Hüseyin Altuntaş

Eğitimci, Yazar

Doğum
30 Ağustos, 1957
Eğitim
İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü (Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)
Burç

 Eğitimci yazar. 30 Ağustos 1957, Taşova / Amasya doğumlu. Aslen Trabzon’un Akçaabat ilçesindendir. Ortaöğretimine baba ve ana memleketi olan Trabzon’da başladı. Daha sonra Trabzon İmam-Hatip Lisesinde yatılı olarak okuyarak 1974’te mezun oldu. Ağabeyinin de İstanbul’da öğrenci olması nedeniyle, 1975 yılında ailesi Üsküdar’a göç etti. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünü (1978) bitirdi. Ayı yıl Şişli İmam-Hatip Lisesine öğretmen olarak atandı. Sonraki yıllarda Üsküdar’da başka okullara atanarak mesleğini sürdürdü. S. Birsen Altuntaş ile evli; Şahika ve Ali adlarında iki çocuk babasıdır.

Uzun hikâye niteliğindeki ilk kitaplarında, dinî ve ahlakî bazı temel kavramları hikâye kurgusu içinde işledi. Edebî ürünler ortaya koymaktan çok, gençlere yararlı olmak amacıyla yazdı.

ESERLERİ:

ROMAN: Şebnem (1999), Eski Yara (2007).

ÇOCUK ROMANI: İbrahim İmanı Öğreniyor (1996), Ahmet Bey ve Öğrencileri (1997), Kül Rengi Kolye (2007).

 

ESKİ YARA

Eylül ayı Yeşim’in oldum olası bu tür yağışlara şahit olduğu bir mevsimdi. Ne var ki, sıcak geçen bir yazın ardından sonbahar pek sinsice yaklaşmış, tıpkı körebe oyunundaki bir anilikle kendini pat diye ortaya atıvermişti. Beklenmeyen her şey gibi, bu beklenmedik güz yağmuru da Yeşim’in ruhunda derin bir ürpertiye neden olmuştu. Hayallere dalındığı bir sırada, arkadan gizlice yaklaşıp gözleri kapatan iki yumuşak el insanda nasıl hem tatlı bir ürperti, hem de nahoş bir irkilme duygusu oluşturursa, bu ani yağmur da onun üzerinde öyle bir etki bırakmıştı.

Koca bir yaz bitmiş, biterken de insanı tatlı hülyalarından sıçratarak uyandıran bir sonbahar hüznünü siyah bir şal gibi yüreğindeki umutlu beklentilerin üzerine örtüvermişti. Yaz umut, sonbahar umut kırıklığı demekti. Hiçbir makul nedeni olmasa da, bütün güz başlangıçlarında daima aynı duyguları hissetmişti. Şimdi, günler süratle kısalacak, sokaklar aşina çehrelerin gece yürüyüşlerinden mahrum kalacak, bahçedeki ağaçlar da tatlı yaz esintileri yerine, ağlayan, hıçkıran, feveran eden sert rüzgârlara teslim olacaktı.

Yüreği burkuldu, içine doyumsuz hıçkırıklarla ağlama isteği çöktü. Artık ne telaş ederek kaçışan insanlar, ne yağdıkça yükünü boşaltıp güneşe yol veren bulutlar, ne de biraz sonra sükûna kavuşacak olan caddeler onu teselli edebilirdi.

Eylül’ün on beşiydi ve Sakıp’ın nikâhının üzerinden tamı tamına üç ay geçmişti. Bu üç aylık zaman dilimi, yüreğinde biriktirdiği kendine özgü keder türlerinin değişip dönüşüp tek bir keder haline geldiği çok ilginç bir yaşam dönemi olmuştu. Kendini anlayamıyor, çözümleyemiyor, çok arzu ettiği halde zihnini rahatsız eden bu keder duygusunu yenemiyordu. Duyguları, uçları birbirine geçen ve neresi başı, neresi sonu olduğu anlaşılamayan karmaşık bir ip yığını gibiydi. O ipin ucunu yakaladığını sanıyor, aniden çekip eline dolamak istediğinde de yanıldığını anlıyordu. Zihninin dolambaçlı labirentlerinde umutla dolaşıyor, attığı her adımda, erdemliliğinden emin olduğu yüreğinin çıkmaz bir koridora girdiğini hissediyordu. Tekrar baştan alıyor, şefkatin, merhametin, koruma ve kollama güdüsünün ışığı altında yeni bir çıkış hamlesine girişiyordu. “Ah Feriha, beni üzüyor, beni yoruyorsun!” diye düşünüyordu. “Çocuksuluğun, sorumsuzluğun, serazat güdülerin, hoyrat davranışların seni kollamam için beni sürekli meşgul ediyor. Sen yetmiyormuşsun gibi, Cevdet denen şu genç çocuk da sana kapılıp pervanen olacak ve ne zaman söneceği belli olmayan ışığında her an yanıp kül olacak diye ödüm kopuyor.”

Yeşim, yağmurun ilham ettiği genel bir hüzün duygusunun döne dolaşa yine aynı noktada somutlaştığını hissedince kendine kızarak pencere önünden uzaklaştı. Gidip koltuğuna oturmayı denedi. Oturmakla da huzur bulamayınca bu kez müzik dinlemenin iyi geleceği ümidine kapıldı. Kararlılıkla yerinden kalkıp plaklarına yöneldi. Hepsi karmakarışıktı. Aralarından zorlukla bir seçim yaptı ve Frank Sinatra’ya ait bir plağı özenle pikaba yerleştirdi. Tekrar yerine oturduğu sırada müzik de başlamıştı.

“Strangers In The Night...”

Gözlerini kapadı, başını koltuğuna yasladı, melodinin ıslak bir çimenlikte yürüyormuş hissini veren hüzünlü tınıları arasında kendini, yüreğini, özlemlerini, yitirdiklerini, kısacası tüm varlığını aramaya koyuldu. Soyut duyguları cisimleşmiş sembollere dönüştüren bir zihin yanılsaması geçirerek garip metaforlar üretmeye başladı. Üzüntü ve kederin soğuk bir demir parçasına dönüşerek yüreğine oturduğu, umudun ise solmuş, pörsümüş bir nesne gibi ayakları dibine yığıldığı algısına vardı. Karamsarlık bayıltıcı bir koku kılığına girerek bütün odayı doldurdu. Öyle ki, bu hissedişlere itiraz edecek bir parça cesareti bile kalmamıştı.

Yaşadığı yıllar cam misketlere dönüşüp elinden birer birer dökülüyor, zemin üzerinde zıplayarak her yöne, her yana, düzensiz olarak dağılıyordu. Yirmi sekiz misket saydı. Yirmi sekiz misket parlak camlar halinde yere döküldüler, değdikleri zemin üzerinde düzensizce kayarak karmakarışık, amaçsız ve anlamsız bir tablo oluşturdular. Hepsi birden matlaştılar, çatladılar, kırıldılar, toz haline geldiler. Yaşanmış yıllar yaşanmamış yıllar oldular. Sürrealist bir ressamın fırça darbeleri ile çizilmiş bir resim gibi, bu irrasyonel hissedişler de o an Yeşim için inanılmaz bir iç tecrübeyi ifade etmekteydi.

 

 

 

 

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör