Osman Şahin, Malmîsanij, Yılmaz
Odabaşı gibi birçok ünlü yazar ve sanatçı kıymetini bilip anmışlardır onu.
Çünkü “Hafız’ın bir bildiği vardı. Bütün
bu ülkenin sorunlarını, acılarını, talanları, kıyımları kavalıyla mesaj haline
getirirdi. Hafız, Hoşan Ovasının, etrafındaki Hilar Mağaralarının, Çayönü
kabartmalarının susturulmuşluğunu dile getiriyordu. Kürtçe konuşmanın parayla
cezalandırıldığı tek parti döneminde; Hafız Kürtlerin acılarını kavalına
aktarmıştı. Kavalın deliklerinden çıkan sesler, Ergani tren istasyonunu geçen;
Dicle Köy Enstitüsünde okuyan yoksul köy kökenli öğrencilerine hangi
uygarlıkları anımsatmıyordu ki?”(Gündem/28 Nisan 1993)
Yaşarken yeryüzü ve gökyüzünün çok
farklı renklerine tanık olduğumuz gibi değerlerini bilmediğimiz insanlarımıza
da tanık oluyoruz. Hafız; Erganililerin, Diyarbakırlıların, Kürtlerin bir
değeriydi. Ama ne yazık ki değerlerimizin kıymetini yaşadıkları zaman ve
sonrasında bilemedik, bilemiyoruz! Okullara, kütüphanelere, parklara,
caddelere, sokaklara isimlerini versek, anıtlarını diksek, adlarına müzeler
açsak güzel olmaz mı, vefa bunu gerektirmez mi?
Yazar Milan Kundera bir hikâyesinde çok düşündürücü
bir tespit yapmaktadır: “Şimdiki zamandan gözlerimiz bağlı geçeriz. Çok çok
yaşamakta olduğumuz şeyleri sezebilir ve tahmin edebiliriz. Ancak daha
sonraları, gözlerimizin bağı çözüldüğünde ve geçmişi incelediğimizde, yaşamış
olduğumuz şeyleri kavrar ve onların anlamına varırız.” (Gülünesi Aşklar,
Ayrıntı Yayınları, Çev: S.Rifat Kırkoğlu, s.20)
Bizimki de o hikâye…
Dipnotlar:
1.
Hafız’ın
resmi kayıtlardaki ismi Mehmet Zülfi Yokuş’tur. 01.07.1912 tarihinde
Diyarbakır-Ergani’ye bağlı Birsin köyünde doğmuş, 15.09.1995 tarihinde Ergani
Bagur’da vefat etmiştir.
2.
Fotoğraflar
ve verdiği bilgiler için Mahmut Yüceli’ye teşekkür borçluyum. Sağ ol
arkadaşıma.
15 Nisan 2022 tarihinde:
https://www.tigrishaber.com/bir-fotograf-bazen-cok-sey-anlatir-5621yy.htm
https://www.gaphaberleri.com/kose-yazisi/933/bir-fotograf-bazen-cok-sey-anlatir.html
https://ruhanews.com/kose-yazisi/689/bir-fotograf-bazen-cok-sey-anlatir.html
https://www.3uncugoz.com/bir-fotograf-bazen-cok-sey-anlatir/
https://www.erganihaber.net/kose-yazisi/1413/bir-fotograf-bazen-cok-sey-anlatir.html
http://kovarabir.com/muslum-uzulmez-bir-fotograf-bazen-cok-sey-anlatir/
Fersûde [فرسوده]/ Erganili Mesud [ارغنيلى مسعود]
Müslüm Üzülmez
Fersûde
isminde bir kitabın varlığından haberim yoktu. Yazar Şehmus Aslan gönderdiği bir
mesajda; “Erganili Mesud Fersûde adlı şiir kitabını 1892’de yazmış. Acaba
hakkında bilgin var mı?” diye sorduğunda ve kitap kapağını gönderdiğinde haberim
oldu. (16/03/2022)
Kitap
kapağını Tarih Bilim Uzmanı Abdurrahman Üzülmez’e gönderdim. Abdurrahman:
“Kitabın adı Fersude (şiir), yazarı Erganili Mesud, eser 1308 (1892)’de
İstanbul’da basılmış,” diye bir bilgi gönderdi. (16/03/2022)
Gönderilen
kitap kapağını kendim incelerken, kapağın üzerinde “Belediye Kütüphanesi
No.K/1204” kaşesi ve “İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı”
çıkartmasını görünce belediyenin eski bir çalışanı olarak sevindim. Çalıştığım
dönem mesai arkadaşlarımdan olan birine kitap kapağını gönderip kütüphaneden
kitabın PDF’sini temin etmesini rica ettim. (16/03/2022)
Ardından
İBB Belediye Kütüphanesi’ne ait web sitesinde Erganili Mesud’u aradım. Anında kitabın
ismi karşıma çıktı. Kütüphane kayıtlarında yayın bilgisi şöyle sıralanmış: Basıldığı
yer İstanbul, tarih 1308 H/1891, sayfa 36, boyut 18x13 cm. “Batı Etkisindeki Dönem (1800-1849)
Türk (Osmanlı) Şiiri” kategorisinde kaydedilmiş. Ve “Maarif Nezaret-i Celilesi'nin
ruhsatiyle tab' olunmuş”, yani Eğitim Bakanlığı’nın yüce izniyle basılmıştır,
deniliyor. Kitabın kapağında ise şu dörtlük yer alıyor:
“Kıymeti olsa da bir şeydir
Yazdığım şu ufak
fersude
Çünkü cismim ne
zaman olsa turâb
Sebep yâd olacak
Mes'ud’a”(*)
Sağ
olsun belediyedeki arkadaşım yaklaşık bir hafta sonra kitabının PDF’sini
dijital ortamda gönderdi ve ben de (Osmanlıca bilmediğim için) Abdurrahman’a
gönderdim. (22/03/2022)
Abdurrahman
ve bazı yazılı kaynaklardan edindiğim Fersûde ve Erganili Mesud’a dair bilgileri
kısaca şöyle sıralayabilirim:
Fersûde,
var olan ama varlığından haberimiz olmayan bir eser, “Batı Etkisindeki Dönem
(1800-1849) Türk (Osmanlı) Şiiri” kategorisinde değerlendiriliyor. Şairi
Erganili Mesud hakkında ise bir bilgi yok: Şevket Beysanoğlu’nun Diyarbakırlı
Fikir ve Sanat Adamları; İhsan Işık’ın Geçmişten Günümüze Diyarbakırlı İlim
Adamları Yazarlar ve Sanatçılar; İbrahim Evirgen’in Diyarbakır’da İz Bırakanlar;
Amed Tîgrîs ve Yıldız Çakar’ın Amed: Coğrafya/ Tarih/ Kültür; Sedat Eroğlu’nun
Gülbaran’ın Gülleri gibi daha birçok benzeri çalışmalarda ismi geçmiyor. Benim
Çayönü’nden Ergani’ye: Uzun Bir Yürüyüş kitabımda da ismi yok.
Ama
bu çalışmaların bazılarında “Erganili Hoca Mes’ud Efendi” ya da “Mesud Lütfî
Efendi” olarak isimlendirilen bir divan şairi var. Bu divan şairi ile Fersûde’nin
şairi aynı kişi değil, ama bu iki şairi sosyal medyada aynı şahıslarmış gibi yazanlar
var. Bu Mesudların farklı şahıslar olduğunu ve farklı dönemlerde yaşadıklarını
düşünüyorum. Mesud Lütfî Efendi’nin doğum tarihi bilinmiyor ama 1847’de Diyarbekir’de
vefat ettiği kaynaklarda
yazılı. Kaynakların bazılarında Ziya Gökalp’ın akrabası olduğu da belirtiliyor.
Bazıları ise Erganili olduğunu ve bu nedenle de: “Gınây-i kalbe mâlik olmadıkça
er ganî olmaz/ Hakikatte gedâdur mâlik olsa maden-i sîme” beytini yazdığını
ileri sürmektedir. Yazımıza konu olan Erganili Mesud’un Fersûde isimli eseri ise
1892’de İstanbul’da basılmış. Yani Mesud Lütfî Efendi’nin ölümünden 45 yıl
sonra. Ayrıca anılan kitapların çoğunda Mesud Lütfî Efendi’nin Divançe ve
Tuhfe-i Lûtfî isminde eserleri olduğu yazılmakta, ama Fersûde diye bir eserinin
olduğundan hiç bahsedilmemektedir. Dediğim gibi, bu Mesudlar farklı
Mesudlardır.
Fersûde’nin
sözcük anlamı aşınmış, eskimiş, yıpranmış demek. Erganili Mesud neden kitabına
bu ismi vermiş, bilmiyoruz. Sadece bunu değil, yukarıda değindiğim gibi kendisi
hakkında da hiçbir şey bilmiyoruz. Kitabında kendi özgeçmişine dair hiçbir
bilgi yok. Nerede ne zaman doğmuş, nerede yaşamış, mesleği ne, ne zaman nerede
vefat etmiş? Bilmiyoruz. Bulabildiğim bir yüksek lisans tezinde şunlar yazılı:
“Hakkında bir bilgiye ulaşamadığımız şairin 1890 yılında Kasbar Matbaası’ndan
yayımlanan ve bilinen tek eseri olan Fersûde 35 sayfadan oluşur. Divan
edebiyatı geleneğine bağlı olan eser içerisinde hem manzum hem de mensur
parçalar mevcuttur.
Eserin
girişinde padişaha övgü için yazılmış bir nesir mevcuttur. Sonrasında esere
tebrik ve övgü atfeden şiirlere yer verilmiştir. Bu şiirlerden bazıları Muallim
Naci, Eşref Efendi, Tokadi Sabri, İsmail Safa, Halil Edib, Nureddin gibi
dönemin önemli şairlerine aittir.” (Taner TURAN, 1880-1895 Yılları Arasında
Yayımlanmış Şiir Kitapları Üzerine Bir İnceleme, Hacettepe Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yeni Türk Edebiyatı
Bilim Dalı, 2018, s. 60-61)
Erganili
Mesud bu eserinde: Gazeller (s. 24-28), Mesneviler (s.15-19), Kıtalar (s.22-24,
33-34), Beyitler (s.34-35), Muhammesin Parçaları (s. 23), Müzdeviçler (s.31-33)
ve Sarma Uyak (s. 19-20) şiirler yazmıştır.
Şiirlerin
tamamını inceleyen, nesir ve şiirlerin bir kısmının transkripsiyonunu yapan
Abdurrahman Üzülmez Erganili Mesud’a dair şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Teknik
olarak Erganili Mesud’u Diyarbakırlı ve Erganili şair-yazarlardan biri olduğunu
söyleyebiliriz. Ancak onun ne kadar önemli ya da önemsiz bir şair olduğu ayrı
bir meseldir. Açıkça söylemek gerekirse Türk edebiyat tarihi içinde ciddiye
alınacak bir yeri yoktur. Olsaydı zaten en azından akademik seviyede olsun
bilinen bir isim olurdu. İsminin duyulmamış olmasının bir nedeni de Abdülhamid
taraftarı ve İttihatçı karşıtı olması ile de ilgili olabilir.” (27/03/2022)
Erganili
Mesud’un “Çiçek” (s. 21) başlıklı şiirinden bir bölüm:
“Oldum o nigara ben de hayran
Afaka dönüp
tebessüm etmiş
Gönülde saba-tensim
etmiş
Olsaydı Venüs
ederdi iman
Asar-ı beda’yiinde
hayret
İcab-ı kava’id-i
tabiat
Her başka birinde
başka hikmet”(*)
---------------
(*)
Osmanlıcadan transkripsiyonu, yani Latin harflerine dönüşüm Abdurrahman Üzülmez
tarafından yapılmıştır. Teşekkürler amcaoğlu. Çok sağ ol.
Not:
Arzu edenler veya ilgi duyanlar e-posta adreslerini göndermeleri halinde
Fersûde’nin PDF’sini gönderebilirim.
5 Nisan 2022
tarihinde ve sonrasında:
https://www.gaphaberleri.com/kose-yazisi/930/fersde-erganili-mesud.html
https://ruhanews.com/kose-yazisi/686/fersde-erganili-mesud.html
https://www.tigrishaber.com/fersude-erganili-mesud-5604yy.htm
DÜNYANIN HARİTASI YENİDEN ÇİZİLİRKEN
Uzun bir süredir Ortadoğu yanıyor. Emperyal güçler, bölge devletleri, Müslüman
Sünnî ve Şiî mezhep şeyhleri, İslamî şeriatçı örgütler ve daha birçok oluşum bu
yangını sürekli harlıyor. Savaş uçakları bombalarıyla, tank ve toplar
mermileriyle, canlı intihar bombacıları patlayıcılarıyla güzelim kentleri,
kasabaları, köyleri, bağları, bahçeleri yakıp yıkıyor. Tarihî mekânlar
onarılmaz biçimde harabeye dönüyor. Acı, gözyaşı, açlık, hastalık, ölüm, göç
dalga dalga yayılıyor.
Ortadoğu
sanki bir satranç tahtası. Siyasi, askeri ve diplomatik operasyonlar hız
kesmeden sürüyor. İttifakların sürekli değişiyor. Kürtler uluslararası bir
statü elde etmenin, karşı olanlar ise bu arayışı durdurmanın peşinde. Sıcak
gelişmelerin yaşandığı böylesi bir zamanda Müslüm Üzülmez’in Dünyanın
Haritası Yeniden Çizilirken kitabı okuyucularına merhaba deyip kitapçı
raflarında yerini aldı.
Kitapta yer alan yazılar değişik zamanlarda yazılmış politika, bilim ve
kültürle ilgili yazılardan oluşuyor. Yazar, tarihsel zeminden kopmadan Dünya’da
ve özellikle de Ortadoğu’da olup bitenleri anlamaya ve gidişatın ipuçlarını
yakalamaya çalışıyor. Önsöz’de M. Şehmus Güzel’in belirttiği gibi:
«…Müslüm Üzülmez yeni kitabıyla bu konuda önemli bir adım atıyor ve
bize de bu adımı onunla birlikte atmamızı öneriyor. Zorlamıyor, ısrar etmiyor,
öneriyor sadece. Üzülmez günümüzü ve yeni çağı, sorunları, önerileri ve
değişimleriyle, içli dışlı binbir derdiyle, izliyor, yakalıyor, gelecek günler
için ipuçları sunuyor. Bu arada pek çok soru soruyor, hepsini yanıtlamıyor,
yanıtlama faslına okuyucunun da bizzat katılmasını ve onun da fikrini
söylemesini arzuluyor. Böylece yapıtı karşılıklı etkileşimi kolaylaştıran bir
havaya bürünüyor. Çok ta iyi oluyor. Çünkü böylece okuyucu pasif televizyon
seyircisi durumundan çıkıyor eylemsel/aktif aktör konumuna giriyor. İyi kitabın
görevi de, birincil görevi de mutlaka budur diyorum. Okuyucuyu etkinleştirmek,
düşünsel eyleme katılımını sağlamak.
Bu çalışmada
siyasi tarih var. Bu kaçınılmaz, çünkü yazarın yaklaşımı “her şeyin kökeni
tarih” biçiminde. Evet her şeyin kökeni tarih ve her şeyin kökeninde kendi
tarihi var. Yazar, tarihin toplumsal yüzünü ve yönünü de asla ihmal etmiyor. Bu
sayede tarih olayların dizimi olmaktan çıkıyor ve olaylar bütünlüğüyle, siyasi,
ekonomik, toplumsal cepheleri ve kültürel zenginlikleriyle sunuluyor. Yazar
tarihi hem dinliyor, hem de tarihin dinlenilmesinin son derece yararlı
olacağını belirtiyor. Hem dinliyor, hem izliyor, hem de onları, tarihi ve
günlük olayları, bütün derinlikleri ve değişik boyutlarıyla konuşturuyor.
Bu kitapta siyaset bilimi var. Günlük siyaset es geçilmeden.
Jeo-stratejik analizler var. Bölgemizdeki gelişmelerin ve devletlerarası
ilişkilerin, sorunların derinlemesine irdelenmesiyle birlikte.
Yazar, tarihin kültür tarihi boyutunu da ihmal etmiyor ve birçok
gelişmenin altında, yanında, kenarında mutlaka kültürel meselelerin önemini
vurgulamak olanağı buluyor.
Yazar değişik
yerlerde zihniyet meselesini de devreye sokuyor. Böylece siyaset felsefesine
doğru ilerliyoruz.
Bütün bunları
tek tek her bölümde bulmak mümkün olduğu gibi, her sayfada da okumak olası.
Yazar her şeyi açıklamıyor, kendisini ille açıklamak zorunda bırakmıyor,
biraz önce vurguladığım gibi her sorunun yanıtını da vermiyor. Kimi kez yazar
bizzat kendisi yeni sorular soruyor. Örneğin yazarın sorduğu şöyle bir soruya
nasıl yanıt verirsiniz?: “Evrensel insani yasaların yürürlükte olduğu bir
ülkede mi, yoksa her şeyin güçlünün iki dudağı arasında olduğu bir ülkede mi
yaşamak daha iyi? Ne dersiniz?” İşte okuyucuyu düşünmeye ve düşünsel eyleme
yönlendiren bir soru.
(…) 21. Yüzyılın
bu ilk yıllarında insanlık tarihinde yeni bir döneme girdiğimiz kesin. Bu yeni
dönemde sınırlar ve haritalar da yeniden çizilecek mi? Yazarın kitabında
neredeyse başından sonuna kadar araştırdığı konulardan biri de budur: Sınırlar
yeniden çizilecek, haritalar yeniden kotarılacak mı? Ezilenlerin, cografyaları
paramparça edilirken fikirleri sorulmayanların sınırları ve haritaları çizmesi
mümkün olacak mı? “Adil olduğu” veya “olacağı” iddia edilen tanrının veya
tanrıların sınırları çizdiğini şimdiye kadar kimse duymadı, görmedi, elle
dokunamadı, deneyemedi. Hakim dev(let)lerin, zulüm makinalarının, ezenlerin,
eğemen sınıfların çizdiği sınırların ve haritaların adaletsiz olduğunu artık
herkes biliyor: Görüldü, duyuldu, dokunuldu, denendi çünkü. Artık sınırları
birbirlerinden kız alıp verenler, birbiriyle konuşmasını bilenler, uzlaşmayı
ilke edinenler çizmeli. Değil mi? Herkes derdini anlatmalı ve çaresini birlikte
kotarmalılar. Kendi “aidiyet”leri içinde hapsolmayanların, kendi kendilerine
bayılmamışların ortak ürünü olmalı sınırların ve haritaların çizimi. Değil mi?
Müslüm Üzülmez, özgürlük için direnmek gerektiğini birçok kez
vurguluyor. Ama bu bilgili bir direnme olmalıdır. Madem ki “Özgürlük her mevsim ve her iklimde açan çiçek değildir;
ama, ihtiyaç duyulduktan, köleliğe tepkiler başladıktan sonra solan güle hiç
benzemez; sürekli canlı kalır. İnsanlar ve toplumlar; ihtiyaç duymaları,
köleliğe tepkileri sonucu, göreceli olarak, özgürlüğe koşarlar”,
kavuşurlar.
Üzülmez, benzetmelerle, kimi şeyleri hem daha vurucu kılıyor hem akılda
daha kolay kalmasını sağlıyor. “Bu ülkenin devrimcileri birer kartaldır” dediği
anda anlatılana ve konuya ilgimiz daha artıyor. Kaçınılmaz bir biçimde.
(…) “Mezopotamya, ateş ve kanın yurdu; Ortadoğu ‘kendi
halkını yiyenlerin toprağı’dır.”
Bu cografyaya göz diken dış saldırganları ve onların bölgemiz
halklarına yönelik kurnazlıklarını es geçmeyen yazar, olan-bitenleri tarihi
dersleriyle birlikte yeri geldikçe aktarıyor. “Kendi halklarını yiyenlerin
toprağı”nda halkların üstlerindeki “ölü toprağını” attıklarını, yerlerinden
doğrulduklarını ise yaşanan tarih bize gösteriyor. Müslüm Üzülmez bunları da
yazıyor. Ve “Silahlar doğuya, petrol batıya akıyor” diyor.
Yazar, bölgedeki son on yıldaki gelişmeler üzerine Kürt halkının
öneminin arttığını vurguluyor, şu cümlelerle: “Bu gelişmelerde, Ortadoğu’da
artık ‘kilit taşı’ Kürtlerdir. Bu süreç,
Irak’ın işgaliyle başladı. Şimdi Kürtlerin ve ABD’nin çıkarları örtüşüyor. Eğer
Kürtler bu süreçte akıllı bir politika geliştirip yürütebilirlerse, bu
konjonktürel durumdan kazançlı çıkabilirler.”
(…) Yazar, yaptığı
jeo-stratejik incelemelerini, irdelemelerini, sonuç çıkarmalarını ispat edici
özellikler de taşıyan, Ralph Peters’in Armed
Forces Journal’ın (Silahlı
Kuvvetler Dergisi’nin) Haziran 2006 sayısında yayınlanan yazısını “stratejik
derinliği” olduğu için Nurettin Değirmenci’nin çevrisiyle, zamanında Türkiye’de
epey tartışılan haritasıyla birlikte ve yorumsuz olarak sunuyor. …»
Dahası
var. Kitapta politik yazıların peşi sıra: Bilgi ve Tanımsız Kavramlarla
Düşünme, Sonsuzluk Teknolojileri, Yapay Hayatın Eli Kulağında,
Bioekonomik Gelişmeler ve Değerlerimizin Zorlu Sınavı gibi bilim ve
biyoteknoloji ağırlıklı; Cennet Cennet Dedikleri, Valentine ve
Hazreti Süleyman’ın Aşkı, İçkinin Kökeni İçmenin Adabı, Amerikan
Soğanı ve Soğanın Marifetleri, Şarap ve Edebiyat, Aşık İhsanî:
Ağalı Dünyaya Başkaldıran Ozan gibi kültürel ve sosyal yaşama dair yazılar
da yerlerini alıyorlar.
Müslüm Üzülmez’in Dünyanın Haritası Yeniden Çizilirken adlı kitabının
Dünya’daki gelişmeleri ve Ortadoğu’da yaşananları anlamamıza, yeniden
düşünmemize ve en önemlisi de derinlikli sorular sormamıza vesile olacağını
düşünüyoruz.
Künyesi:
Müslüm Üzülmez, Dünyanın Haritası Yeniden
Çizilirken,
Asmaaltı Yayınları, İstanbul 2016, 260 sf.
İletişim:
Müslüm Üzülmez
Tel: 0537 401 92 21
HARİTA (METOD DEFTERİ)
M. ŞEHMUS GÜZEL
İyi çizilmiş bir harita bir bakışta birçok şeyi şıp diye anlamamıza yardımcı olabilir. İyi çizilmiş bir haritanın hele “altındakilere” ulaşabilirsek haritanın üstündekilerinin ve komşularının stratejisini ve jeo stratejisini anlayabiliriz. Bir harita, iyi çizilmiş bir harita, yinelemekte yarar var, cografya ve tarih dersleri verir, aynı zamanda derli toplu toplumsal meseleler, kimlikler, “aidiyetler” yumağıdır da. Anlatır anlamak isteyene. “Kimliğiniz?” diye sorulması bir rastlantı değildir bir haritada bir noktadan öbürüne geçmek üzereyken. Evet kimliğiniz? Kimliğimiz?
Haritaları iyi çizmek, iyi okumak, yerinde ve haklı renklerle donatmak gerekiyor. Denizler mavi, dağlar kahverengi, vadiler yeşil olmalı, her şey iyi ve güzel çizilmeli. Peki ya insanlar hangi renkte çizilecek? İnsanların git-gel, gel-git cografyalarında bizzat çizdikleri haritaları ne olacak? Teyzemi ziyarete gitmek için ille pasaport mu çıkartmalıyım? İlle vize mi almalıyım? Amcamoğlu bize ne zaman ziyarete gelecek, hain mayınlara basmadan, bir ayağını, bir bacağını yitirmeden, hani topal kalmadan? Ne zaman?
Kötü çizilmiş haritalar sevimsizdir. Kötü çizilmiş haritalar adil değildir. Kötü çizilmiş haritalar haklı değildir. Kötü çizilmiş haritalar derttir. Dert kaynağıdır. Kötü çizilmiş haritalar kavgaya, atışmalara, hatta savaşa yol açar. Kötü çizilmiş haritalar başa beladır. İşte yıllardır gün be gün görüyoruz: Savaş, haritaları süsleyen o güzelim köyleri, kasabaları, kentleri, iki gözüm pırlanta bağları, anılar, meyveler, çocuk çığlıkları ve ana gülümselerimi dolu bahçeleri yakıp yıkıyor. Tarihî mekânları onarılmaz biçimde harabeye dönüştürüyor. Taş taş üstünde bırakılmıyor. Acı, gözyaşı, açlık, hastalık, ölüm, göç dalga dalga yayılıyor. Sınırlar aşılıyor, haritalar yeniden çiziliyor evet. Öncekiler çünkü haksız, yersiz, adaletsiz.
Acı, dram, yalnızlık, açlık ve yokluğun deliler gibi dolaştığı ve görülmemiş trajedilerin yaşandığı, dünyayı henüz tanımaya fırsat bulamamış bebelerin plajlarda ölülerinin sergilendiği bölgemizde, böylesi zorlu ve amansız bir zaman diliminde Müslüm Üzülmez’in Dünyanın Haritası Yeniden Çizilirken isimli kitabı gelişmelerin kimini anlamamız için yardıma koşuyor; iyi, adil, haklı, beğenilen, çok renkli ve çok sesli bir harita çizilmesinde izlenebilecek yollar konusunda yol gösterici olabilecek özellikler taşıyor.
Siyasetle, bilimle ve kültürle ilgili yazıları kapsayan kitabında yazar, tarihsel zeminden kopmadan Dünya’da ve özellikle de Ortadoğu’da olup bitenleri anlamaya ve olup bitenlerin ipuçlarını yakalamaya çalışıyor.
Kitabın “Önsözü”nü yazmak işini, dostum Müslüm Üzülmez’in önerisi üzerine, üstlendim, önsözü yazmadan önce kitapta yer alacak bölümleri tek tek okudum, birçok not aldım, sonra oturup bilgisayarımın başına ve yazdım, yazdım. Burada önsözden birkaç satırı aktarmak istiyorum, kitabı okumak arzusunu aktarabilmek umuduyla:
«…Müslüm Üzülmez yeni kitabıyla bu konuda önemli bir adım atıyor ve bize de bu adımı onunla birlikte atmamızı öneriyor. Zorlamıyor, ısrar etmiyor, öneriyor sadece. Üzülmez günümüzü ve yeni çağı, sorunları, önerileri ve değişimleriyle, içli dışlı binbir derdiyle, izliyor, yakalıyor, gelecek günler için ipuçları sunuyor. Bu arada pek çok soru soruyor, hepsini yanıtlamıyor, yanıtlama faslına okuyucunun da bizzat katılmasını ve okuyucunun da fikrini söylemesini arzuluyor. Böylece yapıtı karşılıklı etkileşimi kolaylaştıran bir havaya bürünüyor. Çok ta iyi oluyor. Çünkü böylece okuyucu pasif durumundan çıkıyor eylemsel/aktif aktör konumuna giriyor. İyi kitabın görevi de, birincil görevi de, mutlaka budur diyorum. Okuyucuyu etkinleştirmek, düşünsel eyleme katılımını sağlamak.
Bu çalışmada siyasi tarih var. Bu kaçınılmaz, çünkü yazarın yaklaşımı “her şeyin kökeni tarih” biçiminde. Evet her şeyin kökeni tarih ve her şeyin kökeninde kendi tarihi var. Yazar, tarihin toplumsal yüzünü ve yönünü de asla ihmal etmiyor. Bu sayede tarih olayların dizimi olmaktan çıkıyor ve olaylar bütünlüğüyle, siyasi, ekonomik, toplumsal cepheleri ve kültürel zenginlikleriyle sunuluyor. Yazar tarihi hem dinliyor, hem de tarihin dinlenilmesinin son derece yararlı olacağını belirtiyor. Hem dinliyor, hem izliyor, hem de onları, tarihi ve günlük olayları, bütün derinlikleri ve değişik boyutlarıyla konuşturuyor.
Bu kitapta siyaset bilimi var. Günlük siyaset es geçilmeden.
Jeo-stratejik analizler var. Bölgemizdeki gelişmelerin ve devletlerarası ilişkilerin, sorunların derinlemesine irdelenmesiyle birlikte.
Yazar, tarihin kültür tarihi boyutunu ihmal etmiyor ve birçok gelişmenin altında, yanında, kenarında mutlaka kültürel meselelerin önemini vurgulamak olanağı buluyor.
Yazar değişik yerlerde zihniyet meselesini de devreye sokuyor. Böylece siyaset felsefesine doğru ilerliyoruz.
Bütün bunları tek tek her bölümde bulmak mümkün olduğu gibi, her sayfada da okumak olası.
Yazar her şeyi açıklamıyor, kendisini ille açıklamak zorunda bırakmıyor, biraz önce vurguladığım gibi her sorunun yanıtını da vermiyor. Kimi kez yazar bizzat kendisi yeni sorular soruyor. Örneğin yazarın sorduğu şöyle bir soruya nasıl yanıt verirsiniz?: “Evrensel insani yasaların yürürlükte olduğu bir ülkede mi, yoksa her şeyin güçlünün iki dudağı arasında olduğu bir ülkede mi yaşamak daha iyi? Ne dersiniz?” İşte okuyucuyu düşünmeye ve düşünsel eyleme yönlendiren bir soru.
(…) 21. Yüzyılın bu ilk yıllarında insanlık tarihinde yeni bir döneme girdiğimiz kesin. Bu yeni dönemde sınırlar ve haritalar da yeniden çizilecek mi? Yazarın kitabında neredeyse başından sonuna kadar araştırdığı konulardan biri de budur: Sınırlar yeniden çizilecek, haritalar yeniden kotarılacak mı? Ezilenlerin, cografyaları paramparça edilirken fikirleri sorulmayanların sınırları ve haritaları çizmesi mümkün olacak mı? (…) Hakim dev(let)lerin, zulüm makinalarının, ezenlerin, eğemen sınıfların çizdiği sınırların ve haritaların adaletsiz olduğunu artık herkes biliyor: Görüldü, duyuldu, dokunuldu, denendi çünkü. Artık sınırları birbirlerinden kız alıp verenler, birbiriyle konuşmasını bilenler, uzlaşmayı ilke edinenler çizmeli. Değil mi? Herkes derdini anlatmalı ve çaresini birlikte kotarmalılar. Kendi “aidiyet”leri içinde hapsolmayanların, kendi kendilerine bayılmamışların ortak ürünü olmalı sınırların ve haritaların çizimi. Değil mi?
Müslüm Üzülmez, özgürlük için direnmek gerektiğini birçok kez vurguluyor. Ama bu bilgili bir direnme olmalıdır. Madem ki “Özgürlük her mevsim ve her iklimde açan çiçek değildir; ama, ihtiyaç duyulduktan, köleliğe tepkiler başladıktan sonra solan güle hiç benzemez; sürekli canlı kalır. İnsanlar ve toplumlar; ihtiyaç duymaları, köleliğe tepkileri sonucu, göreceli olarak, özgürlüğe koşarlar”, kavuşurlar.
Üzülmez, benzetmelerle, kimi şeyleri hem daha vurucu kılıyor hem akılda daha kolay kalmasını sağlıyor. “Bu ülkenin devrimcileri birer kartaldır” dediği anda anlatılana ve konuya ilgimiz daha artıyor. Kaçınılmaz bir biçimde.
(…) “Mezopotamya, ateş ve kanın yurdu; Ortadoğu ‘kendi halkını yiyenlerin toprağı’dır.”
Bu cografyaya göz diken dış saldırganları ve onların bölgemiz halklarına yönelik kurnazlıklarını es geçmeyen yazar, olan-bitenleri tarihi dersleriyle birlikte yeri geldikçe aktarıyor. “Kendi halklarını yiyenlerin toprağı”nda halkların üstlerindeki “ölü toprağını” attıklarını, yerlerinden doğrulduklarını ise yaşanan tarih bize gösteriyor. Müslüm Üzülmez bunları da yazıyor. Ve “Silahlar doğuya, petrol batıya akıyor” diyor.
Yazar, bölgedeki son on yıldaki gelişmeler üzerine Kürt halkının öneminin arttığını vurguluyor, şu cümlelerle: “Bu gelişmelerde, Ortadoğu’da artık ‘kilit taşı’ Kürtlerdir. Bu süreç, Irak’ın işgaliyle başladı. Şimdi Kürtlerin ve ABD’nin çıkarları örtüşüyor. Eğer Kürtler bu süreçte akıllı bir politika geliştirip yürütebilirlerse, bu konjonktürel durumdan kazançlı çıkabilirler.”
(…) Yazar, yaptığı jeo-stratejik incelemelerini, irdelemelerini, sonuç çıkarmalarını ispat edici özellikler de taşıyan, Ralph Peters’in Armed Forces Journal’ın (Silahlı Kuvvetler Dergisi’nin) Haziran 2006 sayısında yayınlanan yazısını “stratejik derinliği” olduğu için Nurettin Değirmenci’nin çevrisiyle, zamanında Türkiye’de epey tartışılan haritasıyla birlikte ve yorumsuz olarak sunuyor.»
Dahası var. Kitapta politik yazıların peşi sıra: Bilgi ve Tanımsız Kavramlarla Düşünme, Sonsuzluk Teknolojileri, Yapay Hayatın Eli Kulağında, Bioekonomik Gelişmeler ve Değerlerimizin Zorlu Sınavı gibi bilim ve biyoteknoloji ağırlıklı; Cennet Cennet Dedikleri, Valentine ve Hazreti Süleyman’ın Aşkı, İçkinin Kökeni İçmenin Adabı, Amerikan Soğanı ve Soğanın Marifetleri, Şarap ve Edebiyat, Aşık İhsanî: Ağalı Dünyaya Başkaldıran Ozan gibi kültürel ve sosyal yaşama dair yazılar da yer alıyor.
Müslüm Üzülmez solcudur. Bunu saklamıyor. Ancak yirminci yüzılın sonundaki, yirmibirinci yüzyılın başlarındaki ve bugünkü Türkiye’de sol takımın yaptıklarının tümünü onaylamadığı gibi, solun iktidarı alma konusunda önerdiklerini de kayıtsız şartsız “tutmuyor” ve bu bağlamda bu konularda neredeyse umutsuz bir aşamada olduğunu sezdirmekten te çekinmiyor. Bu belki biraz abartılı görülebilir. Veya sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer dedirtebilir. Ama dedirtmesin. Çünkü yazar bu alanlarda ileri sürdüklerini örnekleriyle değişik yerlerde bizzat veriyor. Çünkü o birçok şeyi, birçok siyasi, birçok toplumsal-siyasi olayı içinden ve içinde yaşamıştır. Birçok insanı, siyasi partiyi ve yöneticilerini uzun zaman dilimleri içinde yakından ve uzaktan gözlemlemek olanağı bulmuştur. Evet Müslüm Üzülmez 1960’ların sonundan bu yana ülke siyasetini yakından, içinden izleyen, belli zaman dilimlerinde siyasette aktif olarak görev de alan iyi bir gözlemcidir. Bu açıdan bakınca yazdıklarını, bizimle paylaştıklarını okuyucularıyla dertleşmesi gibi de algılayabiliriz. O veya bu, her bakımdan okunmasında yarar olan sayfalardır bunlar. Dahası yazar gelecekten tümüyle ümidini de kesmiş değil. Nitekim bunu şu satırlarında okumamız, görmemiz ve saptamamız mümkün:
“Bir mücadelede yenmek de var yenilmek de. Bilinmeli ki; yenilenler teslim olmadıkça, yenilmiş sayılmazlar. Burada yenilmek ile teslim olmayı birbirine karıştırma yanlışlığına düşmemeliyiz. Yenilmek ayrı şeydir, teslim olmak ise ayrı bir şey.”
Künye: Müslüm Üzülmez, Dünyanın Haritası Yeniden Çizilirken, Asmaaltı Yayınları, İstanbul 2016, 260 sayfa.
KAYNAK: M. Şehmus Güzel / Harita (metod defteri) (insanokur.org, 2 Ekim 2016).
10 BİN YILLIK TARİHİ YAZDI
Hürriyet, 25.05.2009
İnsanlık tarihinin en eski yerleşim birimlerinden biri olan Diyarbakır Ergani'deki Hilar'ın 10 bin yıllık tarihi kitap oldu. Asıl mesleği kimya mühendisliği olan Müslüm Üzülmez'in kaleme aldığı 10 Bin Yıllık Tarihin Tanığı Hilar adlı kitap, Arkeoloji ve Sanat Yayınları tarafından okura sunuluyor.
Üzülmez bu çalışmanın ortaya çıkış fikrini "Ben, kadim bir yerleşim yeri olan Hilar'ın tarihini yazmaya çalışarak, ulusal ve uluslararası alanda önemi olan bu kültürel varlığımızın tanıtımının sağlanmasında, belgelendirilmesinde ve gelecek nesillere aktarılmasında bir katkım olsun istedim" diyerek açıklıyor.
Kendisi de Ergani doğumlu olan Üzülmez, Hilar dahil olmak üzere Türkiye'deki kültür varlıklarının bir envanterinin de çıkarılmamış olduğunu belirterek "kentlerin, yerleşim yerlerinin kitaplarla buluştuğunda yeniden yaşam bulacağına, yarınlara kendini taşıyacağına" inandığını belirtiyor.
Üzülmez, çalışmasında bugüne kadar konuyla ilgili olarak hazırlanan kitaplardan, raporlardan ve çeşitli metinlerden yararlanmış. Bunun yanı sıra Hilar Köyü'nde yaşayanlarla, Ergani ve Diyarbakır'daki Hilarlılarla da görüşmüş.
'BİR UZUN YÜRÜYÜŞTÜR YAŞAMAK!'
Celal Başlangıç-Radikal Gazetesi-5 Şubat
2007
Müslüm Üzülmez Ergani üzerine yazdığı
kapsamlı kitapla 'İsyankâr ruhunun anavatanına' gönül borcunu ödemiş. Doğup
büyüdüğü kente borcunu 'Çayönü'nden Ergani'ye Uzun Bir Yürüyüş' adlı kapsamlı
bir kitap yazarak ödemeye çalışmış. Kimya mühendisi Üzülmez'in Ergani'de
başlayan yaşam yolculuğu da işkencelerle, cezaevleriyle yoğrularak uzun bir
yürüyüşe dönüşmüş.
'Çevre Bilgisi' dersi öğretmeni olarak girdi
binadan içeri. Merdivenleri çıkmaya başladı. Herkes selam veriyor, saygı
gösteriyordu. Oysa çok değil, 12–13 yıl önce bu merdivenlerden gözleri bağlı
çıkarılıyor, işkencecilerine teslim ediliyor, 'işi bitince' de yine gözleri
bağlı olarak polislerin arasında aynı merdivenlerden indirilerek alt kattaki
hücrelere götürülüyordu.
Burası Gayrettepe'deki polis merkeziydi. İlk kez
1982'de gizli Türkiye Komünist Partisi üyesi olarak yakalandığında
getirilmişti. 12 Eylül olduğunda Diyarbakır'da sendikacıdır Müslüm Üzülmez. TKP
operasyonu başlayınca sağa sola koşturur, herkesi arar, birçok kişiye operasyon
haberini ulaştırıp tutuklanmalarını önler.
"Aynı gün evimi boşalttım. Eşimi,
çocuklarımı ve eşyaları Ergani'ye babamlara gönderdim. Ben sağda solda
tanıdıklarda kalmaya başladım. Polisle nefes nefese yarışıyoruz. Hep bir gün
polisten öndeyim. Ben bir evde misafir kalıyorum, o evden ben ayrılınca polis
geliyor. Ergani'de babamlardan çıkıyorum, polis evi basıyor. Yakalandığımda,
Diyarbakır'daki polisler sordu 'Bizden hep öndeydin, sana kim haber veriyordu?'
diye, bunun için fazladan çok dayak yedim."
Sonunda nefesi tükenir.
"Kıpırdama, ananı s.keriz. Kenan
Evren'e bağlı çalışıyoruz. Kimseye hesap vermeyiz."
'Kuş kafese girdi'
Ayakları bir anda kesilir yerden.
Kendisini o zaman Siyasi Şube olarak kullanılan Gayrettepe'de bulur, "Kuş
kafese girdi" anonsuyla. Tam üç hafta işkenceli sorgudan geçirilir. İşte
1982'de 'devlet düşmanı bir suçlu' olarak gözleri bağlı inip çıktığı, işkenceye
götürüldüğü merdivenlerden 1995–1999 yıllarında 'Çevre Bilgisi' öğretmeni
olarak inip çıkmaya başlar. Çünkü oradaki şube Vatan Caddesi'ne taşınmış,
Gayyrettepe'deki bina da Trafik Denetim Şube Müdürlüğü olmuştur. Müslüm Üzülmez
de İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde görevli kimya mühendisi olarak şoförlere
verilen 'Taşıt Kullanım Belgesi' için düzenlenen kursta saygı gören devlet
memuru bir kurs öğretmenidir.
Müslüm, annesinin dediğine göre, bir yandan
harmanların savrulduğu, bir yandan da bulgurun dövüldüğü bir zamanda ve de
yağmur yağdığı bir gün doğmuştur. Bu anlatımdan çıkartır sonbaharda dünyaya
geldiğini. Sekiz kardeşin en büyüğüdür. Liseye kadar Ergani'de okur.
"Okula gittiğim yıllar, Ergani'de her taraf yeşildi. İnsanlar harıl harıl
bağ, bahçe ve tarlada çalışırdı. Yoksul ama mutluydular. Şimdi kısmen
yoksulluktan kurtuldular, verdikleri savaşı kazandılar ama kaşları çatık,
yüzleri gülmüyor ya da bana öyle geliyor."
Parti kararıyla
sendikacı
Üniversite yılları Ankara'da 70'lerin
kavgalı-dövüşlü, gözaltlı, tutuklamalı çalkantılarıyla geçer. Ankara'da kimya
mühendisliğini bitirip Diyarbakır Belediyesi'nde Temizlik İşleri Müdürü olarak
işe başladığında TKP üyesidir. Sonra Tekel'e girer. Parti kararıyla DİSK'e
bağlı BAYSEN'de profesyonel sendikacı olarak çalışmaya başlar. 12 Eylül'le
birlikte sendikası kapatılır. Artık işsizdir, aranmaktadır. İstanbul'da
yakalanıp üç hafta işkenceden geçirildikten sonra Diyarbakır'a götürülür. Tam
70 gün sürer sorgusu.
"6 Kasım
İki yıl Diyarbakır Cezaevi'nde cehennemi yaşar Müslüm. TKP
üyeliğinden beş yıl hapis cezası alır. Askeri Yargıtay cezayı az bulur, kararı
bozar. Sonunda altı yıl sekiz aya mahkûm olur. Ancak bu arada 141–142
kaldırılınca cezası düşer.
Cezaevi sonrası yine işsizlik, parasızlık,
evsizlik, geçim derdi vardır. İstanbul'da bir yandan polis takibi, bir yandan
dağılan TKP'yi yeniden canlandırma faaliyeti içinde bulur kendini. Sonunda 1990
yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne kimya mühendisi olarak girer. Bugün
de aynı yerde, Çevre Koruma ve Kontrol Müdürlüğü'nde görevini sürdürmektedir.
Ergani'nin 770 sayfalık
öyküsü
Bir yandan da kitap yazmaya verir kendini. Uzmanlığıyla
ilgili teknik kitaplar yazar, şiirlerini yayımlar. Son kitabında ise doğup
büyüdüğü yeri tarihsel köklerinden bugüne uzanan bir perspektifte yazar Müslüm
Üzülmez: 'Çayönü'nden Ergani'ye Uzun Bir Yürüyüş'. Öykülerle, anılarla,
fotoğraflarla, tarihte yaşanmış acılarla bezenmiş tam 770 sayfalık bir kitap
olmuş Müslüm'ün çalışması. Neler yok ki içinde Ergani'ye ilişkin. Ergani'nin
yazılı olmayan tarihi, 10 bin yıl öncesine uzanan Çatalhöyük'ün (Çayönü'nün
olmalı. –M.Üzülmez) öyküsü, Huriler, Mittaniler, Asurlular, Urartular, İkitler,
Medler, Persler, Mekadonlar, Selevkos dönemi, Partlar Dönemi, Romalılar ve
Bizanslılardan Emevilere, Abbasilere, Selçuklulara, Osmanlılara uzanan bir
tarih. Ergani'den Ermenilerin 'techir'i, Cumhuriyet döneminde yaşanan siyasi
olaylar. Gezginlerin gözüyle Ergani. Tarihi ve Kutsal mekânlar ve insanlar,
yazarlar, şairler, sanatkârlar, çizerler, aydınlar. Sonra Ergani'nin renkli
yüzleri; 1960'lı, 70'li yıllarda Doğu ve Güneydoğu'nun tek kadın muhtarı Sakine
Demir, kocasının yattığı cezaevinin kadın gardiyanı Pembe Keçeci gibi toplam
50'ye yakın Ergani insanıyla tanışmamızı sağlıyor Müslüm Üzülmez.
Yaşamı bir kez ıskalayınca...
Bu kitabı yazma nedenini anlatırken
Kavafis'in 'Yaşamı bir kentte ıskalarsan hepsinde ıskalarsın' sözünden yola
çıkıyor:
"Ben Diyarbakır'da yaşamı bir kere ıskaladım,
o nedenledir ki İstanbul'da hep ıskalamaktayım. Belki bu nedenledir, Doğu,
Diyarbakır ve hele de Ergani halen rüyalarımı süsler. Ben ve benim kuşağım için
Erganili, Diyarbakırlı ya da Doğulu olmak bambaşka bir şeydi. Bizim için Doğu,
bir toprak parçası ve coğrafi bir yer olmanın ötesinde, geri kalmışlık,
cahillik, yoksulluk, jandarma dipçiği, ağa baskısı ve bir başkaldırıydı.
Devrimci duygu ve düşüncelerin kilitlendiği düğüm noktası, daha doğrusu
isyankâr ruhlarımızın anavatanıydı, bu bir.
Ergani kendi öyküsünü bilmeli
İkincisi, her bir toplumun tarihi, aynı zamanda onun yaşam
öyküsüdür ilkesinden hareketle her ilin, her ilçenin ve hatta her köyün bir
öyküsünün de olduğuna inanmaktayım. Erganililer kendi yaşam öykülerini
bilmelidirler diye düşünüyorum."
Müslüm Üzülmez gözünü açtığı,
havasını soluduğu, suyunu içtiği, sokaklarında oyunlar oynadığı, kavgalar
ettiği, ilk aşkını yaşadığı, hepsinden önemlisi, 'isyankâr ruhunun anavatanı'na
bir kitap yazarak gönül borcunu ödemiş!
ERGANİ
TARİHİNİN SAKLI SAYFASI: ERMENİLER
AZİZ TEKİN
Müslüm Üzülmez, Ergani’de Ermenilerden kalan yerlerin ayrıntılı haritasını çıkarıp, Osmanlı döneminden günümüze kadar bu yerlerin değişimini ve dönüşümünü anlatıyor.
Nereye
Gittiler Bu Ergani Ermenileri?
Artık susmanın çok iyi olduğunu düşünüyorum.
Zira kelimeler insanın duyduğu şeylerin hepsini anlatmaya yetmiyor.
Yetersiz artık kelimeler…
Andrei Tarkovsky’nin Ayna filminden
Uzun bir sessizlik döneminden sonra üzerinde tortulanmış tabuları yıkarak kendisine konuşma alanı açan Ermeniler ve sorunları, son yıllarda yerel tarih çalışmalarıyla, insana insanlığını daha içten hatırlatan hikayelerle görünür olmasını sürdürüyor.
Ağırlıklı yerel tarih, sözlü tarih çalışmaları olan bu eserler büyük bir boşluğu doldurmaktadırlar. Bu çalışmalar insanların zihninde hapishane duvarları gibi olan resmi tarih kalıplarını yıkmakta daha maharetli ve olayın insani boyutunu daha iyi hissettirmektedir. Sıradan insanın gündelik hayatını önümüze sunarken tarihin de daha da sivilleşmesini sağlıyorlar.
İsmail Beşikci Vakfı Yayınları’ndan çıkan yazar Müslüm Üzülmez’in “Ergani Tarihinin Saklı Sayfası: Ermeniler” adlı kitabı bu türden bir çalışma. Müslüm Üzülmez tarihsel bir kronoloji izleyerek Meryema Dağı’nın eteğine kurulmuş Ergani/Erxanî/Arğıni’de Ermeni ulusunun izini sürüyor. Sadece izini sürmekle kalmayıp günümüzdeki durumunu da ortaya çıkarıyor. Ergani sancağını; Asurlar, Persler, Ermeniler, Medler, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Rumlar, Kürtler, Türkmenler, Moğollar, Selçuklular, Osmanlılar arasında el değiştirmesine kısa kısa değiniyor, bu el değiştirmelerle birlikte değişen yer adlarının haritasını çıkarıyor.
1846 tarihine kadar Diyarbakır Eyaleti’ne bağlı olan Ergani Sancağı Osmanlı Devleti’nin hakimiyetindeydi. 1846’da sancakta bulunan madenin etkisiyle ismi değiştirilerek Erganimaden olur.
Üzülmez, önemli tarihi kitaplara referans gösteriyor, diğer çalışmalardan alıntılar yapıyor ama en önemlisi de hala hayatta olan yaşlı kişilerden 1915 ve sonrası hakkında görüşler alıp bütün bu bilgileri iç içe harmanlıyor.
Osmanlı Devleti tarafından yapılan her yönetim değişikliğinde yereldeki insanların –kitapta Ergani’de oturanlar- sıkıntılarının, düzenle ilişkilerinin nasıl değiştiğini rahatlıkla görebiliyoruz. Osmanlı’nın yereldeki yöneticilerinin değişimi Ermeni Katliamı’na giden yolda ayak sesleri gibi. 18 Temmuz 1913-11 Kasım 1914 tarihleri arasında Erganimaden mutasarrıflığını yapmakta olan Ermeni Mihran Boyacıyan ve Dikran Mardirosyan’ın görevden alınması (s. 25) katliamın işaret fişeğiydi. Bunun yanında Üzülmez şehir salnamalerini inceleyerek 1915 öncesi Ergani de görev almış Ermenilerin isim ve görevlerini ortaya çıkarıyor.
Bu resmi görevlerin yanı sıra yazar, kişisel tanıklıklarından yolla çıkarak Ermenilerin 1915 öncesi Kürdistan’da ki durumlarına, sosyal hayat içindeki yerlerine, komşuluklarına, şakalarına, şehirleşme şekillerine genişçe değiniyor. Ermenilerin çökertilmesinden sonra birçok mesleğin nasıl sahipsiz kaldığını, birçoğunun da nasıl ortadan kalktığını ya olayları bizzat yaşamış ya da tanıklarından dinlemiş kişilerin anlatımıyla bize aktarıyor. Bir elin parmakları kadar azalan Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenilerin bile nasıl isimlerinin önüne getirilen “dönme”, “gavur”, “fille” gibi kelimelerle ötekileştirildiklerinin ve hayatlarının çekilmez hale getirdiklerini örneklerle bize açıklıyor.(s. 27)
Felaketin boyutunu beklide en iyi anlatan katliamın gerçekleştiği yerde azalan insanların sayısı; 1914’te 1800 hane sayısı olan sancak merkezi Maden’in 1938’de nasıl 530 haneye kadar gerilediğini kitapta açıkça görüyoruz. (s. 36) Katliamda sadece Ermeniler etkilenmiyor, Diyarbakır vilayeti sınırları içerisinde oturan – ve elbette diğer yerlerde dahil- Nasturiler, Keldaniler ve Süryaniler de zarar görüyor. Bir çok ailenin ev ve dükkanları yağmalanıyor, çocuk ve kadınlarına el konuluyor ve değerli eşyaların hepsi talan ediliyor. (s. 34)
Katliamdan esnasında ve sonrasında birçok kadın ve çocuğun evlatlık verildiği, evlatlık alındığı, bazılarına el konulduğu yazar bizzat gördüklerinden yola çıkarak anlatıyor. Kadınlar evlenilmek ya da ev işlerinde hizmetçi olarak kullanılmak için alıkonuldular. Bazı ailelerin mal ve mülklerine konmak için kadınlarla evlenildi. (s. 57)
Yazar kitabın birkaç bölümünü katliamdan arta kalan insanların hikayelerine ayırmış. Onların “ölümün beyaz yüzünü gördükten sonra nasıl eskisi gibi olmadıklarını” bu insanların hikayeleri üzerinden anlatıyor. Haço Usta, Parisli Ahmet, Gavur Papo…
Ergani’deki Ermeni mallarının kaderini de araştıran yazar, bu mallarla “milli sermaye”nin nasıl oluşturulduğunu, 1915’te el konulan zenginliklerle yetinmeyen devletin Varlık Vergisi’yle nasıl geride kalan Ermenilerin de bütün biriktirdiklerini yuttuğunu ayrıntısıyla açıklıyor. (s. 84)
Yazar Müslüm Üzülmez, Ergani’de Ermenilerden kalan yerlerin ayrıntılı haritasını çıkarıp, Osmanlı döneminden günümüze kadar bu yerlerin değişimini ve dönüşümünü anlatıyor. Kendisi de Erganili olan ve orada büyüyen Üzülmez, bu Ermeni yapılarının nasıl çocuk oyun alanları, hayvan ağılları olduğunu ve devlet tarafından teşvik edilmiş ‘hazine avcıları’ tarafından talan edildiğini bize ayrıntıyla aktarıyor. (s. 123-161)
Şayet
yazarın sözleriyle yazının sonunu bağlayacaksak “susmanın değil konuşmanın,
yazmanın zamanı.” (AT/EA)
Kitabın Künyesi: Müslüm Üzülmez, Ergani Tarihinin Saklı Sayfası: Ermeniler,
İsmail Beşikci Vakfı Yayınları, 255 Sayfa, Nisan 2016
Aziz
Tekin
Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü'nden
mezun. Arel Üniversitesi Medya ve Kültürel Çalışmalar bölümünde yüksek
lisansına devam ediyor.
Aziz
Tekin
İstanbul - BİA Haber Merkezi
14 Mayıs 2016, Cumartesi 00:00
http://bianet.org/biamag/diger/174765-ergani-tarihinin-sakli-sayfasi-ermeniler
MÜSLÜM ÜZÜLMEZ ve
ŞİİRLERİ
Misbah Hiciri -GAP Gündemi (Yerel Gazete, Şanlıurfa)--10 Eylül 2008
Şiir kitapları kitapçılardaki raflarda yerini aldıktan sonra halkın
malıdır, artık şairin
Tesadüfler umulmadık bir yerde yıllarca
birbirini arayan dost gibi buluşturuyor insanı. "Arayan ya mevlasını ya
belasını bulur" derler ya! İşte şiirde bizi şiir okyanusunda bizimle
birlikte okyanusu avuçlayan insanlarla buluşturuyor. İster "felek"
buluşturdu ister "kader" kavuşturdu deyin. Bana göre yaşamın gereği
şiirin realitesidir.
Önce sizlere Müslüm Üzülmez'i birkaç satırla
da olsa tanıtayım. İnternete isim yazıp girerseniz yeterince bilgi elde
edersiniz. Ben yine kitaptaki öz geçmişine bağlı kalarak kısaca aktarayım. 1950
yıllarında Diyarbakır'ın Ergani ilçesinde dünyaya "merhaba" demiş.
Ancak ben bu yaz ağustos ayında İstanbul'da tanışma fırsatı buldum. Kimya
mühendisi olan şair, araştırmacı ve yazar Müslüm Üzülmez, şu an çevre uygulama
alanında teknik eleman olarak İstanbul Belediyesinde çalışmaktadır.
Teknik bir eleman olduğu için ben onun
yayınlanmış teknik kitaplarından değil ilk şiir kitabı "DOLUDİZGİN
YAŞAMAK" ve İkinci şiir kitabı "GELİNCİK YURDUNDA BAHAR" isimli
kitabından bahsetmek istiyorum. Üçüncü bir kitabı var ki "Çayönü'nden
Ergani'ye Uzun Bir Yürüyüş" isimli devasa bir kitap. O kitabı
sizlerle başka bir yazımda buluşturacağım.
Şiirlerini okuyunca Müslüm Üzülmez'in nasıl derin acılar çektiğini,
nasıl üzüldüğünü mısra mısra şiirlerine yansıtmış. Cezaevleri, sıkıyönetimler
onun mekânı olmuş. Suçlu ve suçsuzluğu ayırt edilmeden derdest edilmiş.
Açıkçası o bir potansiyel suçlu olarak çektiği kadar çekmiş. Tüm çektiklerine
rağmen yüreğindeki sevda, dostluk, barış, hak arama, özgürlük aşkı hiç mi hiç
bitmemiş. Öyle yürek dolu bir sevdası var ki dağ, ova sınır tanımıyor. 1982 de
yazılan şiiri bu günkü gibi taze. Sevdasını kırmak isteyenlere bir cevap olun
bu "Sevdan" şiirinden kısa bir bölüm aktarıyorum..."ama
sevdan/yediveren gülücesine/Eğe'de, Çukurova'da, Harran'da
yeşermekte/Karacadağ'ın zozanında/kızıl karanfilcesine açmakta" deyip
sürdürmekte.
Şiirlerinde bir Nazım gerçeğini yaşatırken bir Ahmet Arif kadar yürekli,
dağ çiçekleri kokuyor şiirleri. Bir Nihat Behram kadar cezaevi anıları ile
yüklü. İşte o fırtınalı yaşamın izdüşümlerini kalemden dökerek şiirleştirmiş.
Kabaran duygular, özlenen düşler, mutlu hayaller ve kurtuluş ümidi hep onun
şiirinde aradığı tarzdadır.
İkinci şiir kitabı "Gelincik
Yurdunda Bahar" 1996 Ekiminde yayınlamış. Fakat o yine özgürlük
sevdasından mutluluk arayışından hiçbir şey kaybetmemiş. Onunla tanıştığımız
zaman saçlarının kar yığını dönüşmesi yüzünden yılların çeliğin keskin ağzıyla
açılmış gibi derin çizgiler onu görüntüsüyle, fizikiyle belki yıpratmış
sayılır. Ancak yüreği hala eskisi kadar erkekçe...
Ancak yaşamın koşulları ona hayli bilgi beceri kazandırmış olacak ki
derin felsefe içeren düşünceleri onun ufkunun ne kadar fesih olduğunu
gösteriyor. Gözlerindeki fer hiç sönmeyecek emek ve isteklerinin mutluluk ve
güzellikleri tüm insanlar arasında paylaştıracak bir ruh hali içindeydi. Mum
misali o erimişte olsa çevresini aydınlattığı gerçeği okunuyordu duruşunda.
Şiirlerinde olduğu gibi yaşamında da toplumsal olayları aydınlatıcı
davranışları ile sosyal yaşama renk katma uğraşındadır. Onun yüreği şiir, dili
şiir çünkü o şairdir. Toplumsal yaşamı zihinsel ve şiirsel olarak
biçimlendirmesini bilen bir şair... Şiirinde devamlı bir döngü var. Çarpışan
duygularla durulmayan karanlığı aydınlığa çıkarma çabası. Bir şair bana göre
her türlü konuda yazabilmeli, bunun için en iyi örnek şahsiyet Nazım'dır. Bunu
en iyi örnek almış bir şairdir desem yanılmam.
Şiirlerinde sınıfsal kavganın derinliği insanın yüreğine oturuyor. Bir
şairi toplumsal yapan onun yaşamı ve gözlemleridir. Kitaplarındaki her mısra
devrime inandığı yıllardır. Yüreğinden gelen mısralardır. Bu gün şiirlerinde
olduğu gibi daha farklı düşünmekte, ufkunun fazlasıyla geniş tutmaya neden
olmaktadır.
"Sen Yoksun" şiirinde aslında bir varlığı belirtiyor.
Ama onun yasaklılığını suya hasret insanların dudaklarına damla damla suyun
düşmesi misalidir. Şiirin ikinci bölümü: "Tarih
MÜSLÜM ÜZÜLMEZ ve
ŞİİRLERİ
Misbah Hiciri -GAP Gündemi (Yerel Gazete, Şanlıurfa)--10 Eylül 2008
Şiir kitapları kitapçılardaki raflarda yerini aldıktan sonra halkın
malıdır, artık şairin
Tesadüfler umulmadık bir yerde yıllarca
birbirini arayan dost gibi buluşturuyor insanı. "Arayan ya mevlasını ya
belasını bulur" derler ya! İşte şiirde bizi şiir okyanusunda bizimle
birlikte okyanusu avuçlayan insanlarla buluşturuyor. İster "felek"
buluşturdu ister "kader" kavuşturdu deyin. Bana göre yaşamın gereği
şiirin realitesidir.
Önce sizlere Müslüm Üzülmez'i birkaç satırla
da olsa tanıtayım. İnternete isim yazıp girerseniz yeterince bilgi elde
edersiniz. Ben yine kitaptaki öz geçmişine bağlı kalarak kısaca aktarayım. 1950
yıllarında Diyarbakır'ın Ergani ilçesinde dünyaya "merhaba" demiş.
Ancak ben bu yaz ağustos ayında İstanbul'da tanışma fırsatı buldum. Kimya
mühendisi olan şair, araştırmacı ve yazar Müslüm Üzülmez, şu an çevre uygulama
alanında teknik eleman olarak İstanbul Belediyesinde çalışmaktadır.
Teknik bir eleman olduğu için ben onun
yayınlanmış teknik kitaplarından değil ilk şiir kitabı "DOLUDİZGİN
YAŞAMAK" ve İkinci şiir kitabı "GELİNCİK YURDUNDA BAHAR" isimli
kitabından bahsetmek istiyorum. Üçüncü bir kitabı var ki "Çayönü'nden
Ergani'ye Uzun Bir Yürüyüş" isimli devasa bir kitap. O kitabı
sizlerle başka bir yazımda buluşturacağım.
Şiirlerini okuyunca Müslüm Üzülmez'in nasıl derin acılar çektiğini,
nasıl üzüldüğünü mısra mısra şiirlerine yansıtmış. Cezaevleri, sıkıyönetimler
onun mekânı olmuş. Suçlu ve suçsuzluğu ayırt edilmeden derdest edilmiş.
Açıkçası o bir potansiyel suçlu olarak çektiği kadar çekmiş. Tüm çektiklerine
rağmen yüreğindeki sevda, dostluk, barış, hak arama, özgürlük aşkı hiç mi hiç
bitmemiş. Öyle yürek dolu bir sevdası var ki dağ, ova sınır tanımıyor. 1982 de
yazılan şiiri bu günkü gibi taze. Sevdasını kırmak isteyenlere bir cevap olun
bu "Sevdan" şiirinden kısa bir bölüm aktarıyorum..."ama
sevdan/yediveren gülücesine/Eğe'de, Çukurova'da, Harran'da
yeşermekte/Karacadağ'ın zozanında/kızıl karanfilcesine açmakta" deyip
sürdürmekte.
Şiirlerinde bir Nazım gerçeğini yaşatırken bir Ahmet Arif kadar yürekli,
dağ çiçekleri kokuyor şiirleri. Bir Nihat Behram kadar cezaevi anıları ile
yüklü. İşte o fırtınalı yaşamın izdüşümlerini kalemden dökerek şiirleştirmiş.
Kabaran duygular, özlenen düşler, mutlu hayaller ve kurtuluş ümidi hep onun
şiirinde aradığı tarzdadır.
İkinci şiir kitabı "Gelincik
Yurdunda Bahar" 1996 Ekiminde yayınlamış. Fakat o yine özgürlük
sevdasından mutluluk arayışından hiçbir şey kaybetmemiş. Onunla tanıştığımız
zaman saçlarının kar yığını dönüşmesi yüzünden yılların çeliğin keskin ağzıyla
açılmış gibi derin çizgiler onu görüntüsüyle, fizikiyle belki yıpratmış
sayılır. Ancak yüreği hala eskisi kadar erkekçe...
Ancak yaşamın koşulları ona hayli bilgi beceri kazandırmış olacak ki
derin felsefe içeren düşünceleri onun ufkunun ne kadar fesih olduğunu
gösteriyor. Gözlerindeki fer hiç sönmeyecek emek ve isteklerinin mutluluk ve
güzellikleri tüm insanlar arasında paylaştıracak bir ruh hali içindeydi. Mum
misali o erimişte olsa çevresini aydınlattığı gerçeği okunuyordu duruşunda.
Şiirlerinde olduğu gibi yaşamında da toplumsal olayları aydınlatıcı
davranışları ile sosyal yaşama renk katma uğraşındadır. Onun yüreği şiir, dili
şiir çünkü o şairdir. Toplumsal yaşamı zihinsel ve şiirsel olarak
biçimlendirmesini bilen bir şair... Şiirinde devamlı bir döngü var. Çarpışan
duygularla durulmayan karanlığı aydınlığa çıkarma çabası. Bir şair bana göre
her türlü konuda yazabilmeli, bunun için en iyi örnek şahsiyet Nazım'dır. Bunu
en iyi örnek almış bir şairdir desem yanılmam.
Şiirlerinde sınıfsal kavganın derinliği insanın yüreğine oturuyor. Bir
şairi toplumsal yapan onun yaşamı ve gözlemleridir. Kitaplarındaki her mısra
devrime inandığı yıllardır. Yüreğinden gelen mısralardır. Bu gün şiirlerinde
olduğu gibi daha farklı düşünmekte, ufkunun fazlasıyla geniş tutmaya neden
olmaktadır.
"Sen Yoksun" şiirinde aslında bir varlığı belirtiyor.
Ama onun yasaklılığını suya hasret insanların dudaklarına damla damla suyun
düşmesi misalidir. Şiirin ikinci bölümü: "Tarih
YOLDAŞ
KOÇERO / MÜSLÜM ÜZÜLMEZ
Hürriyet Gazetesi -11 Temmuz 2011
Müslüm
Üzülmez’in Yoldaş Koçero isimli kitabı, TÜSTAV ( Türkiye Sosyal Tarih Araştırma
Vakfı) İktisadi İşletmesi Sarı Defter dizisi 20. Kitabı olarak Temmuz 2011’de
yayımlandı.
“Düne takılıp kalmadım / Dünü de hiç unutmadım” diye başlayan bu kitabında Üzülmez bizleri, 1965 yıllarında Ergani’de başlayan ve 1990 yılların da TBKP (Türkiye Birleşik Komünist Partisi) ye kadar süren politik mücadelesi içinde bir yolculuğa çıkarıyor.
Kitabın Sunu bölümünde; “Koçero, TKP (Türkiye Komünist Partisi) de benim parti ismimdir. Ve Koçero isminin kitaba denk düştüğünü düşünerek hayat hikâyeme Yoldaş Koçero ismini verdim.
Kitapta kendimi, tanıdığım insanları, mekânları ve yaşadıklarımı fazla politik mevzulara dalmadan, kırmadan, dökmeden, üstünü örtmeden, kimseyi övmeden ve yermeden kendi algılarıma göre mümkün olduğunca tarafsız kalmaya çalışarak yerel ölçekte komünistleri ve mücadelelerini anlatmaya çalıştım. Yazılanlara bir anlamda tarih denemesi demek doğrumudur? Bilemiyorum” diyor.
Kitapta
bölüm başlarında, gerek Müslüm Üzülmez’in ve gerekse başka şairlerin dizelerine
rastlıyoruz. Türkiye sosyal hareketinin en hareketli olduğu bu zaman diliminde
Türk ve Kürt sosyalist hareketinin önde gelen liderleri, bu mücadele içinde
yaşamını yitiren kavga arkadaşlarını görmek mümkün.
“…
Yoldaş
Koçero, bir solukta okuyabileceğimiz bir kitap.
http://www.hurriyet.com.tr/yoldas-kocero-muslum-uzulmez-18225711
ST. PETERSBURG
İZLENİMLERİ VE DİCLE VAKİTLİ GECELERDE YAZILANLAR
Yeni
yayımlanan “St. Petersburg İzlenimleri
Ve Dicle Vakitli Gecelerde Yazılanlar” kitabında; “Güneş, yaşam iksiri olan altunî ışığını evrene sunarken ayrımcı
davranmaz; dağlara, denizlere, ülkelere, kentlere, canlı cansız tüm varlıklara
cömertçe sunar ışığını, yaşama kaynaklık eder. Bizler, güneş ışınlarının hayat
verdiği değişik coğrafyaları gezip toplumları gözlemleyerek muazzam bilgiler
ediniriz ve bu bilgileri paylaşınca da bilgi dağarcığımızı, birikimimizi
katmerleştirerek zenginleştiririz” diyor Müslüm Üzülmez.
Üzülmez
söylediğini yerine getiriyor yayımlanan kitabında. Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği (SSCB) dağıldıktan sonra Rusya’nın St. Petersburg
(Leningrad) kentine gidişlerini ve bu gezilerde tuttuğu notları edindiği
bilgilerle harmanlayıp zenginleştirerek kaleme almış olduğu izlenimlere yer
vermiş ağırlıklı olarak. Leningrad’daki Kürdoloji çalışmaları ve Abidin
Dino’nun Leningrad Film Stüdyoları’ndaki yaptığı çalışmalar da bu geziler dâhilinde
anlatılmış. Devamında ise değişik zamanlarda ama çoğunlukla doğup büyüdüğü
coğrafyadaki mekânlara, sergi ve toplantılara, tanıdığı insanlara ve okuduğu
bazı kitaplara dair yazdığı yazıları gönlünden gelen sese kulak vererek kitabına
eklemiş. Bu nedenle oluşturulan seçkinin ismini “St. Petersburg İzlenimleri Ve Dicle Vakitli Gecelerde Yazılanlar”
bırakmış.
Kitapta
yer alan yazılar; Mekânlar, Sergi ve Toplantılar, İnsanlar, Kitaplar başlıkları
altında dört kısımda toplanmış. Mekânlar kısmında St. Petersburg, Finlandiya,
Çüngüş ve Ergani gezilerine dair izlenimlerini; Sergi ve Toplantılar kısmında
“Her Dil Tarihin Arşividir” Sergisini, “Ali Emîrî Efendi ve Dünyası” Sergisini,
Prof. Dr. Halet Çambel ve Prof. Dr. Nimet Özgüç’ün Kültür ve Turizm
Bakanlığı’nca verilen 2010 Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ün elinden alışlarını; İnsanlar kısmında Prof. Dr. Halet Çambel,
Av. Erdinç Uzunoğlu, Nadir Akyıldız, Hüsnü Güzel, Şerif Bayram, Amed Spor Kaptanı
Şehmus Özer gibi tanıdığı ve sevdiği insanların vefatları nedeniyle duygularını;
Kitaplar kısmında ise Diyarbakır Türküsü (Mehmet Mercan), Ana Esas Duruşa Geç
(Kamil Sümbül), Kemal Yamak Kenan Evren ve Ben (Süleyman Güney), Medreseden 5
Nolu’ya Nuri Yoldaş (Arzu Demir), ‘E TİPİ HİLTON’ Diyarbakır Zindanı (İsa
Tekin), JAR (Kemal Varol), AMED Erdnîgarî-Dîrok-Çand (Amed Tîgrîs-Yildiz Çakar),
Efsaneler ve Gerçekler (Misbah Hicri), “Puç Oldum!” (Vedat Çetin), Yüz Yıllık
Ah! Toplumsal Hafızanın İzinde 1915 Diyarbekir (Adnan Çelik-Namık Kemal Dinç),
Tarih Nasıl Yazılır (Paul Veyne), Barış Yüzleşme Müzakere (İsmail Beşikci) gibi
okuduğu ve bir kısmının da yazımına katkı sunduğu kitaplarla ilgili
düşüncelerini anlatmış. Örneğin Petersburg/Leningrad izlenimlerinde; “Petro, bataklık üzerine bu kenti kurdururken
önceleri ahşap malzeme kullanılmış, ancak çıkan yangınlar nedeniyle Rusya’nın
başka yerlerinde taş bina yapılması yasaklanmış, ne kadar taş ustası varsa
hepsi buraya getirtilmiştir. Kente gelen her gemi ve taşıma aracının taş
getirmesi zorunlu kılınmış ve savaş esirleri köle gibi çalıştırılarak kan ve
gözyaşı karışımıyla taştan bir kent yaratılmıştır. ‘St.Petersburg, inşa edilişi
sırasında etin taşla cayır cayır imtihan edildiği şehir olmuştur.’ 1712 tarihinde
Rusya’nın başkentini Moskova’dan St. Petersburg’a taşımış olan da yine Çar
Petro’dur. St. Petersburg bu tarihten itibaren Çarlık Rusya’sına 200 yıl
başkentlik yapmıştır. Yani tarih ve politikayla hep iç içe olmuştur.”; Diyarbakır
Cezaevi ile ilgili yazılmış bir kitap hakkında ise; “Diyarbakır’ı hep sevmişimdir, rüyalarımı süsler. Anılarımda renkli,
güzel bir yeri vardır. Diyarbakır Cezaevi ise tam tersine rüyalarımı zehirler,
‘hatırladıkça hançerlenir yüreğim’. Bu nedenle, cezaevinde yaşadıklarımı,
gördüklerimi, duyduklarımı unutmadım, unutmayacağım!” diye yazmaktadır.
Kısacası
Üzülmez, “St. Petersburg İzlenimleri Ve
Dicle Vakitli Gecelerde Yazılanlar” kitabında mekânlar, insanlar ve kitaplar,
anlamak isteyenlere çok şey anlatır diyor.
Künyesi:
Müslüm
Üzülmez, St. Petersburg İzlenimleri Ve Dicle Vakitli Gecelerde Yazılanlar,
Asmaaltı Yayınevi, Ekim 2017-İstanbul, 340 sayfa.
İletişim:
e-posta.................:
[email protected]
Tel.......................:
0 (537) 401 92 21
Adres…………..:
Merkez Mah. 9. Sok. No:19/2 Bağcılar/İstanbul
1
Kasım 2017 tarihinde
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kitap/857598/St._Petersburg_izlenimleri.html
yayınlandı.