İlk şiirlerini Hakimiyet Sanat (Kayseri, 1979) dergisinde, diğer ürünlerini Mavera (1982-83),
Varlık, Türk Dili, Sanat Olayı, Bakış, Çağdaş Türk Dili, Oluşum, Yazko
Edebiyat, Damar, Saçak, Sesimiz, Hakimiyet Sanat, İnsancıl, Pota, Ekin, Dönemeç,
Yeni Biçem, Sombahar, Karşı Edebiyat, Somut, Aykırı Sanat, Şiir Ülkesi
dergilerinde yayımlandı. Albatroslar Yüksekten Uçar adlı kitabıyla 1996
yılında İbrahim Yıldız Şiir Ödülünü, “Pafalagonaya’da Eski Bir Güneş Saati”
adlı belgeseliyle 3. Altın Safran Belgeseli Film Festivali’nde üçüncülük
ödülünü, “Arasta’da Son Seda” belgeseliyle de 4. Uluslararası Altın
Safran Belgesel Film Festivali’nde ikincilik ödülünü aldı. Şiirlerinin bir
bölümü bestelenmiştir.
”Cinozoğlu
özgün bir sestir şiirimizde. Victor Hugo’nun altını çizerek belirttiği “başka
olma”yı başarmış bir şair. Onun şiirleriyle ilk karşılaştığımda tarihle bugünü
birleştiren bir ışık tayfının yüreğimi kamaştırdığını hissettim. Dahası, ‘puhu
kuşunun kanatları gölgesinde’ sayrı düşlerle geçen bir çocukluğun ‘patetik’
duyarlılıkla başlayıp reel dünyadan teğet bir olgunluğa uzanan, zaman ve mekân
kavramının kaybolduğu özgül ve bir o kadar da zengin iç dünya vahasıydı bize
yansıttığı. Cinozoğlu, tıpkı bir ‘kılavuz’ gibi okurun elinden tutarak ‘geçmişin’
ve ‘bugünün’ sahnesinde olup bitenleri kalbinin gelgitlerinde işleyerek
geleceğe dair yeni bir bilinç alanı açar, dünden aldıklarını bugünle ve
yaşanmışlıklarla birleştirip kimi zaman gri, kimi zaman renkli bir pencereden
bize iletmeye çalışır.” (Osman Günay)
ESERLERİ
(Şiir):
Her
Şafakta Büyüdüler (1977), Güller Öksüz
Kalabilir (1979), Masallar Sebiller Güvercinler (1980), Kerem
Denizi Zuhal Yıldızı (1980), Hamel Burcuna Akan Nehir (1981),
Murat Dağının Askerleri (1981), Göçebe Bir Çocuğun Düşler Defteri
(1984), Safranbolu’da Tek Deniz Feneri (1991), İstanbul’da Son
Sedefkâr (1994), İstanbul Unutkan Yosma (1994), Doruktaki Süreya
Yıldızı (1994), Albatroslar Yüksekten Uçar (1995), Serçe Umudu (1996),
Kalbimi Çalan Şehir (1998), Gölgesiz Kandil (2001), Bir Albatrosun
Düşler Defteri (şiirlerinden seçmeler, 2006).
KAYNAKÇA: Cemal Süreya / En Gençler (Milliyet Sanat, Şubat 1981),
Necati Cumalı / Etiler Mektubu (1983), Talat Sait Halman / Göçebe Bir Çocuğun
Düşler Defteri Kitabına Önsöz (1984), Mehmet Yaşar Bilen / Edebiyat İzinde
(1986), Halim Şafak / Yakası Karanfilli İstanbul Şiirleri (1995), Tuncer Uçarol
/ İki Kentin ve Yaşlıların Gözyaşları (Cumhuriyet Kitap, sayı: 688), Şükran
Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), O. Günay / Hüseyin Avni
Cinozoğlu ve Şiiri - Safranbolu’daki Tek Deniz Feneri (Cumhuriyet Kitap,
14.9.2000), Osman Nuri Poyrazoğlu / Kitap Kitap Şiir Gelir Bizlere (2000), TBE
Ansiklopedisi (2001), Veysel Gültaş / Kadı Burhaneddin’den Günümüze Hukukçu
Şairler Antolojisi (2003), Berran Sarıtunç / Hüseyin Avni Cinozoğlu ile
“Gölgesiz Kandil” Üzerine (Cumhuriyet Kitap, 21.4.2003). H. Avni Cinozoğlu /
Bir Albatrosun Düşler Defteri (2006), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, 2007).
"Hasta kadınımsın
benim
Ürkek ve yenilmiş"
gelir
masum ülkeme ırmaklar coştuğunda
gözetir
gecenin gözyaşlarını mağlup mahzun anneleri
şehrin
zemherisi daha çetin köyün zemherisinden
uzakken
daha çok sevilir
bir
kadın bir gurbet bir çocuk
ne
gurbetim işgal edilsin ne masum ülkem
sonunda
sevinç varsa
geceyi
aşmalıdır insan
dünya
ağlamalıdır bir çocuk ağladığında
acıdan
sevinçten ördüm
yüreğimdeki
kaleyi
bir
deli ağaca bakıp söyledim türkülerimi
dilek
tuttum
kavuşmanın
büyük sevinci için
niyet
kuşları intihar etmesin
MEKTEP MEDRESE ÜNİVERSİTE
KALİTE KANTİTE
Hüseyin Avni CİNOZOĞLU
Sanki Üniversite Benim için, hayalimde
muhteşem bir ilim mabediydi. Oğuz Atay’ın bir romanındaki kahramanın,
üniversiteyi hayal edişiyle tıpatıp aynısı:
“ Ne güzeldir kim
bilir, bu dersleri dinlemek, bu bilgilerle yetişen insanlarla aynı yerde
bulunmak, insanın nefesini kesen nazariyeler dinlemek. İnsan sarhoş olur’
‘Ona
açıklardım: bütün bu bilgilerle yetişen insanlar, bu heyecanlı düşünceleri
sadece sıkıcı bir ders olarak değerlendirir; profesörde sanıldığı gibi,
coşkunlukla anlatmaz bunları, yıllardır aynı sözleri tekrarlamaktan usanmıştır,
öğrenciler de kültürlü değildir, Selim kadar kitap okumazlar, derslerden bir
şey anlamazlar, nefes kesen nazariyeler onlar için ezberlenmesi gereken
satırlardan ibarettir, bütün gün kantinde bu konuları konuşmazlar, nefret
ederler onlardan, üniversite biter bitmez kitapları yakmaya kararlıdır,’
‘ Olamaz.
Orası üniversite. Kutsal bir yer. Oradaki hocalar bizim lisedeki gibi mıymıntı
değildir. Orada her şey başkadır. Profesörler, ders sırasında öyle sözler bulup
söylerler ki insan altüst olur. Ne diyeceğini, nasıl düşüneceğini bilemez:
İnsanın o güne kadar aklına gelmeyen öyle bir noktaya parmak basarlar ki
önünüzde ufuklar açılır; o zamana kadar bunu bilmeden yaşamış olduğunuzda
utanırsınız. Onlar, Lord Henry’nin Dorian Gray’e yaptığı gibi sarsar akıllarını
karıştırırlar öğrencilerin: Tatlı bir şaşkınlıktır bu yeni bir dünyaya girmenin
şaşkınlığı “
Aşağı
yukarı üniversite hakkında düşüncelerim,
Oğuz Atay’ın roman kahramanı Selim’in düşünceleri gibiydi. Bir de bir arkadaşımın
“ İstanbul Üniversitesi enternasyonal bir üniversitedir” sözleriyle bu durumu
takviyesi mutluluğumu artırdı. Aslında üniversiteyi biraz sevmem, tatlı bir
istikbal vaat etmesi, bir de Safranbolu’daki renksiz, gri günlerin yanında
sinema, tiyatro, kız arkadaş, gezmek, deniz, eğlence, içki gibi ilave cazibe ve
yaşantı alanlarıyla desteklendiği için, yanılsamalı bir güzellik halinde
şimdiye aksediyor olması.
Hakikaten
ilk ders olan Hukuk Başlangıcı’na, Kıbrıslı bir Türk öğrencinin, “Rum EOKA
lideri Grivas’a ne kadar benziyor” dediği Ordinaryüs Profesör Orhan Münir’in
cübbeyle derse girmesi heyecanlandırdı. “İşte üniversite bu” dedim içimden
heyecanla. Cübbeyle sadece Orhan Münir bir kez ilk dersi verdi, ondan sonra ilk
derste dahi profesörler cübbeyle ders anlatmadı. Yıllar sonra büyük bir
yazarımızın, ilk derse cübbeyle giren bu hocamız hakkında “Bir Orhan Münir,
tımarhane gardiyanı kadar psikiyatri bilen her izan sahibinin deliliğine yemin
edeceği, o perişan, o hasta dimağ hukuk felsefesi okutur. Hukuk Başlangıcı,
adlı kitabın hiçbir itirazla karşılaşmadan tedris edildiği fakülte mahalle
mektebinden çok daha haysiyetsizdir.
Oraya giren büsbütün kopuyor toplumdan. Firavunlaşıyor. Sulhi ( Prof.
Dr. Sulhi Dönmezer ), Kuran-ı Kerimde suç unsuru arayacak kadar tefekküre
düşman. Selçuk( Prof. Dr. Selçuk,
soyadını hatırlayamadım ) dişlerini idrakin boğazına geçirmek için pusuda.
Yalan ve şer’ cümlelerini okuduğum da
kavrayışım da rasyonelleşti.
Hukuk
Fakültesi’ni, gerçi bu kadar olumsuz sıfatlarla nitelemek doğru değil. Esasta
1960 ihtilalini yapan asli unsur Hukuk Fakültesi’ydi. Bu yüzden 1961
Anayasası’na profesör ve hocalar tam iman etmişlerdi. Anayasa Hukuku ( Esas
Teşkilât Hukuku”) dersi, garip bir şekilde 1960 İhtilali’nin haklılığını ve
1961 Anayasası’nın yeryüzünün en iyi, üstün anayasası olduğunun ispatı noktai
nazarına müstenitti. Gerçi 1961 Anayasası iyi bir anayasaydı. Ama bir “İncil”
de değildi
Şimdi
düşünüyorum da; sınavları, dersleri umursamayan, bayramdan bayrama fakülteyi
ziyaret eden arkadaşlar, gerçi benim gibi dört yılda, “iyi “ dereceyle mezun
olmadılar, sekiz ya da on senede “orta“ dereceyle mezun oldular, ama çok iyi
avukat olup, mesleklerini başarıyla icra ederek zengin olmasını bildiler. Yani
düşünüyorum da devam mecburiyeti olmayan hukuk fakültesi o zaman ve şimdi;
fakülteye gitmeden, İstanbul’a yerleşmeden, masraf etmeden, memlekette çalışıp,
sınavdan sınava İstanbul’ a gelmek suretiyle, yine dört senede iyi derece ile
başarılabilirdi. Kitapları edin ve oku. Bu kadar basit.
Fakülte’nin
bir kantini bile yoktu. Siyasi eylemlerin merkeziydi zaten.
Bu kadar
basit değil belki de, Marksist eserler olmak üzere pek çok eserle tanışmam
hukuk fakültesinde ki öğrenciliğim sayesinde mümkün oldu.
Safranbolu da
yaşadığım çocukluk ilk gençlik maziden güzel gibi bugüne aksetse de aslında bir
psikologun dediği gibi “ çok kötü bir çocukluk ve ilk gençlik yaşamıştım”
İstanbul da dört yıl bu Araf’tan geçici olarak kurtulduğumdan olacak, İstanbul
bilincime ve hatıralarıma olağanüstü bir güzellik ve yaşantı zenginliği halinde
aksetti.
Medrese’den
övgülerini esirgemiyor Cemil Meriç.
Cemil Meriç’e
göre Üniversite değersiz, itibar bahşedilmeyecek bir kurum.
Kemal Tahir,
“ Köyün Kamburu” romanında medreseleri özellikle kasaba medreselerini, kötü
insanların, üçkâğıtçıların, esrar içenlerin, dolandırıcıların, kadın
tellâlları’nın, oğlancıların, bulunduğu yerler olarak, çok olumsuz
nitelendiriyor.
Cemil Meriç
haklı mı?
Kemal Tahir
medreseye haksızlık ediyor. Çünkü bütün roman boyunca medrese ve medresede
okuyanlar kötüleniyor, tek bir iyi talebeye ve medreseye rastlayamıyorsunuz. Reşat Nuri’nin “ “Yeşil Gece” romanında da
benzer bakış açısı mevcuttur. Oysa olaylar, meseleler siyah beyaz tezadında bir
kesinlemeye tabi tutulamaz. Bir yazarımız Kemal Tahir için “ sevgisizliğin
romancısı” nitelemesini kullanmıştı. Sanıyorum doğru, Kemal Tahir’in kalbi
katı. Safranbolu’daki medreseden yetişen insanların, zaman yansıyan akislerini
bizzat gözlemledim.
Medrese’yi
bitiren sanırım şiirden anlayacak bir kemale eriyor. Müziğe aşinalık kazanıyor.
Sanırım Arapça, Farsça lisanına da vakıf hale geliyor. Bugün en iyi üniversite
Türkçenin yanında bir yabancı dil veremiyor öğrenciye.
O zaman
şiir yazmaya mâni işaret levhaları mevcuttu. Şimdi olduğu gibi eli kalem tutan
herkes şiire heveslenmiyordu.
Kemale
erenler şiir yazmaya cesaret edebiliyordu.
Medrese
bunun için yeterliydi sanırım.
Devlet
eski, harap bir kamu binası gördü mü; üniversite, hukuk fakültesi açıyor. Bina
buldun mu; iş bir iki masa, sandalye bulmaya kalıyor. Bizim zamanımızda iki
hukuk fakültesi vardı şimdi sayı elli. Bu inanılmaz bir şey. ABD ve Avrupa
devletlerinde hukuk fakültesi beş, altıyı geçmez. Barolar bu konuda bir
deklarasyon bile yayınlama ihtiyacı duymuyor.
İyi ki
devlet, şiir yüksek okulları açmadı!