Songül Dündar

Roman Yazarı, Eğitimci, Araştırmacı, Öykü Yazarı

Doğum
29 Mayıs, 1955
Eğitim
Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölümü, Ankara Yüksek Öğretmen Okulu
Burç

Eğitimci, araştırmacı, öykü ve roman yazarı. 29 Mayıs 1955, Dikme köyü / Kars doğumlu. İlkokulu köyünde, ortaokulu ve liseyi Cılavuz İlköğretmen Okulu’nda (Kazım Karabekir Anadolu Öğretmen Lisesi) okudu. Son sınıftayken, gösterdiği başarısı nedeniyle seçilerek, Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na gönderildi. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölümü’nü bitirdiği yıl, Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’ndan da lise öğretmenliği diplomasını aldı. Öğretmenlik mesleğini seçerek bu alanda çalıştı. Öğretmenlik yaptığı ilk görev yeri, Ankara-Hasanoğlan Öğretmen Okulu oldu. Daha sonra, Ankara-Mustafa Kemal Lisesi’nde kimya öğretmeni olarak çalıştı. Uzun yıllar, Ankara-Ayrancı Lisesi’nde de kimya öğretmeni olarak görev yaptıktan sonra, emekliye ayrıldı ve özel dershanelerde çalışmaya başladı.

Songül Dündar, kendi alanında başarılara imza atmanın yanı sıra, çeşitli halk kültürü programları, halk kültürü dergileri ve halk kültürü kitaplarına danışmanlık yaptı.  Kars Ölçek gazetesi başta olmak üzere süreli yayınlarda köşe yazıları yazdı. Songül Dündar, kendisi gibi öğretmen ve halk ozanı Aşık Selahattin Dündar ile evli; Ezgi ve Ozan adlarında iki çocuk annesidir.

ESERLERİ:

ÖYKÜ: Şöför Aga (2008).

ROMAN: Savaşların Kadını (2009), Cezo Gardaş (2013). 

ARAŞTIRMA-İNCELEME: Damladan Deryaya - Dündar Meclisinde Atışmalar (2016).

KAYNAK: Kocaeli gazetesi (10.04.2008), Siyasal Birikim gazetesi (22.04.2008), Kars Ölçek gazetesi (26.05.2008), Yeşil Gölem gazetesi (30.10.2008), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007), Kendisinden alınan bilgiler (Şubat 2016). 

DAYININ AYAKKABILARINI DÜZELT

Şoför Aga bir gün Ankara’dan,köydeki ablası Niyar’ı ziyaret etmek için gitti.Ütülü lacivert takım elbiselerini giymiş,yakası kolalı bayaz gömlek üstüne kravatını takmıştı. Her zamanki şık giyimiyle ablasının kapısına geldi.Mevsim tam harman zamanıydı.Harmanın da öküzlerin veya atların koşulduğu dövenle,ha babam de babam dövüldüğü zamanlardır.

Gökyüzünü bulutlar kaplamıştı. Ha yağdı,ha yağacak…Herkesin elinde yaba tırmık,ıslanmasın diye harman toplama telaşındaydı. Bu telaşa rağmen ablası Niyar , harman yerinden kardeşi şoför Aga’nın geldiğini görünce,elindeki yabayı bırakıp yıllardır görmediği Şoför Aga’nın yanına geldi.Boynuna sarıldı ve içeri buyur etti.Şoför Aga,sivri burun rugan ayakkabılarını çıkarıp içeri geçti.Cebindeki bir kağıda sarılı limonu ablasına verdikten sonra ,abla- kardeş hal hatır sorup hasret giderdiler.Ama bu arada gök gürültüsü, şimşek sesleri ve kara bulutların kapladığı hava nedeniyle ablasının bir gözü harman taraftaydı.Mal canın yongası…Aklı fikri harmanda,çoluk çocuğunun kışlık rızkındaydı.Hal hatır faslı bittikten sonra,Niyar,Şoför Aga’nın yanından harmana gitmenin bir yolunu düşünmeye çalışırken,Şoför Aga sohbeti iyice koyulaştırdı.Aşık İslam’dan laf açtı.

 Aşık İslam,Kars’ın Kümbetli(Ladikars) köyünden çok güçlü halk ozanıdır.İyi saz çalar ve iyi söyler.Şoför Aga’ amcasının torunu olduğu için, deyişlerini veya ondan aldığı şiirleri cebinde taşır ve gittiği yerlerde fırsat bukdukça çıkarıp okurdu. Ablasının harman telaşına aldırmadan, aşık İslam’dan aldığı ve cebinden çıkardığı Terekemelerle ilgili şiirin, önce hikayesini anlattı ve sonra da şiiri okumaya başladı.Ablası içinden,”Allah’ım bana sabır ver,” diyerek dinlemek zorunda kaldı.

 Ablasının gerginliğine rağmen Şoför Aga’nın bıyık altından gülümseyerek hikayesini anlattığı şiir, iyice yaşlanmış olan seksen beş yaşlarındaki bir Terekeme şairinin, Lelesinin mezarı başında  ve lelesine hitaben kendi halini anlattığı bir şiirdir. Şoför Aga, kendine has ve insanı rahatlatan ses tonuyla, başlığı da dahil şiir okumaya başladı. 

 Yıllardır hasret olduğu Şoför Aga!nın okuduğu Terekeme şiiri ablası Niyar’ı güldürmüştüZamanı olsa üç gün, üç gece dinlerdi.Ama harman yağışın altında kalacak, diye diken üstündeydi. Bir an önce kalksın diye Şoför Aga’nın gözünün içine bakıyordu.Ama Şoför Aga hiç oralı değildi.Şiiri okuduğunda, ablasının hafif gülümsemesinden de yüz bularak. Yemek yapmasını istedi.

  Ve şöyle dedi:

“A Niyar bajı çok acıkmışam.Bir beçe(piliç) varsa uşaklar kessin gızart.Yanına da bir samavar çay yap.Limonu da kes…Bir limonu çay içeh.”

Ablası Niyar kalkıp harmana yardım edeceği yerde kardeşinin bu pişkinliğine çok içerlemiş,ama gurbet özlemiyle yeni gördüğü Şoför Aga’nın kalbini de kırmak istememişti.Kafasında kurtarmanın da bir yolunu düşünüyordu. Artık çeresi yok.kestirip attı. Yanlarında bulunan oğluna seslenip:

 “Ay oğul, dayının ayakkabılarını düzelt,” dedi.

  Anasının talimatı ile oğlu,dayısının ayakkabılarını düzeltti.Ayakkabıları düzeltilen Şoför Aga,gülümseyerek kalkıp ayakkabılarını giyip çıktı. Şoför Aga’yı kibarca uğurlayan ablası hemen harmana koştu.

   Şoför Aga, başından geçen bu olayı kendini aşmış kişiliği ile ve kendisiyle dalga geçerek bulunduğu her mecliste insanların hoşca vakit geçirmesi amacıyla anlatırdı.Bir de uyarıda bulunurdu.”Pişkin davranışın sonu budur.Kimsenin işini engellememek gerekir.İstenmediğiniz yerde durmayın.İstenmediğiniz makamda oturmayın,” diyerek öğüt verirdi.

O gün bu gündür,biri kibarca gönderilmek istendiğinde veya kalkılması gereken bir ortam olduğunda,”Dayının ayakkabılarını düzelt” deyimi şifreli bir şekilde kullanılmaktadır.

 Terekeme kültürüne yerleşmiş olan Şoför Aga’nın bu olayından sonra,istenmeyen kimselere”dayının ayakkabılarını düzelt” demek,kibarca “Artık git,” demektir.

SONGÜL DÜNDAR’IN ROMANI “SAVAŞLARIN KADINI”

ROMANIN KONUSU:

Roman, 1828’li Türkmençay Andlaşması’nın yapıldığı yıllardır. Osmanlı birçok cephede savaşlarla boğuşmaktadır. Dağıstan, Gürcistan ve Kafkaslar’dan göç eden, Terekeme Türkmenleri Osmanlının Mecburî İskân Politikaları gereği, Kars, Çıldır Eyaleti bölgelerine yerleştiriliyor. Daha sonra, Kurtuluş Savaşı yıllarında dış güçlerin, Ermenilileri (sadık teb’a) ayartmasıyla olaylar zinciri başlıyor. Yerli halk içindeki Ermeni Çetelerinin cebir, korku ve şiddet yaratmaları sebebiyle halk göçe zorlanarak, Kars ve Çıldır Eyaleti yöresine gelip yerleşen, Terekeme Türkmenleri’nin başından geçen olayları konu ediniyor.

 

Yöreye gelip yerleşen Terekeme Türkmen Oymakları’nın, çilesi yerleştirildikleri yerlerde de bitmiyordu. O dönem Osmanlı Türkiyesi’nin başını kara bulutlar sarmıştı. Çoğu yerleşim yerlerinde halk sürgün ve perişandı. Eli silah tutan erkeklerin hemen hemen tamamı, birden fazla cephede yapılan savaşlarda vatanlarını savunmak üzere cepheye gitmişti. Yörede silahsız ve korumasız kalan yaşlılar, çoluk çocuk ve kadınlar ise savunmasız ve çaresiz kalmışlardı. Bunu fırsat bilen Ermeni çeteleri düşman güçlerinin de kışkırtması ile yörede yaşayan yerli halka rahat vermez ve her gün bir ilçeyi köyü basarak, baştan aşağı yakar, yıkar ve halkına olmadık işkencelerle, gazap ederlerdi.

 

Savaşların Kadını Romanı da Ermeni çetelerinin zulmüne uğrayan ve uğramamak için yurtlarını bırakarak dağlara ve ormanlık bölgelere kaçan köylülerin çektiği çile, işkence ve yaşanan zorlamalar ve gerçeğin dramıdır.

Bu romanda, Türk halkının Rus, Fransız, Yunan ve kimi yerde de Rum, Ermeni gibi yerli işbirlikçilerle Birleşen Ermeni çetelerinin Türkler’e yaptıkları zulmü anlatıyor. Romanda Gayri Müslim çetelerin zulmünden, kendilerini ve çocuklarını korumak için, yurt ve yuvalarından gizlice kaçarak, uğradıkları yerlerdeki mekânlarda yaşadıkları korku, açlık, susuzluk, vahşi hayvanların varlığındaki tedirginlik, çaresizlik ve içine düşürüldükleri zorluklar ele alınıyor.

 

Romanda, köylerinde katliam yapacağını haber alan köylü hanımların tamamına yakını, yaşlıları, çocukları ve işe yarayacak ne varsa yanlarına alarak ormanlık bölgelere kaçar, ormanın derinliklerine saklanırlar. Orman içinde saklanan diğer aşiret ve köylülerle, aynı gizlilik içerisinde dağ ve ormanlık bölgelerde faaliyet gösteren Türk Milis Güçleri’nin korumasına sığınırlar.

 

ROMANIN KAHRAMANLARI:

 

Asıl Karakterler

1) Ali: Roman kahramanlarından Melek Hanımın, Kurtuluş Savaşı yıllarında cepheye giden kocası.

2) Melek: Ali’nin hanımı.

3) Hür Kız: Melek ve Ali’nin kızları

4) Karabaş: Ailenin köpeği

 

Tali Karakterler:

1) Zilli: Karabaşın sevgilisi köpek.

2) Temel Teğmen: Milis Kuvvetlerinde Teğmen rütbesinde görev yapan Karadenizli bir genç.

3) Piyo Namaz: Milis Kuvvetleri komutanı

4) Leylâ: Temel Teğmen’in nişanlısı

5) Âşık Balabey: Hür Kız’ın öz amcası, babasının küçük kardeşi. Göle tarafındaki cephede savaşa katılıyor.


OLAYLAR:

Kurtuluş Savaşı yıllarında Ermeni Çetelerinin baskınlarından ve zulmünden iki küçük kızını ve henüz kundaktaki oğlunu koruyabilmek için köyünden kaçarak ormana gizlenen genç hanımın, karşılaştığı zorluklar; ve içine düşürüldüğü psikolojik sarsıntılarla tabiata karşı verdiği mücadelesi.

Annenin küçük çocuklarını Ermeni Çetelerinin vahşetinden, yabani hayvanlardan ve açlıktan koruyabilmek için verdiği mücadele.

Köpeklerin sadakati, örf âdet ve geleneklerin yaşatılması, olmayan öğünlerin bile, birlikte olduğu hayvanlarla paylaşılma konusunda çocuklarına anlattıkları ile verdiği öğüt ve eğitimler.

 

Köpeğin, kuşun ve Hür Kız’ın hayvanlarla olan muhabbeti ve onların vahşi tabiata kaşı verdiği mücadele.

Savaş içinde bulunulan durumda terk edilen güvenli bir köye yerleşme,

Bu köyde başlanılan yeni hayat, Hür Kız’ın büyüyüp serpilmesi ve on yedi yaşında başından bir evlilik geçmiş genç ile evlendirilmesi ve gerdek gecesinin hikâyesi.

Düğün günü için yapılan hazırlıklar: At, Gerdek, Toy, Şölen hakkında verilen bilgiler ve yaşatılan değerlerimiz, kanunlardan da keskin yargılarımızla, onları yaşatmak, varlığımızı devam ettirmek için verilen mücadele,

Türk tarihinde kadınların saygıdeğerliği,

Türklerde tarihten günümüze kadar gelen, kadın haklarının nasıl kullanıldığı ve bu hakların din değişmeleri, sosyalleşme, çeşitli değişimlerle sosyal farklılaşmalar sebebiyle kadınlar açısından yitirilen değerler ve sosyal hakların kullanışının sergileniyor olması.

Bütün bu çetin, zor ve mücadele dolu hayata rağmen, Türk kadınlarının dayanıklılığı, yaşamak ve gelecek kuşakları örf, âdet ve gelenekler içerisinde yaşatmak için verilen mücadele azim, kararlılık ve gönüllerde taşınan ülkü, olayları oluşturmaktadır.

 

RUH TAHLİLLERİ:

“Gün ışığında Ermeni çetelerinin etrafta kol gezdiğini çalılar arasından gören Melek Anne, yerinden kıpırdamadı. İki gün boyunca, çalıların dibinden hiç ayrılmadı. Karabaş’ın da çıkmasına müsaade etmedi. Kundaktaki çocuğunun ağlama sesi duyulmasın diye çocuğunun ağzını eliyle kapatarak engel olmaya çalıştı. İki gün boyunca annesi kucağındaki erkek kardeşiyle uğraşırken, Hür Kız da iki yaşındaki kız kardeşine eşlik ediyordu.   (DÜNDAR, Songül, “SAVAŞLARIN KADINI”, ‘Kınalı Gerdek’ s. 36)”

 

“Hem ağlıyor hem de ağıt yakıyordu: Dört beş ay önce (Nisan 1918), Kars’ın Galo Köyünde, Ermeni katliamı sonucunda Âşık Kahraman’ın yazdığı dillere pelesenk olan destan aklına gelmişti. Ermeni katliamını bütün çıplaklığı ile anlatan ve tüyler ürperten bu ağıtı hem söyledi hem de dakikalarca ağladı:

 

Hey ağalar nasıl diyem derdimi!?.

Bu zulumun sonu arşa dayandı.

Ermeni İslâm’ı gırdı taladı,

Mazlumun amanı arşa dayandı.

 

Galo’nun Köyü’nü bastı cenk açtı,

Mitralyoz, tüfenkle od ateş saçtı,

Ana evlâdıyla dağlara kaçtı,

Sebinin figanı arşa dayandı.

 

Mevlâ’nın takdiri erişti başa,

Sahip çıkamadı gardaş gardaşa,

Üç yüz atmış canı attı ataşa

Yanan cani dumanı arşa dayandı.

 

Bir cenaze gördüm kan olmuş yüzü,

Portlamış kenara sıçramış gözü,

Üç yüz altmış canın sönmemiş közü

Yanan can dumanı arşa dayandı.

 

Bir yiğit vurmuşlar parmaklar gamış,

Giderken düşmanlar yolunu kesmiş

Ermeniler tike tike doğramış

Hançer, kılşıç kanı arşa dayandı.

 

Bir gelini gördüm ayağa kalkmış,

Sandım ki canlıdır gözüme bakmış,

Ermeni çiviynen direğe çakmış,

Mısmar çivi ünü arşa dayandı.

 

Bir hamile kadın davranmış kaça,

Ermeni eylemiş hep parça parça,

Kılıç ile vurmuş bölünmüş kalça,

Akan kızıl kanı arşa dayandı.

 

Çocuğu karnından çıkarmış bakar,

Can teslim etmeden süngüye takar,

Bebeğin figanı dağ taşı yıkar,

Dağın taşın şanı arşa dayandı.

 

Tanrı Ermeni’ye vermiş fırsatı,

Katliamlar yapıp kırar milleti,,

Ruz i kıyamete kaldı müddeti,

İntikamın günü arşa dayandı.

 

KAHRAMAN, kan ağlar bir serin duman,

Çatan bu zaman ki ol ahir zaman,

İslâm’a yâr olsun ahrete iman,

Kâfirin isyanı arşa dayandı.

(DÜNDAR, Songül, “SAVAŞLARIN KADINI”, ‘Kınalı Gerdek’ s. 79–80)”

 

PSİKOLOJİK, ÇEVRE TAHLİL ve TASVİRLERİ:

Romanda çevre tasviri ve canlılık adeta karşımızda tuvale çizilmiş bir tablo gibi durmaktadır.

 “Piyo Namaz, temin ettiği bir öküz arabasına bindirdiği ailesiyle birlikte, Leylâ’nın ve Hür Kız’ın ailesini düşman tehlikesi az olan bir köye yerleştirmek üzere yola çıkardı. Onlarla birlikte gelmek isteyen çadır kentteki birçok aile, kader birliği yaparak sonu meçhûl olan yolculuğa koyuldular.

Piyo Namaz’ın kendisi ve komutasındaki Milis Güçleri, yollarda Ermeni çeteleri ile günlerce savaşarak, o köy senin bu yayla benim derken, buldukları boş bir köyde durmaya karar verdiler. Durdukları köy, Kars’a bağlı Selim Kazası’nın Yenice köyüydü. “DÜNDAR, Songül, “SAVAŞLARIN KADINI”, ‘Kınalı Gerdek’ s. 123)”

 

“Kars Kalesi, mağrur duruşuyla şehrin içindeki bahçeyi ve Kars’ı sanki kanatlarının altına almış gibiydi. Tarihi eserlerin ve manzaranın seyrine doymak mümkün değildi. Müzik bile vardı. Köşedeki çay ocağının kurma kollu gramofonundan taş plağın sesi yükseliyordu. “DÜNDAR, Songül, “SAVAŞLARIN KADINI”, ‘Son Beşik’ s. 143)”

 

 “Küçük kızı kardeşini kıskanmıştı. Yüzünü buruşturarak bana söylemedin ki dedi. Bunun üzerine annesi de ona uyuması için şu laylayı söyledi:

“Layla dedim günde men,

Kölkede men künde men,

İlde gurvan bir olur

Sane gurvan günde men.

 

Layla beşiğim layla,

Öğüm eşiğim layla,

Senin yattığın yere,

Güller döşeyim layla.

 

Layla balam ay layla

Gözel balam ay layla

Layla balam ay layla

Kızım balam ay layla

(DÜNDAR, Songül, “SAVAŞLARIN KADINI”, ‘Kınalı Gerdek’ s. 46-47)”

 

“Her bölgede Türk Milis Kuvvetleri vardı. Kars, Ardahan, Çıldır ve Göle bölgesinde Türk Milis Gücü olarak  “Güney Batı Kafkas Cumhuriyeti Millî Şurası”  bulunuyordu. Türk köylerini ve köyden kaçanları Ermeni baskınlarından korumak için Göle ormanlarında da Millî Şuraya ait kuvvetler olduğunu herkese anlatıyordu. Melek anne bunu köyden çıkmadan birkaç gün önce öğrenmişti. “Allah yardım etse de onlara rastlasam” diye içinden geçirdi. İyi düşünmek ve doğru karar verebilmek için, o gün, yerinde kalmaya karar verdi.” (DÜNDAR, Songül, “SAVAŞLARIN KADINI”, ‘Kınalı Gerdek’ s. 57)”

 

 

KİTAP HAKKINDA:

Savaşların Kadını Romanı, üç bölümde ele alınıyor:

Kınalı Gerdek,

Son Beşik,

Ana Yüreği”

Kitap, Türk halkının yaşama biçimi, örf, âdet, gelenekler, bu değer yargıları, inanç içinde, hayatı anlama ve anlamlandırma ve hayata bakış açıları ele alınıyor.  Bu değerlendirme içinde insanımızın hayvanlara olan sevgisi, hayvanların insanlara olan sadakati, insanımızın, tabiata bakışındaki yüce değerler, insanî ölçüleri de sergileniyor. Bu anlayış ve bakış açısı içerisinde akrabalar arasındaki sadakat, bağlılık, yardımlaşma, komşuluk ilişkileri, gibi konulara da açıklık getirilerek, örnek davranışlar sergileniyor.

Kitap sadece bir roman değil, okuyucu üzerinde pedagojik formasyonu gerçekleştiren etnografik değerleri de ele alan bir üniversite kürsüsü gibidir. Bu roman edebiyatımızın tarihine, etimolojisine, filolojisine, katkılar sağlayan bir edebiyat literatürüdü ve edebiyat tarihidir.

Romanla düğünlerimiz, toylarımız, şölenlerimiz ile Türk milletinin tabiata, bitkilere ve hayvanlara olan sevgi, anlayış, duyuş, düşünüşündeki özellik ve güzelliklerin sergilenişi.  Özellikle haşır neşir oldukları at, köpek, kedi, kuşlar, ağaç sevgisi, orman, ormanlık bölgenin yabani hayvanlarına olan tavırları ve anlayışları edebiyat tarihine ve insanlık tarihine kaynaklık edecek, bir belgesel niteliğindedir.

Roman, Türk Edebiyatının önemli bir kaynağını teşkil etmektedir.

 

“SAVAŞLARIN KADINI”, ROMANINDA VURGULANANLAR

Töreyi yansıtan, eğitici, öğretici, genç nesillerle geleceğimizi oluşturacak genç kuşağımıza ufuk açıcı etnografik özellikleri içinde barındıran, paragraflardan seçilmiş örnek parçalar:

“Gerdek çadırına “Otağ” denir. Düğün bitip, herkes dağılmadıkça otağın kapısı asla açılmaz. Günümüzde de otağın açarı (anahtarı) yalnız gelin yengesinin belindeki gümüş kemerde, takılı olur. Gelinin otağa girmeden yüzünün duvağı ile tebrikleri kabul etmesi için, otağın dışında ayrıca bir gerdek köşesi kurulur. (DÜNDAR, Songül, “SAVAŞLARIN KADINI”, ‘Kınalı gerdek’ s. 9)”

 

“Ana kutsaldır. Ana üretkendir. Ana ailenin verimli toprağıdır. Gelin, aile toprağının en tazesi ve en bereketlisidir.  Onun içindir ki; gelin kıymetlidir. Geleneğimizde gerdek hazırlığı, geline verilen değerin bir ölçüsüdür. Gerdek gelinin ağırlama yeridir.  Tebrikleri kabul ettiği ve kutsandığı özel makamıdır. Gerdek murattır. Diyen Toy Anası, genç kızlara dönerek şöyle diyordu:

“Gerdekte kullanılan her şeyin bir anlamı vardır. Örneğin tavanda sarkan tülün kınalı olmasının bile özel bir anlamı vardır. Tüldeki kınadan ötürü bu tür gerdeklere “Kınalı Gerdek”  adı verilir. Gerdek hiç kimsenin bir şey sormasına fırsat vermeden her şeyi anlatan bir tablo gibidir. (DÜNDAR, Songül, “SAVAŞLARIN KADINI”, ‘Kınalı Gerdek’ s. 10)”

 

“Müjde yastığı gelenektir. Gelin arabasının gelmek üzere olduğunu haber vermek amacıyla, kullanılan bir simgedir.  Kız yengesi tarafından hazırlanır. Gelin baba evinden çıkar çıkmaz, müjde yastığını alıp yola koyulan kişi, küçük boyuttaki bu yastığı damat evine getirdiğinde, gelinin yaklaştığı anlaşılır. Böylece gelini karşılamak için damat evinde son hazırlıklar yapılır. (DÜNDAR, Songül, “SAVAŞLARIN KADINI”, ‘Kınalı gerdek’ s. 13)”

 

“Bütün hayvanlar, Tanrı’nın insana verdiği çok büyük nimettir; ama atın yeri bir başkadır. At, Allah’ın insana bahşettiği en asîl hayvandır. Atın biz Türkler için apayrı bir değeri vardır. Atı Türkler evcilleştirmişlerdir. Türkler için at, mukaddes ve vazgeçilmez bir hayvandır. Türkler tarih sahnesinde at üzerinde bir ulus olarak tanınmışlardır. Türkler tarihi atlarla yazmışlardır. Türklerin hayatları atlarına bağlıdır. At ile Orta Asya’da tanınmışlardır. YİĞİTLER KAHRAMANLIKLARINI ATI ile BERABER ALIRDI. Türk prenslerinin ve kahramanlarının atları, hayatlarında günlük refakatçileri olarak yer alırdı. Oğuz destanlarında kahramanların at ile olan kardeşliğinden bahsedilmiştir. (DÜNDAR, Songül, “SAVAŞLARIN KADINI”, ‘Kınalı Gerdek’ s. 18)”

 

“Genç Osman atı öldüğünde sarayın önüne mezar yaptırmıştır. Türkler ata ne kadar önem vermişlerse, atlar da Türkler’e o kadar sadık kalmıştır. Oğuz Beyi Bamsı Beğrek on altı yıl kaldığı zindandan çıktığında  atının onu hâlâ bıraktı yerde beklediğine  hayretler içinde tanık olmuştur. At o kadar değerlidir ki Orta Asya’daki Türkler’in tek içkisi kısrak sütünden yapılan Kımızdır. At ozanlara da ilham kaynağı olmuştur. Köroğlu’nun atının denizden çıktığına inanılırdı. At Türkler için çok değerlidir. Türkler çok değer verdikleri kimselere at hediye ederler.” (DÜNDAR, Songül, “SAVAŞLARIN KADINI”, ‘Kınalı Gerdek’ s. 19)”

 

Tandır: Yere çukur kazılarak yapılır. Yapımında kırmızı toprak, balçık veya çorak toprakla samanın karışımından oluşur. Kuyunun derinliği beş karış (yaklaşık 100cm), taban çapı 4 karış (yaklaşık 80cm) ve ağız çapı 3 karış ( yaklaşık 60cm.) olan kesik huni (koni) şeklindedir.

Lögün tandır çamurun sıva kısmında olanından yapılır. Tandırın içi löğün ile sıvandıktan sonra yassı bir taşla hafif çizecek şekilde tesviye edilir. Löğün ne kadar özenle yapılırsa tandır o kadar verimli olur.

Ekmek, lavaş, kete, gılik, peksiment gibi birçok şeyler pişirilir. “DÜNDAR, Songül, “SAVAŞLARIN KADINI”, ‘Kınalı Gerdek’ s. 97-98)”

 

 

“Kadını güzel yapan şey ne saçı ne vücudu ne de kaşı gözüdür. Kadını asıl güzel yapan sevgisini paylaşabilmesi, fedakârlığı, karşılık beklemeden verdiği emeği, sınırsız sorumluluğu toplumsal duyarlılığı, barışçıl olması, engin anlayışı, sadakati, kalbini de katarak kullandığı aklı ve ana olma özelliğidir. “DÜNDAR, Songül, “SAVAŞLARIN KADINI”, ‘Ana Yüreği’ s. 193)”

 

“İslâmiyet Öncesi Türk Kadını: Yaratılış Destanında: Yaratana ilham veren “Ak Ana “ adında bir kadındı.

Eski Türk Destanlarında “Hatun ve Han” Gök ve yerin evlâdıdır. Kadının yeri yedinci kat göktür. Yani en üst makamdır.

Oğuz Kağan Ata’nın iki eşinden biri Kutsal bir ağaçtan, diğeri de gökten inen mavi bir ışıktan doğduğuna inanılır. 

Eski Türk Destanlarında kadın erkeğin her daim yanındadır. Kadın erkeğin güç ve ilham kaynağıdır.

Bilge Kağan Kitabesinde: “Sizler Anam Hatun, büyük annelerim, hala ve teyzelerim, prenseslerim…” sözleriyle başlar.

 

Arap Gezgin İbn i Batuda şöyle der: “Burada tuhaf bir şeye şahit oldum ki, o da Türkler’in kadınlarına gösterdiği hürmettir. Burada kadınların kıymet ve derecesi erkeklerinden daha üstündür.

Kağan fermanları yalnız: Kağan Buyuruyor ki …” diye başlıyorsa kabul olmazdı.

Yabancı devletlerin elçilerinin kabulünde Hatun ve hakan birlikte otururlardı.

Tören ve toylarda hatun hakanın solunda oturur, siyasî ve idarî görüşlerini beyan ederdi.

Çin ile yapılan Antlaşmayı Mete Han’ın Hatunu imzalamıştır.

Secere i Terakkime de Oğuz ilinde yedi Kız’ın uzun yıllar Beylik yaptığı anlatılmaktadır.

Türkler’de kadının yüceliği göstermek için koca bir dağın yüceliğine, tepesine, onun adını vermişlerdir. Altay Dağları’nın en yüksek tepesine “Kadınbaşı” ismi derilerek taçlandırılmıştır. Bu da Türklerin kadını ne kadar yüksek ve yüce gördüğünün bir delilidir.

İslâmiyet Öncesinde Türklerde kadın, miras hakkına sahipti. Kadına ait mülkiyeti kadın istediği gibi tasarruf edebilirdi.

İslâmiyet öncesinde Türkler’de koca kadını boşayabildiği gibi, kadın da kocayı boşama hakkına sahipti.

İslâm ahlâkında ise kadın ve erkek eşittir. Allah katında erkek ve kadının birbirlerine üstünlüğü yoktur. Tek üstünlük inançtadır… “DÜNDAR, Songül, “SAVAŞLARIN KADINI”, ‘Ana Yüreği s. 195)”

 

“SAVAŞLARIN KADINI”, ROMANINDA TEKNİK YAPI

 

Türk Edebiyatında Hikâye ve Romancılık

Avrupaî tarzın ilk HİKÂYE ve ROMANCILARI Ahmet Mithat Efendi, Emin Nihat Bey, Şemseddin Sami Bey’dir.

Ahmet Mithat Efendi neşirlerinde 1870 yılında KISSADAN HİSSE, LETAİF i RİVÂYET’in ilk beş bölümü ile başlar. 1873’te başlayıp,  1875’te biten Emin Nihat Bey’in MÜSAMERETNAME’si ikinci teşebbüstür. 1875’te ŞEMSETTİN SAMİ’nin TAAŞŞUK i TALAT ü FİTNAT’ıdır.

Modern hikâyenin Türk Edebiyatındaki temsilcisi ise Halit Ziya UŞAKLIGİL ve Haldun Taner’dir. Türk hikâyeciliği, ilk olarak İlk Çağlarda (MÖ 2000li yıllar), Orta Asya’da Kusutsaydam denilen bölgede Orhun ve Selenga ırmaklarının suladığı alanda Binbuda Kütüpanesi’nde bulunan Uygurca, Samoyetçe, Sankritçe olarak en eski metalik kılişe harflerle matbaa baskılı olarak basılan kitaplar, hikâyeleridir. ( Kaynanam Kara Papam Kara, İkiz Kardeş Hikâyeleri) Bunlar Anadolu’da masala ve tarihî eserlere girmiştir. Bunlar da:

Oğuznâmelerimiz,

Dedekorkut Hikâyelerimizdir.

Sonraki yüzyıllarda ise bunu:

Leylâ ile Mecnûn,

Ferhat ile Şirin,

Yusuf ile Züleyha,

Arzu ile Kamber, …vb hikâyelerdir. Bunlar Türk halkı üzerinde PEDEGOJİK bir formasyonu da yerine getirmiştir. Hoşa giden, eğlendirici anlatımlar olarak gelişen hikâyeye, bu anlamıyla Homeros destanlarının ve Heredot tarihinin anlatımlarında da rastlanır.

Ortaçağ ’da özellikle Hindistan’da “Bin bir Gece Masalları” ile sağlam bir hikâye anlatım geleneğinin varlığı bilinmektedir. Bu gelenek Arapça’dan yapılan çevirilerle Avrupa’ya yayılmıştır; ancak bu çağ Avrupa’sında yaygın olan hikâyeleri, masal, efsane, rivayet anlatımlarından ayıramıyoruz.

Aynı yüzyılda, Tanzimat’ın ilanını takiben Batı’nın etkisiyle edebiyatımıza giren modern hikâyeden önce Türk Edebiyatının yüzyıllar süren sağlam bir hikâye geleneği vardır.

Bir kısmı günümüzde de yaşayan halk hikâyeleri, meddah hikâyeleri, halk masalları bu geleneğin tanıklarıdır. XIV. ve XV. yüzyıllarda yazıya geçirildiği sanılan Dede Korkut Hikâyeleri, çağdaş hikâye tekniğine yakın kurgusu ve planıyla Türk edebiyatının bir kısım anlatımlarda Batı’dan ileride olduğunu gösteren eserlerdir. Hikâye kelimesi ilk olarak Tanzimat’ta “roman” karşılığında kullanıldı. Bugünkü anlamda hikâyelere ise “küçük hikâye” denildi.

Haldun Taner; “Hikâyeyi romanın kısası, romanı hikâyenin uzunu sanmak bence yanlıştır; hem “hikâye”nin hem de “roman”ın ayrı özellikleri vardır. Tekniği başka işleyişi başka üslubu başka iklimi başka…”  diyor.

 

Songül DÜNDAR’ın hikâyeleri ve romanında geçen olay, olaylar gerçek hayatın birçok karelerinden ibarettir. DÜNDAR romanın konusunu iyi seçmiştir. Kurguları, olayları, tahlilleri, ruhsal durumları, çevre ve çevre tasvirlerini yerinde ve zamanında kullanabilmiştir.

 

 

ANLATICILAR TİPİ (TİPOLOJİSİ, KARAKTERİ)

1.Anlatıcı Tipi (Karakteri)

Anlatıcı eser ile karşılaşıldığında ilk tanışılan karakter eseri, nakledendir. Burada söylenilen hususun sadece kurgulu metinleri kapsamadığı açıktır. Kurgu metinlerin sistemli incelenmesi yapıldığında da anlatıcı veya anlatım vasıtası olarak adlandırılan lengüistik figürün, büyük bir önem ihtiva ettiğini söylemek mümkündür.

Roman sanatının temeli, bakış açısına göre, onun problemi üzerinde yükselir. Bunu görmemezlikten gelen yazar, üzerinde durduğu temâyı ve anlamı aktarmada yeterince başarılı olamaz. Anlatımın seviyesinin tespitinde karşılaştığımız yapıların içerisinde, kurgu anlatılanların en temel unsuru olan anlatıcı, anlatıcıları hem dış anlatıcı hem de iç anlatıcı olarak görebiliriz. Bunların her ikisi de anlattıkları metin içerisinde, pozisyonlara göre iki başlık altında toplanırlar:  Şayet bir anlatıcı, anlattığı romanın katılımcılarından biri ise, “benzer anlatıcı” dır. Anlatıcı anlattığı roman ve hikâyenin dışında kalan, katılımcılarından biri olmadığı bir konumda ise, o taktirde “benzer olmayan anlatıcı” olarak isimlendirilir.

Micke Bal’in Adlandırmasıyla:

A: Dış Anlatıcı (Sınırsız)

B: Karakter Anlatıcı (Sınırlı).

Benzer ayrımla da:

a) Ben Anlatıcılar 

b) Üçüncü Kişi Anlatıcılar olarak tespit etmem mümkündür.

 

Bu bilgiler ışığında romana yaklaştığımızda anlatıcı, bu kurgu dünyasının varlıklarından biridir.  Romanda anlatıcı tipi, üçüncü kişidir.  Anlatıcı, yaşananları duyuyor, olayları dinliyor; ve başkasının ağzından üçüncü şahıs olarak aktarıyor. Anlatımlarda, öğrenilen geçmiş zamanLI (Mişli Geçmiş Zaman) bir yaklaşım vardır. Kimi zaman GÖRÜLEN GEÇMİŞ ZAMANLI (Dili Geçmiş Zaman) bir anlatım da göze çarpar.

Metin aktarımında, zamanların belirlenmesi, anlatıcı tipinin tespiti için önemli bir ipucudur. Bu romanda anlatıcı, “öğrenilen geçmiş zaman” üçüncü şahıstır. Romanda anlatıcı tipini ele veren önemli ipuçlarından biri de, anlatıcının roman kahramanını gözlemleyip, konuşmaların kaçıncı şahıslarla ilgili olduğuna bakıp, onların söylediklerini, yaşadıklarını, hal ve hareketlerini konuşmalarının özelliklerin çıkarabilmesidir.

Songül DÜNDAR üçüncü şahıs anlatımcısıdır:

 

“Melek Ana, kızının gelin duvağını okşayıp öptü. Sevinçle üzüntü karışımı gözyaşı döktü. Gözyaşlarını sildi ve bizzat yaşayarak öğrettiği hayat hakkında tavsiyelerde bulundu:

“Kızım mücadeleci ol. Ağlasan da gözyaşını silmesini bil. Yoksa sütümü helâl etmem.

Sana güveniyorum ve başarılı olacağına inanıyorum. Dilerim mutlu olursun.” … Ben düşman boyun eğmeden, seni “Hür Kız”  olarak yetiştirdim. Şimdi “Hür Kız “olarak uğurluyorum. Bundan sonra da “Hür Ana” olarak görmek istiyorum” dedi.

“DÜNDAR, Songül, “SAVAŞLARIN KADINI”, ‘Kınalı Gerdek’ s. 128)”

 

“Kınalı Gerdeğin simgelediği kınalı tülbendi aradı. Hırsla çekip aşağı indirdi. Yumruklarını sıkarak : ( FELEK NEYİN VARSA AL DA GEL!..) DİYEREK FELEĞE MEYDAN OKUDU. Aha, düğümler tanık olsun diyerek her bir düğüme bir anlam yükleyerek:

 

Bu hayatı olduğu gibi ve tüm gerçekleriyle kabul ettiğim için;

Bu pes etmeyeceğim ve mücadeleden vazgeçmeyeceğim için;

Bu sabırlı ve azimli olmaya and içtiğim için;

Bu kendime güvenim için;

Bu mutluluk ve başarıda kararlılığım için;

Bu, iffetim ve namusum ve kadınlık değerlerim için;

Bu “Hür Ana” olmaya and içtiğim için;

El mi yaman bey mi yaman görsünler.” dedi.

“DÜNDAR, Songül, “SAVAŞLARIN KADINI”, ‘Kınalı gerdek’ s.134)”

 

Kişiye dayalı anlatımlarda anlatıcı, karakterin fizyolojik özelliklerini, genç yaşlı dış görünüş ile ilgili giyim ve kuşamına önem vermesi, eğilimleri, duruşu, bakışı, insan üzerinde bıraktığı izlenimler ve ismi verilmelidir. Bunlar anlatıcıya aktarılan önemli unsurlardır.

 

Yazar, yani anlatıcı, roman katılımcılarından biri olarak;

a) Karakteri fizyolojik bakımından tanıtması,

b) Kahramanın ismi ve ailesi hakkında az çok bilgi vermesi,

c) Aktörün, öğrenmeye yani bilgi edinmeye açık olmasını söylemesi gibi unsurlar anlatıcının tipini veren önemli ipuçlarıdır.

 

Anlatıcı roman kahramanının içsel duygularını anlatmak için, onun iç dünyasına inmiş, gizli duygu ve düşünceleri anlatma yoluna gitmiştir. Bu açıdan anlatıcı:

1- Doğrudan (bağımsız, dolaysız) konuşma aktarımını,

2-Olay örgüsünde, karakter, tasvir vb. hususlarda, “otoriter bir anlatışı” seçmemesi vb. durumlarda anlatıcı tipi  “üçüncü şahıs” dır.

 

Birinci (Ben) Kişi Anlatımcısı:

Anlatım Seviyesi

Roman, anlatım seviyesi bakımından değişik bir konumlamadadır. Bu konumlama; anlatıcının kurgu metnin bir katılımcısı olması, dolaysız konuşma tekniğinin ön planda olması ve müdahale sınırının sıfır düzeyinde olması gibi unsurların niteliklerinden anlamak mümkündür.

Roman:

A) Temel Metin

B) Alt Anlatımlar (Metinler)

Temel metin, çerçeve metin, anlatıcının metnidir. Anlatıcı, roman kahramanı değildir. Olay örgüsünü, kurgu metni nakleden dinleyen kişidir. Bu durum, anlatıcının konum ve bakış açısını mekân, zaman, ritmik oluşumların yapısında değişmelere, yapısal nitelikler kazanmasına, zengin kurgusal yapının veya tersi durumun ortaya çıkmasına ve bunların belirginleşmesine sebep olmaktadır.

Olayın anlatıcısı üçüncü şahsın, aktörün yaşamı, fiziksel yapısı, duygu dünyası (aşk dünyası), gelecek tasarımını kurgusal ve ritmik yaklaşımlarla anlatmıştır. Temel metnin anlatıcısı olan anlatıcı, anlatım zamanlarında kimi yerde sıçramalar yapmıştır. Yer (mekan) tasvirlerinde ise başarılı değildir. Olayın geçtiği yer (köy, orman, doğa), anlatıcının projektörüne yansımıştır. Tasvirler genellikle, doğa ve insan üzerinde yoğunlaşmıştır.

 Bağımsız (Dolaysız konuşma) aktarımı ile anlatıcı, direk aradan çekilerek aktör ile alıcı aktarıcının varlığına hiç ihtiyaç duymadan, iletişim kurarlar. Diyaloglarda anlatıcı, muhatap konumundadır; ancak müdahil; veya dolaylı bir aktarıcı konumunda değildir. Diyaloglarda belirginleşen en önemli noktalardan biri de anlatıcının “anlatıcı” konumundan çıkarak “kişi” seslenmesidir:

 

 

SANATÇININ ESERLERİ:

 

1) 2008, Mart, DÜNDAR, Songül, “Şoför AĞA” (Hikâyeler), ISBN: 975-605-0068-00-9, Kitap Matbaası, Babıali Cad.No:14, Cağaloğlu/İstanbul, Tel: 0212 528 33 14 – 0212 527 79 82, Cinius Yayınları, Çağdaş Türk Yazarları. 224 s.

2) 2009, DÜNDAR, Songül, “ŞAVAŞLARIN KADINI ”  (Roman), ISBN: 978-605-4177-36-3, Kitap Matbaası, Cinius Yayınları, Çağdaş Türk Yazarları. 24O s.

 

FAYDALANILAN KAYNAKLAR

 

1) 2008, Mart, DÜNDAR, Songül, “Şoför AĞA” (Hikâyeler), ISBN: 975-605-0068-00-9, Kitap Matbaası, Cinius Yayınları, Çağdaş Türk Yazarları. 224 s.

2) 2007, DÜNDAR, Songül, “ŞAVAŞLARIN KADINI ”  (Hikâyeler), ISBN: 975-605-0068-00-9, Kitap Matbaası, Cinius Yayınları, Çağdaş Türk Yazarları. 24O s.

 [email protected]

 

Yazar: ABDULLAH ÇAĞRI ELGÜN

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör