Soner Yalçın

Gazeteci, Yazar

Doğum
-
Eğitim
Hacettepe Üniversitesi Sağlık İdaresi Yüksek Okulu

Gazeteci-yazar. 1 Ocak 1966, Çorum doğumlu. İş adamı Mehmet Ali Yalçın ve ev hanımı Cemile Yalçın'ın oğulları olarak dünyaya geldi. Anne tarafı Tercanlı, baba tarafı ise Horasanlıdır. Hacettepe Üniversitesi Sağlık İdaresi Yüksek Okulu mezunudur.

Gazeteciliğe 1987 yılında 2000’e Doğru dergisinde başladı. Uzun süre Ankara bürosunda muhabirlik yaptı. 6 Mayıs 1990'da derginin Ankara İstihbarat Şefliğine getirildi. 1993-94 yılları arasında günlük gazete olarak çıkan Aydınlık'ta çalışmaya başladı. 1995'te haber araştırma müdürü iken ayrıldı. Bir ara Doğan Yurdakul'un Siyah – Beyaz gazetesinde çalıştı.

1996 yılında televizyonculuğa geçiş yapıp Show TV, Star TV (haber müdürü), CNN Türk gibi televizyon kuruluşlarında görev aldı. Bir süre Sabah gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. CNN Türk'te Cüneyt Özdemir'le birlikte 5N 1K adlı programı hazırladı. Kurtlar Vadisi adlı dizinin ilk iki yılında konsept danışmanlığını üstlendi. CNN Türk'te yayınlanan Oradaydım adlı politik belgeselin hazırladı. 4 Şubat 2007 tarihinden itibaren Hürriyet gazetesinde, pazar günleri “Not Defteri” adlı köşesinde yazmaya başladı, Mart 2012'de işine son verildi. Yabancı gazetelerde makaleleri yayımlandı, çeşitli yerli ve yabancı belgesel ve televizyon programına katkıda bulundu.

Odatv davası kapsamında 14 Şubat 2011 tarihinde tutuklanan Soner Yalçın, yaklaşık 22 ay sonra 27 Aralık 2012'de tahliye oldu. Halen Sözcü gazetesi ve Odatv İnternet sitesinde yazılarına devam etmektedir. Soner Yalçın'ın, avukat Feza Kutanoğlu ile evliliği 10 yıl sürdü ve bu evlilikten Aren Soner (d. 2000) adında oğlu vardır.

ESERLERİ:

Binbaşı Ersever’in İtirafları (1994, 10. bas. 2005), Millî Nizam'dan Fazilet'e: Hangi Erbakan? (1994), Behçet Cantürk’ün Anıları (1996), Reis: Gladio'nun Türk Tetikçisi (1997),  Bay Pipo - Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas (1999), The Özal - Bir Davanın Öyküsü (Mehmet Ali Birand ile, 2001), Teşkilat’ın İki Silahşoru - Biri Meşrutiyet’in Silahşoru Dede Yakub Cemil Diğeri Cumhuriyet’in Silahşoru Torun “Yakub Cemil“ (2001), Reis - Gladio’nun Türk Tetikçisi (Doğan Yurdakul ile, 2003), Efendi - Beyaz Türklerin Büyük Sırrı (2004; 57. bas. 2005), Efendi 2 - Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı (2006), Siz Kimi Kandırıyorsunuz! (2008), Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor (2009), Samizdat (2012), Erbakan: Eziyet Edilerek Yalnızlığa Yükseltilen İnatçı Bir Siyasal Liderin Portresi (2012), Kayıp Sicil: Erdoğan'ın Çalınan Dosyası (2014), Galat-ı Meşhur: Doğru Bildiğiniz Yanlışlar (2016).

KAYNAK: İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009), "Babamla birlikte uyumayı özledim" (Hürriyet. 14 Kasım 2012).

KÜRT AÇILIMI’NIN LEYLA ZANA’NIN EVLİLİĞİYLE NE İLGİSİ VAR?

SONER YALÇIN

KÜRT AÇILIMI’NIN LEYLA ZANA’NIN EVLİLİĞİYLE NE İLGİSİ VAR?

 

Mehdi Zana, Mehmed Uzun, Canip Yıldırım, Musa Anter, Şivan Perver gibi sosyalist Kürt aydınlarının evlilikleriyle, son dönemde dinci şeyhlere, toprak ağalarına, gerici yönetimlere methiye düzülmesi arasında nasıl bir ilişki olduğunu irdelemek istiyorum. Evet işin sırrı evlilikte...

 

 BİR dönemdir kafamda yer eden bir soruyu sizinle paylaşmak istiyorum: Kürt toplumu neden entelektüel birikim yaratamadı?

“Açılım” sürecini yaşadığımız bugünlerde bu soru çok önemlidir.

Çünkü entelektüel birikimin yaratılamaması çözümsüzlük kaynağıdır.

Bugün ne yazık ki bazı DTP’lilerin sözleri ve tavırları bunun göstergesidir. Yeni düşünsel oluşumlar yaratamayanlar, “mahalli dili” aşamayan milliyetçi tavırlarla, sorunu içinden çıkılmaz hale getiriyor.

Bu durum “Kürt kimliğinin” oluşumuna da zarar veriyor.

Ve...

Bu nedenle aşiret yapısını aşamıyorlar.

Bu nedenle feodal dinci ilişkileri sürekli yüceltiyorlar. Bugün “Kemalist Cumhuriyet’i gerici” bulan bazı Kürt aydınlarının, toprak ağalarına, dinci şeyhlere-şıhlara övgüler düzmesinin sebebi nedir?

Bu nedenle kurtuluşu Batı hegemonyasında arıyorlar. Bugün “Türkiye’yi emperyalist” gören bazı Kürt aydınlarının, İsrail’in, ABD’nin himayesi altına girme istekleri nasıl açıklanabilir?

“Kürt milliyetçiliği” yanıtı tek başına pek ikna edici değildir.

En iyisi bu soruyu somut bir örnekle biraz açayım...

 Sosyalist Kürtlerin evlilikleri

Üç Kürt aydınının; Mehdi Zana, Canip Yıldırım ve Mehmet Uzun’un hayatından minik bir kesit sunayım:

Sosyalist Mehdi Zana, 1963’te Türkiye İşçi Partisi’nin Diyarbakır kuruluşunda öncü rol aldı. Silvan İlçe Başkanlığı yaptı. Doğu Mitingleri’nin organizasyonunda görev aldı. 12 Mart 1971 darbesinde cezaevine atıldı. 1977’de Diyarbakır’dan bağımsız belediye başkanı oldu.

Böylesine donanımlı sosyalist bilinçte biri kiminle evlendi; dayısının 14 yaşındaki kızı Leyla Zana’yla! Aralarında 21 yaş fark vardı!..

Sosyalist Canip Yıldırım, Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Fransa’da master yaptı. Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşunda yer aldı. Cezaevinde bile papyon takanCanip Yıldırım kiminle evlendi; dayısının kızı Selma’yla!

Sosyalist Mehmed Uzun, 1977’de zorunlu olarak Türkiye’den ayrılıp göç dönemi yaşadı. Yıllarca İsveç Yazarlar Birliği üyeliği yaptı. Uluslararası Pen Kulüp’te çalıştı. Romanlar yazdı. Uzun yıllar Avrupa’da yaşayan Mehmed Uzunkiminle evlendi dersiniz; amcasının kızı Zozan’la! Aralarında 20 yaş fark vardı...

Sayının üç kişiyle sınırlı olduğunu düşünmeyiniz.

Liste kabarık... Sosyalist Şivan Perver akrabası Gülistan ile dünya evine girdi. Vs. vs...

Sosyalist Musa Anter akraba evliliği yapmadı. Ama bakın “Hatıralarım-1”kitabında evliliğe bakışını nasıl yazıyor: “İstiyordum ki evleneceğim hanımın ailesi Kürt kökenli olsun; örf ve âdetlerimize uysun.”

Sosyalist Musa Anter bu nedenle İslamcı-yazar Abdurrahim Rahmi Zapsu’nun Avusturya Saint George Okulu’nda okuyan kızı Ayşe Hale ile evlendi!

Tıp doktoru, Sağlık Bakanı, Kürt aydını Yusuf Azizoğlu ölen amcasının eşiyle evlendi.

Bucak Aşireti’nin en “okumuşu”; İstanbul Üniversitesi ve Belçika’da hukuk tahsili gören Mustafa Remzi Bucak amcasının kızı Zehra ile evlendi.

Uzatmayayım...

Sebep Kürt milliyetçiliği mi?

Anlatmak-vurgulamak istediğim bölgedeki akraba evlilikleri değil. Geçen hafta toprağa verilen Şeyh Said’in torunu Abdulmelik Fırat’ın amcasının kızıyla evlenmesi gibi örnekler konumuz dışı.

Benim anlamadığım; sosyalist bilince sahip, Avrupa görmüş, önemli üniversitelerde okumuş insanların bile bu feodal/gerici kültüre boyun eğip akraba evliliği yapmalarıdır!

Bakınız sayı bir-iki kişiyle sınırlı değildir. Çoktur.

Burada “Niye” sorusu önemlidir. Niye bu tür evlilikler yaptılar, yapıyorlar?

Bu soru bugün yaşadığımız süreci anlamamıza yardım edecektir.

Çünkü...

Bu evlilikler sonucu mudur ki, bugün Kürt aydınları bölgedeki gerici/feodal yapıya hiçbir itiraz/eleştiri getirmemektedir?

Örneğin...

Kuzey Irak’ta bir erkeğin dört kadını almasına izin veren yasayı onaylayanMesut Barzani’ye niye hiçbir Kürt aydını karşı çıkmamaktadır?

Sebep sadece Kürt milliyetçiliği ile açıklanabilir mi?

Kavramsal tartışmalara girerek kafa karışıklığı yaratmak istemem ama, tarihsel sürece baktığınızda milliyetçilik ilerici bir düşünce olarak doğmuştur. Anımsayınız ki feodalizmi tasfiye etmiştir. Kürt aydını bu noktadan daha geridedir.

Bölgedeki feodalizmle iç içedir; birbirini beslemektedirler.

Baksanıza...

Bölgenin dini şeyhlerini “uçurtmak” için adeta birbirleriyle yarışıyorlar!

Toprak ağalarına methiyeler düzüyorlar. Kürt derebeylerine kahraman gözüyle bakıyorlar.

Aydınlanmacı Cumhuriyet’e düşman yapıp, Kuzey Irak’taki gerici/feodal yönetimi elleri kızarırcasına alkışlıyorlar.

Tüm bunların sebebi nedir? Tartışmamız gereken budur. Bunlar konuşulmadan“açılım” olmaz.

Şaşırtıcı gelebilir ama bunun üzerine kafa yoran tek kişi İmralı’daki Abdullah Öcalan’dır!

Kürt aydını ise ucuz bir popülizmin peşinde koşup durmaktadır.

Bu halleri Engels’in “İnsanlar yaşadıkları gibi düşünürler” tezini; Marks’ın“Sosyal ilişkiler iktisadi ilişkileri belirler” tezini doğrulamaktadır.

Israrla sormalıyız: Akraba evliliği yapan sosyalistler bu nedenle mi; bugün toprak reformunu hiç ağızlarına almıyorlar?

Özgürleşme sorunu

Görünen o ki; Kürt aydını kendi rönesansına koşmuyor; ortaçağını güçlendirmeye çalışıyor.

Temmuz Devrimi’nden Cumhuriyet Devrimi’ne kadar tüm modernist kazanımları kötülemelerinin başka türlü açıklaması olamaz.

Soğuk Savaş döneminde dondurulan-gericileştirilen ilerici Kemalist Cumhuriyet sürecini, Kürt aydınının daha da geriye döndürmek için değil, aksine ileriye taşımak için mücadele vermesi gerekiyor.

Ama ne yazık ki Kürtler umudunu; dinci şeyhlere/şıhlara, toprak ağalarına, köhnemiş düzeni sürdürmek isteyen siyaset bezirgânlarına ve emperyalist güçlere bağlamış görünüyor.

Şeyhlerle, ağalarla bir toplum özgürleşebilir mi?

Böyle ilericilik, sosyalistlik, çağdaşlık olur mu?

Diğer yanda kendilerinden yana “taraf” olanlara çok inanmaktadırlar.

Sadece şu soruyu sormamaları bile olayın uluslararası karanlık boyutunu göstermektedir:

Türk Solu’nu ulusalcılıkla/milliyetçilikle suçlayanlar; şeyh uçuran, toprak ağalarına boyun eğen, Batı’nın himayesini isteyen Kürt Solu’nu niye yüceltiyorlar?

Ne ilginç değil mi bu “taraf” yazarları en büyük desteği dinci çevrelerden görmektedir.

Bilinmelidir ki, Türkler ve Kürtler her türlü gericilikle mücadele ederek kardeşliklerini koruyabilir ve özgürleşebilirler.

Bunun ilk adımı ise, dil ile düğümlenenin diş ile çözümlenemeyeceğine olan inançtır...

 

Milliyetçi yazarın Ermeni yengeleri

 

TÜRK Sağı’nın önemli yazarlarından Ergun Göze geçen hafta toprağa verildi.

Ergun Göze 1969 yılından itibaren Tercüman Gazetesi’nin sembol isimlerinden biriydi.

Solcu yazarlarla sık sık polemiğe giren Ergun Göze’nin yazıları hayli sertti.

Hassas olduğu konu Türk milliyetçiliği idi.

1931 Sivas doğumlu olan Ergun Göze, aynı yıl Kadıköy’de doğan Hicran Gözeile evliydi.

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tanışıp evlendiler.

Hicran Göze de eşi gibi yazar. Çeşitli yayın organlarında makaleler kaleme aldı; kitaplar yazdı: “Türk Kadını”, “Maveradan Gelen Ses”, “Kılıcın Hakkı”, “Sulh Peygamberi”, “Ayetler ve Kadınlar”, “Zor Yılların Zor Kadını Halide Edip Adıvar”gibi...

Hicran Göze’nin “Kadıköylü Yıllarım” adlı kitabını 2007 yılında çıktığında bir çırpıda okudum.

Tiyatro tarihi denince ilk akla gelen isim olan Prof. Dr. Özdemir Nutku ile kuzen olmalarına şaşırmıştım. Keza yine kitapta beni şaşırtan bir diğer bilgi ise, ressamMehmet Güleryüz ile Hicran Göze’nin üvey kardeş olmalarıydı. Biri solcu diğeri sağcı iki kardeşin birlikte yaşadıkları yıllar şaşırtıcıydı. (Mehmet Güleryüz’ün“Güldüğüme Bakma” adlı kitabında anlattığı çocukluk anılarına Hicran Göze bu kitabında sert yanıt verdi. Ama konumuz bu değil. Geçelim.)

Hicran Göze’nin de eşi Ergun Göze gibi, Ermeni meselesi konusunda radikal tavırları vardı.

Keza Hicran Göze’nin kitabını yayınlayan Kubbealtı Neşriyat Rıfai Dergâhı’na aitti. Hicran Göze’nin kuzeni Şaziye Berrin Kurt dergâhın önde gelen kadınlarından biriydi.

Ve bu dergâhın Samiha Ayverdi gibi yazar kadınları Ermeni meselesine çok hassastılar.

Bu bilgileri vermemin bir nedeni var.

Rıfai Dergâhı’na bağlı Hicran Göze’nin yengeleri arasında iki Ermeni vardı.

Biri; kuzeni Kemali Bey’in eşi Fehime.

Diğeri; kuzeni Nuri Bey’in eşi Fitnat.

İki yengesini de çok sevdiğini yazan Hicran Göze’nin Türk milliyetçiliğinin sembol ismi Ergun Göze ile evliliğinde bu yengeler “sorun” yaratmış mıydı?

Çok kişi bu soruyu anlamsız bulacaktır. Haklıdırlar.

Yengelerin Ermeni kökeni ailede hiç sorun olmamıştı.

Fitnat yengesi uzun yıllar boynunda haç ile dolaşmış kimse bir şey dememişti.

Keza terzileri Matmazel Zabel de Ermeni’ydi.

Kadıköy İbrahim Ağa Mahallesi’ndeki komşuları arasında çok Ermeni vardı.

Demem o ki...

Ermenilerden hep iyi niyetli duygularla bahseden kişi Türk milliyetçiliğinin sembol adı Ergun Göze’nin eşi Hicran Göze.

Eşi gibi radikal milliyetçi olan Hicran Göze’nin bile Ermeni vatandaşlarımız hakkında bu kadar sıcak duygular beslediği bu ülkede, hâlâ içimizden birilerinin soykırım iddialarında bulunmalarını nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Bu iddia bu toprakların tarihine haksızlık değil mi?

 

Aziz Nesin’e ödül kazandıran sağcı sanatçı

CİNUÇEN Tanrıkorur’a sağcı denilebilir mi?

Bilemedim.

Bilemediğim onu siyasal kimliğiyle tanıtmanın haksızlık olup olmayacağı.

Cinuçen Tanrıkorur’un siyasal kimliğinden çok sanatçı kişiliği hep ön planda oldu. Bestekârdı ve tabii Türkiye’nin en önemli udilerinden biriydi.

Tanrıkorur 1938 senesinde İstanbul Fatih’te dünyaya geldi.

Babası Zaferşan Tanrıkorur oğluna, kendi isminin Türkçedeki tam karşılığı olarak “Cinuçen” ismini koydu.

Cinuçen Tanrıkorur daha çocuk yaşlarında ilk müzik derslerini annesi Adalet Hanım’dan aldı.

Gümrük müdürlüğünde ayakkabıcılığa kadar birçok işe girip çıkan Zaferşan Beyoğlunun, eğer müzikle ilgilenecek ise Batı müziğiyle ilgilenmesini istiyordu.

Kendisi on dört yaşında Beyoğlu’nda dans hocalığı yapmıştı. O dönemin moda dansları çarliston, fokstrot, tango, vals hepsini öğrenmiş, öğretmişti. Ancak babası her kadar oğluna Batı müziği aşılamaya çalışsa da Cinuçen Tanrıkorurklasik Türk müziğinden vazgeçmedi.

Neyse yazmak istediğim Cinuçen Tanrıkorur’un sanat hayatı değil. Aziz Nesin’i dünyaya tanıtan bir ödülle ilgisinin olmasıydı.

Yıl 1955.

İtalya’nın Genova yakınlarındaki Bordighera kasabasında Uluslararası Altın Palmiye Karikatür ve Mizah Yarışması yapılacak.

Aziz Nesin yarışmaya “Fil Hamdi” adlı öyküsüyle katılmak istiyordu.

İstiyordu ama bir engel vardı. Eserler İtalyancaya çevrilip gönderilmek zorundaydı.

Aziz Nesin Türkçe-İtalyanca bilen birini aradı.

Aklına Kuleli Askeri Okulu’dan arkadaşı Zaferşan Tanrıkorur’un oğlu geldi.

İtalyan Lisesi 12’nci sınıf öğrencisi Cinuçen Tanrıkorur, çeviriyi yapmamak için epey direndi. Çünkü korkuyordu. Okuldan öğrendiği İtalyanca ile bir edebiyat eserinin çevrilemeyeceğini söyledi.

Aziz Nesin, “İstediğin kadar kötü çevirebilirsin, hiç merak etme benim eserim birinci olacak” diye moral verdi.

Cinuçen Tanrıkorur çeviriyi yaptı.

Ve “Fil Hamdi” dünya birincisi oldu.

Aziz Nesin’e hikâyeyi kimin çevirdiğini sorduklarında hep “Bir Türk genci”yanıtını verdi.

Bu “Türk gencinin” kim olduğunu ben yıllar sonra, Cinuçen Tanrıkorur’un hatıralarını kaleme aldığı “Saz Ü Söz Arasında” adlı kitaptan öğrendim.

Peki Aziz Nesin neden “Türk gencinin” adını açıklamamıştı?

Aziz Nesin o yıllarda (ve hayatının tabii sonuna kadar) devlet tarafından fişlendiğinden, genç Cinuçen Tanrıkorur’un başına bir şey gelmemesi içinCinuçen Tanrıkorur’un adını saklamıştı.

Yine hatıratta yazdığına göre, Aziz Nesin de tıpkı Zaferşan Tanrıkorur gibiCinuçen’i müzik konusunda etkilemek istemişti.

“Aziz Ağabey ile birkaç yıl sonra Cağaloğlu’nda çalıştığı yayınevinde karşılaştık. Merhaba der demez başladı bana müzik konferansı vermeye (babam tarafından doldurulmuş olduğu belliydi). Alaturka müzik, Arap-Acem-Bizans karması bir saray artığıymış. Müzikle uğraşacaksam piyano filan çalmalıymışım; ancak böyle dünyaya açılabilirmişim. Ud çalarak Türkiye’nin dışına çıkamazmışım. Eğer bir daha karşılaştığımızda da beni yine alaturkayla meşgul görürse, sadece merhaba der, çayımı söyler, benimle konuşmaz, işine devam edermiş.

Ayrıldık ve bir daha hiç görüşmedik.”

Aslında bu hatırada çıkarılacak ne çok dersler var değil mi?

Aziz Nesin gibi büyük bir yazarın bu tavrını nasıl yorumlamak gerekiyor?

Batı’nın kültürünü “ilerici” bulup kendi tarihsel mirasını “gerici” görüp sırt çevirmenin sebebi salt kaba pozitivizm mi?

Solcular için klasik Türk müziği neden “gericiliğin” sembolü sayıldı? “Eskiyi”devam ettirdiğinden mi?

Osmanlı “ilericiliğinin” sembolü Mehter Takımı’na bile tavır alınması tarihimizi bilmemekten mi kaynaklanıyor? Ya da geriye dönüş korkusundan mı?

Soru çok.

Tüm bunları serinkanlılıkla tartışmalıyız.

Ama tüm bunları konuşurken ortak bir paydamızın olması şart:

Aziz Nesin de bizimdir, Cinuçen Tanrıkorur da...

 

KAYNAK: Soner Yalçın / Kürt Açılımı’nın Leyla Zana’nın Evliliğiyle Ne İlgisi Var? (hurriyet.com.tr, 18 Ekim 2009).

 

AKİF EMRE

AKİF EMRE

 

SONER YALÇIN

 

Akif Emre vicdanlı bir entelektüel idi. Aslında mahallemiz aynıydı,iyi bilirdik. “Mahallesindeki” yalnızlığını sanırım anlıyorsunuz. İYİ BİLİRDİK.Evet…Akif Emre'nin evi, “Bizim Mahalle”ye sınırdı.Bir el mesafesindeydi.uzaklığımız. Makalelerini Odatv'de yayınlardık kimi zaman.Son alıntıyı 9 Şubat 2017'de yaptık.Yeni Şafak'taki köşesinde savruk FETÖ operasyonlarını eleştiriyordu:– Her şeyi müesses nizamın gerekleri açısından meşrulaştırılan uygulamaların; adalet ilkesini de, maşeri vicdanı da yaralama potansiyeli her zaman vardır. Kaldı ki kimi uygulamaların şimdiden toplumsal yaralar açtığı söylenebilir.

– Devlet aklının pratik zekası bu uygulamada da devreye girmiş, bu arada FETÖ ilişkilerinden bağımsız muhalif görülenlere yönelmiştir. Açıktan başka terör örgütlerine destek verenler bir yana, düşünsel anlamda muhalif olanlar, İslamcılar da bu tasfiyeden nasibini almaktadır.– Vicdan ve adalet duygusunu yaralayan uygulamalarda farklı bir kaç nüfuz alanı devreye giriyor:– Şahsi hesap ve kariyeri açısında rakip gördüğünü FETÖ üyesi olarak ihbar eden ahlak yoksunluğu.– Kripto tiplerin kendi konumlarını garantiye almak için yaptıkları ihbarlar. Bu şekilde hem aktif mücadele eden bir yetkili devre dışı bırakılmış oluyor, hem kendi konumunu güçlendiriyor.– Olur olmaz her ihbarı araştırmadan işlem yapan bürokratların risk almaktan kaçınan uygulamaları. ‘Suçsuzsa nasıl olsa ortaya çıkar' mantığı ile, işlem yapılan insanların toplum nezdinde düştükleri durum ve mağduriyetlerin bakiyesi sanılandan çok fazla.

– Bir sistemde ‘devlet aklı ve devlet maslahatı'nın üstünde değerler yoksa despotizme yol açar. Önce adalet, ahlak ve toplumsal sorumluluk. Siyasilerin, bürokratların yanlışlarını frenleyecek başka ne var elimizde?

KAYNAK: Soner Yalçın / Akif Emre (sozcu.com.tr, 25.05.2017).

İŞTE SAVARONA’NIN BİLİNMEYEN HİKAYESİ

İŞTE SAVARONA’NIN BİLİNMEYEN HİKAYESİ

 

Soner YALÇIN

 

Savarona’nın hikayesi pek bilinmiyor: İlk sahibi “Okyanus Ötesi” Pennsylvania’dan! Savarona’nın ikinci sahibi Hitler miydi? Atatürk Savarona’yı niye çok istedi? Yatta kaç gün kalabildi? Savarona hangi krallara peşkeş çekildi? Gemiyi turizm amaçlı ilk kimler kiraladı? İran Kraliçesi Süreyya’nın Savarona’ya getirdiği son umudu Fatma Bacı kimdi? Trabzonlu Mehmet Şeber Savarona’ya niye talip oldu? Savarona’yı kimler yaktı; kimler antikalarını çaldı? İşte soruların yanıtları…

 

Sizi Önce New York’a Götüreyim…

 

Alman kökenli mühendis John A. Roebling tel kablonun mucidiydi. Bu nedenle göç ettiği Amerika’da dünyanın en büyük tel kablo üreticilerinden biri oldu. Telgraf telleri, elektrik telleri, köprü telleri, gemi ve asansör telleri üretip sattı.

Amerikalı zengin mühendisin bir hayali vardı; Brooklyn ile Manhattan’ı birbirine bağlayacak köprü yapmak.

1865’te kolları sıvadı; köprü projesini kendi çizdi. Gerekli girişimleri yapıp teklifini kabul ettirdi. Fakat talihsizlik; köprünün yerini tespit çalışmaları sırasında geçirdiği kaza sonucu 1869’da öldü.

Oğlu Washington Roebling, babasının hayalini hayata geçirmek için inşaatın başına geçti. Yine bir talihsizlik, köprü kulelerinin inşa edileceği su altı odalarında çalışırken vurgun yedi ve yatalak oldu. Ancak babasının hayalini gerçekleştirmek için inşaatı bırakmadı; eşi Emily Warren Roebling yardımıyla köprüyü 1883’te bitirdi.

Savarona’nın ilk sahibi Emily Margaret Roebling, işte Brooklyn Köprüsü’nü inşa eden bu çiftin kızıydı…

 

İlk Sahibi “Okyanusya Ötesi”

Pennsylvanıa’dan

 

Pennsylvanialı Richard McCall Cadwalader, Princeton Üniversitesi mezunu başarılı bir bankacıydı. Müziğe kabiliyetliydi ama onu asıl merakı denizcilikti.

Roebleingler’in kızı Emily Margaret ile evliydi.

Emily Margaret Cadwalader da kocası gibi denizi seviyordu. Yatlara düşkündüler. Yatlarıyla dünyanın birçok yerini gezdiler. O yıllar Amerikalı zenginler arasında dünyayı turist olarak gezmek modaydı.

Cadwalader çiftinin 1926’da yaptırdıkları yatlarının adı, Savarona’ydı.

Savarona; Hint Okyanusu’nda yaşayan bir Afrika kuğusunun adıydı.

Cadwalader çifti ikinci yatlarını 2 yıl sonra, 1928’de inşa ettirdi. İlginçtir, ona da Savarona adını verdiler.

Ve üç yıl sonra 1931’de yaptırdıkları, dünyanın en büyük özel yatına da Savarona adını koydular.

İşte bugün gündemimize -ne yazık ki fuhuş baskınıyla gelen- Savarona bu Savarona’ydı!

Almanya’nın ünlü Blohm und Voss tersanesinde inşa edilen ve Hamburg’ta denize indirilen Savarona, 124.3 metre gövde uzunluğuyla dünyanın en büyük yatıydı.

Savarona’nın denize indirilişi hayli görkemli oldu. Time, The New York Times, Chicago Tribune gibi dünya basını Savarona’ya çok ilgi gösterdi.

Ancak Savarona’nın ABD’ye girişi sorunlu oldu. Amerika yatın yapım gideri kadar gümrük ve kayıt parası istedi. Bu da yaklaşık 3 milyon dolar tutarındaydı.

Cadwalader çifti parayı ödemek istemedi. Savarona geldiği yolu izleyerek tekrar Hamburg’a döndü.

Savanora Almanya’ya dönmüştü ama kurtuluşu yoktu. Çünkü Amerikan vergi memurları Savarona’nın peşini bırakmadı. Cadwalader çiftini vergi kaçırmakla itham ettiler. İddiaya göre çift, daha az vergi vermek için Savarona’yı şirket malı gibi göstermişti.

Dava sürerken, yetmezmiş gibi Emily Margaret Cadwalader geminin çarkçı başına aşık oldu. Yatın en üst katındaki odasından, üç kat aşağıdaki çarkçı başının odasına giden özel bir merdiven yaptırdı. Gizlice buluşuyorlardı. Ve sanıyorlardı ki 80 küsur personelin bu aşktan haberleri yok. Olay, Richard McCall Cadwalader’ın kulağına gitti. Aile faciası son anda önlendi.

Savarona Cladwalader ailesine uğurlu gelmemişti. Şubat 1937’de gemiyi satılığa çıkardılar.

 

Atatürk Çok Kızdı

 

Tarih 4 Eylül 1936.

Yer İstanbul.

Atatürk’ün canı bir olaya çok sıkkındı.

O gün, İstanbul’a gelen İngiliz Kralı 8’inci Edward’ın şerefine Moda koyunda yelken yarışı düzenlendi.

Atatürk yarışı Kral Edward’la birlikte yaşlı Ertuğrul yatında izledi. Fakat Ertuğrul manevra yaptıkça etrafa yağlı kurum yağdırdı. Edward, beyaz elbisesine konan kurumu üfledikçe elbisesi daha da berbat oldu. Atatürk’ün canı sıkıldı; durumu kurtarmak için, “Majeste bu yat epey zamandır çalışmadığı için, kazanları ısınıncaya kadar bu kurumlar bizi rahatsız edecektir” dedi ve Kral’ın koluna girerek bitişikteki İngilizlerin görkemli kraliyet yatına geçtiler.

Atatürk akşam yemeğinde yanındakilere, “Efendim medeniyet iddiası lafla olmaz, Bu iddiaya girenlerin her malzemesi her hususta tamam olmalıdır. Yoksa insan işte böyle kepaze olur.”

Kuşkusuz…

Bir tek bu olay Savarona’nın alınma sebebi değildi.

Bir başka neden de Atatürk’ün sağlığıyla ilgiliydi. Atatürk’ün hastalığı ağırlaşıyordu. Doktorları, deniz havasının Atatürk’e iyi geleceğini söylüyorlardı.

Savarona bir umuttu; umudun adıydı.

Ama tek başına bu da Savarona’nın alınmasının nedeni değildi.

Gözden kaçan bir olgu var:

Atatürk hayatının son döneminde genç Türkiye Cumhuriyeti’nin deniz işleriyle çok alakalıydı. O dönemde neredeyse sadece Denizbank’ı kurdurmak, Türk deniz ticaret filosu oluşturmak, Deniz kuvvetlerini güçlendirmek gibi projeler üzerinde çalışıyordu. O yıllarda Almanya’ya Sus, Trak, Marakaz, Etrüsk gemilerinin sipariş edilmesinin sebebi de buydu.

Bunların tümü Savarona’nın alım nedeniydi.

 

Hitler, Savarona’yı Satın Aldı mı?

 

Atatürk Savarona’nın fotoğraflarını görünce çok beğendi. Berlin Büyükelçisi Haydar Apak Cadwalader ailesiyle temasa geçti. Ardından Cumhurbaşkanlığı özel kalem müdürü Hasan Rıza Soyak başkanlığında bir komisyon kuruldu. Heyet Almanya’ya gitti. Tercümanları ise Atatürk’ün manevi evladı Abdurrahim Tunçak idi.

Ayrıca incelemeler yapması için de Sakarya gemisi motor makinisti Adil Aşıroğlu görevlendirildi. Çünkü Savarona 5 yıldır Hamburg limanına demirliydi. Bazı tamiratların yapılması elzemdi.

Fakat Türk heyetini bekleyen bir sürpriz vardı.

Savarona’nın alımında karşılarına bir engel çıktı: Adolf Hitler!

Hitler, Savarona’yı Alman denizaltıları için ana gemi olarak kullanmak istiyordu. Kimi iddialara göre Savarona’yı satın almışlardı. Sadece devir işlemleri yapılmamıştı.

İşte tam bu sırada Türkiye teklifini vermişti. Yani araya giren Hitler değil, Türkiye idi.

Almanya ile Türkiye Savarona yüzünden karşı karşıya geldi. Atatürk geri adım atmaya yanaşmadı. Sonunda Hitler Savarona’dan vazgeçti. Niye?

Bir iddia; Hitler, Savarona’yı Atatürk’ün çok istediğini duyunca almaktan vazgeçti. Çünkü Atatürk’ün askerliğine hayrandı ve Atatürk’ün hastalığını biliyordu. Kim bilir belki de, Avrupa’yı işgale hazırlanırken Atatürk gibi bir askeri karşısına almak istemiyordu.

İkinci iddia ise, Cadwalader ailesi, Hitler’in Savarona’yı hangi amaçla istediğini anladılar ve kuşkusuz ABD’nin dayatmasıyla satmaktan vazgeçtiler.

Neyse, Türkiye sonunda Savarona’yı 23 Şubat 1938’de resmen aldı. Ödenen para 1 milyon 200 bin dolar idi.

Ve Savarona 1 Haziran 1938’de Dolmabahçe önüne demirledi. Atatürk çok heyecanlandı ve hemen Dolmabahçe’den Acar motoruyla yata gitti. Çok beğendi. Yata “Güneşdil” adının verilmesine karşı çıktı; Savarona adı güzeldi; “öyle kalsın” dedi.

Savarona’da ilk emrini Çankaya Köşkü Kütüphanecisi Nuri Ulusu’ya verdi; “Nuri oğlum, kitaplarımı getirdin mi? Hepsini kamarama muntazam koy, herhalde pek dışarı çıkmayacağım için bol bol okuma fırsatım olacak.”

Savarona’yı görünce sevinci ve heyecanını saklayamayan Atatürk, Savarona’da sadece 56 gün yaşadı. Evet, iki ay bile değil.

İlk günler rahatsızlığı hafifler gibi oldu. Fakat daha sonraki günler, -kendisine o kadar iyi bakmasına, perhizlerine harfiyen uymasına rağmen- iki kez kriz geçirdi.

Hastalığı artınca, 25 Temmuz gece yarısı saat 01.00’de Dolmabahçe’ye nakledildi. Bir daha Savarona’ya hiç gidemedi.

Ve ne yazık ki Savarona, Atatürk’e derman olmadı; uğurlu gelmedi.

 

Savarona Hep Gündemde Kaldı

 

Atatürk Savarona’da 56 gün kaldı.

Ama Savarona Atatürk’le özdeşleşti. Ata’nın emanetiydi.

Buna rağmen hep politik tartışmaların odağında oldu.

1946 seçimleriyle TBMM’ye Demokrat Parti’nin meclis oturumlarında en çok eleştirdikleri konuların başında, “Cumhurbaşkanlığı yatı” Savarona vardı.

Sadece Savarona değil Atatürk’ün “Beyaz Treni” de polemik konusuydu.

Savarona’nın masrafları CHP’ye yük olmuştu. Aslında DP’lilerin iddia ettikleri gibi “Milli Şef” İsmet İnönü yatı pek kullanmıyordu. Hatta Savarona’nın Deniz Kuvvetleri’nin hastanesi olmasını önermiş; ancak bu dönüşüm çok masraflı bulunduğu için vazgeçilmişti.

Keza İnönü, II. Dünya Savaşı’ndan sonra; 1948’de “bütçeye yararı olur” diye Savarona’nın satılmasını gündeme getirdi. Bu nedenle yurtdışındaki Türk büyükelçilerine haberler gönderildi.

Savaş sonrasının yoksulluğuna rağmen bir İngiliz firması Savarona’ya talip oldu. Satış gerçekleşmedi. Çünkü Türk basınında “Savarona bize Atatürk’ün emanetidir, satılamaz” yazıları çıktı. Bu işin öncüsü ise Ulus Gazetesi’nden Nurettin Artam’dı.

“Kamuoyu baskısı var, madem satamıyoruz, o halde turizm amaçlı kiraya verelim” fikri ortaya atıldı. Trabzonlu denizci Mehmet Şeber Savarona’yı kiralamak için Ulaştırma Bakanlığı’yla masaya oturdu. Anlaşma olmadı. Basın tepkiliydi.

Peki, ne yapılacaktı?

Diğer yanda Savarona masraflıydı; bu nedenle senelerdir İstanbul/Küçüksu sahilinde demirlemiş duruyordu.

 

Mısırlı Zenginlere Kiralandı

 

1950’de iktidar el değiştirdi.

DP iktidar olunca Savarona tartışması bitmedi.

Liberal piyasa ekonomisine inanan DP, Savarona’yı atıl durumdan kurtarmak için kolları sıvadı.

1951’de bir Mısır acentası aracılığıyla Savarona’yı bir aylığı 300 bin liradan Mısırlı zenginlere kiraya verdi. Mısırlı zenginlerin Akdeniz’deki maceralı gezileri Türk basınından tepki aldı.

Atatürk’ün emanetinde Mısırlıların oturmasına bazı çevreler sert tepki gösterdi.

DP bunun üzerine (ki Celal Bayar’ın bastırmasıyla) Savarona’yı öğrencilerin eğitiminde kullanılmak üzere Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na “okul gemisi” olarak verdi.

Geminin komutanlığına atanan Deniz Kurmay Albay Vedat Burak, gemi demirbaş sayımını inceden inceye yaparak, (ki şöminedeki yakılacak odunların bile) kaydını yaptı.

Bu kadar özenli olmasının nedeni; Cadwalader çifti antikaya çok meraklıydı ve Savarona’da çok değerli antikalar vardı. Örneğin yatın baş tarafındaki yemek salonu tamamen orijinal Fransız Kralı XV’inci Louis’e aitti.

 

Kral Faysal’ın Hizmetinde

 

1955’de Savarona konusu yine meclis gündemine geldi.

Bu kez konuyu meclise taşıyanlar CHP’lilerdi.

Savarona, askeri eğitim amacıyla Akdeniz’de sefere çıkmıştı. Fakat yatta sadece askeri öğrenciler yokmuş; Irak Kralı Faysal’ın ricası üzerine kendisi İtalya/ Capri’ye götürülmüştü!

CHP’liler kızgındı; Atatürk’ün emaneti Savarona ve askeri öğrenciler nasıl Kral’ın emrine, hizmetine verilirdi.

DP’lilerin yanıtı bir gerçeği ortaya çıkardı.

“Sizin döneminiz 1946’da Kral Faysal, İskenderun’dan alınıp Marsilya’ya yine Savarona’yla götürülmedi mi?” Götürülmüştü.

Kral Faysal, Savarona’yı çok seviyordu. Bazı gezilerinde Türk Hükümeti’nden rica ediyor, Savarona’yı kullanıyordu. Eh komşu hakkı bu olsa gerek!

Savarona herkesin gözdesiydi.

Başbakan Adnan Menderes de Savarona’yla mehtap gezisine çıkmaya bayılıyordu.

Ne garip değil mi; Savarona’yı çok seven Kral Faysal da, Başbakan Menderes de idam edildi.

Savarona onlara da uğurlu gelmemişti.

 

Fatma Bacı Savarona’ya Çağrıldı

 

Savarona, İran Kraliçesi Süreyya’ya da uğurlu gelmedi.

Bilirsiniz dünyalar güzeli Prenses Süreyya’nın çocuğu olmuyordu. Bu nedenle Şah Muhammed Rıza Pehlevi eşini boşadı.

Fakat boşanmadan kısa bir süre önce, 1956’da Şah ve Prenses İstanbul’a geldiler; Savarona’da kaldılar.

İkisi de Ata’nın emanetini çok beğendiler.

Bu arada kimin aklına geldiyse, Prenses Süreyya’ya, yaptığı koca karı ilaçlarıyla çocuğu olmayanların dertlerine derman olan 65 yaşındaki Fatma Bacı’dan bahsetti. Süreyya heyecanlandı; görüşmek istedi.

Bunun üzerine Fatma Bacı Yalova’dan bulunup Savarona’ya getirildi!

Fatma Bacı ile Prenses Süreyya uzun müddet kamarada kaldılar. Sonra Yalova kaplıcalarına gittiler.

Savarona’daki herkes artık emindi; Prenses Süreyya nur topu gibi oğlan doğuracaktı.

Olmadı; Fatma Bacı’nın ilaçları yeterli gelmemişti!

 

Özal Savarona’yı Jilet Yapacaktı

 

Savarona 40 yıl önce büyük bir tehlike atlattı.

3 Ekim 1979’da İstanbul Heybeliada yakınlarında demirliyken makine dairesinde çıkan yangınla büyük hasar gördü.

Kısa sürede onarıldı ve 24 Ağustos 1980’de tekrar okul gemisi olarak kullanılmaya başlandı.

Fakat…

Savarona, 27 Temmuz 1986’da Deniz Kuvvetleri Komutanlığı envanterinden çıkarıldı. Savarona başıboş kaldı.

Bu arada Çankaya Köşkü’nde oturan “Büyük Atatürkçü” Kenan Evren Savarona’nın çürümesini seyrediyordu.

Ve en hazin olay 1989’da yaşandı.

ANAP Hükümeti Savarona’yı hurdaya çıkardı. Yani parçalanıp satılacaktı, jilet olacaktı.

Haberin basında çıkması üzerine devreye armatör Kahraman Sadıkoğlu girdi. Savarona’yı 49 yıllığına kiraladı.

Bu arada, yatı teslim aldığında gördü ki, Savarona kapı tokmaklarına kadar yağmalanmıştı. İşin acı yani, hırsızların Sadıkoğlu’na çaldıklarını satmalarıydı.

Sadıkoğlu Savarona’yı eski ihtişamlı haline dönüştürüp turizm amaçlı kullandı.

Ne kadar çabalasa da Sadıkoğlu bu kiralama işinden para kazanamadı; Savarona’nın giderleri çoktu.

Geçen hafta Savarona’da yapılan fuhuş operasyonu geminin bundan sonraki hayatını değiştirecek gibi görünüyor. Hükümet, Savarona’yı müze yapmayı düşünüyor.

Bakalım bundan sonra Savarona’nın seyri nasıl olacak.

 

KAYNAK: Soner Yalçın / İşte Savarona’nın Bilinmeyen Hikayesi (Odatv.com, 02.10.2010).

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör