Yazar, Yönetmen, Yapımcı, Senarist. 23 Şubat 1970, İstanbul
doğumlu. İstanbul Yapı Meslek Lisesi, 18 Mart Üniversitesi Yüksek Meslek Okulu
Fotoğrafçılık Bölümü, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
Sinema-TV Bölümü mezunu. Çalışmalarını İstanbul’da sürdürmektedir.
Çeşitli belgesellerde, tanıtım ve reklam filmlerinde yönetmen
asistanlığı, senaristlik ve yönetmenlik yaptı. 1997 yılında yazmaya başladığı
sinema yazılarına çeşitli dergi ve gazetelerde halen devam ediyor.
"Yaşasın Edebiyat", "E", "Adam Öykü" ve
"Eylül Öykü" dergilerinde öyküleri yayımlanan yazarın ilk öyküleri
1998 ve 1999 yıllarında Gençlik Kitabevi "Genç Öykücü" İkincilik
Ödülü'nü aldı.
Yapım ve yönetmenliğini üstlendiği
ilk kısa filmi Son Bakışta Aşk’ı 1997 yılında yaptı. 1998 yılında Alim Şerif
Onaran’ın hayatını konu edinen Alim Hoca adlı belgeselin yapım ve yönetmenli
ğini üstlendi. 1999 yılında “TRT Genç Sinemacılar”ın ortak yapımcılığıyla
Meleğin Selamı adlı kısa filmi 35 mm olarak çekti. Ömer Kavur’un hayatını ve
sanat anlayışını konu edinen Ömer Kavur’la Yola Çıkmak adlı belgesele iki
yıllık bir çalışmanın ardından 2006 yılında son hali verdi.2007-2008 yılında,
farklı ülklerinden biraraya gelen gençlerin oluşturduğu Bishop House komününün
ve Londra’da yaşayan bir grup Türk vatandaşının hikâyesini anlatan,
çekimlerinin tamamı Londra’da yapılan Peki Ya Londra (What About London) adlı
bir saatlik bir belgeselin yönetmen ve yapımcılığını üstlendi.1999 yılından
beri SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) üyesi olan Rıza Kıraç, “Klaket” adlı
sinema dergisinde başladığı sinema yazılarına 25. Kare, Altyazı, E Kültür
Edebiyat, Adam Sanat, Film Artı gibi dergilerle birlikte çeşitli gazetelerde
devam etti.
KİTAPLARI:
Roman:
Cin Treni (2000, 2012), Düşmüş Erkekler Masalı (2005, 2009), Namahrem
(2007), Senin İçin Değil (2008), Annemin Bahçesi (2010), Babam Freud'u Bilmeden
Öldü (2013), Ucuz Ölüm (2018).
Öykü:
Komşumun Uzun Kızıl Saçlı Sevgilisi (2004).
Araştırma:
Film İcabı: Türkiye Sinemasına İdeolojik Bir Bakış (2008), Hürrem Erman –
İzlenmemiş Bir Yeşilçam Filmi 2008), Atilla Dorsay - Sinemayı Yazan Adam
(2009), Sinemanın A B C'si (2012), Sinemamızın Yüzüncü Yılında 100 Yönetmen
(2014), Sinemanın Temelleri – Teknolojik Buluştan Sanata (2018).
Yönetmeni Olduğu Filmler:
Küçük Günahlar (2010)
Peki Ya Londra / What About London (2008)
Ömer Kavur'la Yola Çıkmak (Kısa Film,
2003)
Meleğin Selamı (Kısa Film 1999)
Alim Hoca (Kısa Film 1998)
Son Bakışta Aşk (Kısa Film 1997)
Senaryosunu Yazdığı Filmler:
Küçük Günahlar (2010)
Meleğin Selamı (Kısa Film 1999)
Son Bakışta Aşk (Kısa Film 1997)
Yapımcısı Olduğu Filmler:
Küçük Günahlar (2010)
Peki Ya Londra / What About London (2008)
Meleğin Selamı (Kısa Film 1999)
Alim Hoca (Kısa Film 1998)
Son Bakışta Aşk (Kısa Film 1997)
Görüntü Yönetmeni Olduğu Filmler:
Peki Ya Londra / What About London (2008)
KAYNAKÇA: Ömer Türkeş-Aksu Bora / Cin Treni (Virgül, sayı:34, Ekim 2000), TBE Ansiklopedisi (2001), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007), Rıza Kıraç: ‘Film çekmeyi biliyorsan her koşulda çekersin’ (Banu Bozdemir / Sinematik Sohbetler, otekisinema.com, 30 Ocak 2018), Rıza Kıraç kitapları (1000kitap.com, 31.01.2019), Rıza Kıraç kitapları (sinematurk.com, 31.01.2019).
RIZA KIRAÇ:
‘FİLM ÇEKMEYİ BİLİYORSAN HER KOŞULDA ÇEKERSİN’
Öteki Sinema
için söyleşen: Banu Bozdemir
Yazar
ve yönetmen Rıza Kıraç ile güzel bir sohbet yaptık… Romanlarının yanı sıra
Hürrem Erman/İzlenmemiş Bir Yeşilçam Filmi kitabı h2o Yayınları tarafından
yeniden basılan ve Sinemanın Temelleri kitabı İthaki Yayınlar’ndan çıkan Kıraç,
günümüz sinema eğitimi ve sinema dili üzerine de güzel tespitlerde bulundu…
Seninle Klaket
sinema dergisi zamanlarından tanışıyoruz. O zamanlar heyecanla Klaket’i
çıkarıyorduk. Bir yandan kısa filmler, hayaller kitap yazma istekleri… Şimdiye
geldiğinizde hayallerinin arkasında durup çoğunu yapabildim diyebilir misin?
Klaket
ilk yazımın yayımlandığı, ciddi anlamda çalıştığım sinema dergisiydi. Bende her
zaman özel bir yeri var. Üstünden yirmi bir yıl geçmiş. O yılların koşulları ve
heyecanı başkaydı. Kendi adıma bu heyecanı yitirmemeye çalışıyorum. Bugüne
değin yapmak istediklerimin bir kısmını yapabildim ama beyin durmuyor! Sen de
bir yazarsın bunun ne demek olduğunu iyi bilirsin. Özellikle sinema, belgesel
ve uzun metraj film yapmak eskiye göre daha kolay gibi görünse de öyle değil. Filmlerimizin
gösterilebileceği alanlar her geçen gün biraz daha azalırken prodüksiyon
koşulları da zorlaşıyor. Şimdiye kadar en az üç dört uzun metraj film yapmam
gerekiyordu, benim durumumda birçok yönetmen var. Projeler senaryo halinde
çekmecede bekliyor. İyimser bakınca “Evet, yaptım,” diyebilirim, boşa çıkan
çabaları hatırlayınca, “Hayır, tam istediğim şeyleri yapamadım,” da
diyebilirim.
Sinema okudun
ama edebiyatla, yazmakla daha ilgili gibisin, ya da rotayı daha çok yazmaya
kırdın gibi. Bunun içsel nedenleri nelerdir?
Edebiyata
hiçbir zaman ikinci bir iş olarak bakmadım. Sinema okumadan önce de okurken de
öykü, roman yazmaya çabalıyordum. Bu konuda saplantılı bir biçimde
disiplinliyim. Elbette bunun bir ayağını da senaryo yazmak ve film çekmek oluşturuyor.
İkisini birbirinden ayırmaya gerek duymuyorum. Kimi zaman kısa hikâye diye
başladığım metin film senaryosuna dönüşüyor kimi zamanda tersi oluyor. Demek ki
birbirlerini besliyor, destekliyor. Edebiyatla ve sinema kitaplarıyla ilgili
çalışmalar daha hızlı gün yüzüne çıkıyor. Görünür oluyor. Ama sinema
çalışmaları kendim için yazdığım senaryolar da başka yönetmenlere yazdıklarım
da uzun bir zaman sonra gerçekleşebiliyor.
Bir yandan edebi
alanda eserler verirken bir yandan da sinema kitapları hazırlayarak filmin
ucunu bırakmıyorsun… Nehir söyleşiler, kuramsal kitaplar. En son İthaki
Yayınları’ndan Sinemanın Temelleri yayınlandı… Sinema kitaplarıyla ilgili
çalışmaları nasıl yapıyorsun?
Senin
de bildiğin gibi bir sinema yazarı çoğu kez belli bir alan belirler ve filmleri
çoğu kez oradan eleştirir, kimi feminizm ve kadın sorunlarına, kimi genel
olarak politik ya da seyircinin beklentilerini göz önüne alarak film eleştirisi
yazar. Sinemanın politik dili, ideolojik temsilleri, Yeşilçam’ın mirası ve
Türkiye’ye özgü asker darbesi, muhtıra süreçleri fazlasıyla ilgilendiğim
konular. Sinema kitaplarım da aslında bu minvalde yazılmış kitaplar. Hürrem
Erman/İzlenmemiş Bir Yeşilçam Filmi yazdığım tek biyografi ve Yeşilçam’ı
anlamak için önemli bir kitap olduğunu düşünüyorum. İthaki’den yayımlanan
Sinemanın Temelleri ise özellikle sinema öğrencileri ve sinemaya yeni
başlayanlar, film çekmek isteyenler için önemli bir başvuru kaynağı. Bunu
yazmam da İFSAK’ta verdiğim sinema dersleri çok yardımcı oldu. Yani bir yanıyla
eğitim tecrübesi, neyi, nasıl anlatmak, filme çekmek gerekiyor konusundaki
deneyimlerden oluşuyor.
Sinema kitapları
hatırı sayılır ölçüde var, kimisi tezlerini kitap olarak basıyor, kimisi uzun
bir hazırlığa girişiyor ama okunması zor, satışı az olan bir alan. Bu konuda
neler söylersin, sinema çok ilgi gören bir alan olmasına rağmen kitaplar biraz
geri planda mı kalıyor?
Aslında
birçok kitabın belli bir ritmi var, okura ulaşıyor. İlgi görüyor. Kimi zaman da
bir iki kitap hepsinin önüne geçiyor. Yayıncıların beklentisi çoğu kez popüler
edebiyat kitapları gibi sinema kitabı satmak. Böyle bir ölçü koymak bence
yanlış, sinema ve edebiyat eleştiri kitapları her zaman bir kültür çalışması
olarak görülmeli. Bunun uzun vadede yararlarını hem yayıncılar hem de okurlar
görecek. Sinema kitapları bastıkları için zarar etmezler. Türkiye’de hâlâ
hikâyesi yazılmamış, çekilmemiş çok önemli yönetmenler, yapımcılar ve oyuncular
var. Film festivalleri kimi zaman kitap basıyor ama onlar daha çok fotoğraf
albümü niteliğinde.
Günümüz sinema
eğitimiyle ilgili neler söylersin? Öğrenciler mezun olduklarında hazırlar mı
sence sektöre?
Önceden
öğrenciler üniversitelerin Güzel Sanatlar’a bağlı Sinema-TV bölümlerine özel
yetenek sınavıyla girerdi. Sistem değişeli yirmi yıl oldu, bu süreçte özel
üniversitelerin sayısı arttı ama eğitim düzeyi çok düştü. Özgür ve yaratıcı
akademik eğitime ihtiyacımız olduğunu hep söyledim. Bugün buna daha fazla
ihtiyaç var, birçok başarılı akademisyen politik nedenlerden dolayı
üniversitelerden uzaklaştırıldı. Öğrenciler bunun eksikliğini hissediyor
olmalı. Teorik eğitim çok önemli. Ama sinema pratiğinin sette öğrenileceğini bu
işi bilen herkes söylüyor, öğrenciler de bunu biliyor. Ancak bunu karşılayacak
bir sinema sektörü ne kadar var tartışılır. Her şeye rağmen sinema öğrenmek,
yapmak isteyenlerin bir yolunu bulup bunu başarabileceğini biliyorum. Okullar bir
kapı aralıyor, azimli olan o kapıyı sonuna kadar açıp bu fırsatı
değerlendirebilir.
Rahatlayan
edebiyat dili, çoğalan kitaplar, yazarlar vs. için neler söylersin. Her şey bir
hap misali atılıp tüketiliyor, bu ortamda uzun uzadıya yazmak nasıl bir ruh hali
yaratıyor sende!
“Normal
insan algısı”nda yazmak zaten delice bir şey. Niye böyle düşünürler bilmiyorum.
Yazmak yalnızlık, sabır, bilgi ve tecrübe gerektirdiği için mi yoksa bunun
kutsanıp bir yere korunduğu için mi? Bence eli kalem tutan, aklı yeten herkes
yazmalı. Yazmanın insanın kendisini anlamaya yardımcı olduğunu düşünüyorum.
Hayatımız o kadar saçma, anlamsız işlerle boşa geçiyor ki! Bütün metinlere
değer veririm ama bu basılı her şeye değer verdiğim anlamına gelmiyor. Üstten
bakan, nasıl yaşamam, neye tapmam ya da nefret etmem ve ne yapmam gerektiğini
dikte eden bütün metinlere kapalıyım. Böyle saçmalıklara ayıracak zamanım yok.
Bu yüzden kendi gündemimi yitirmemeye çalışıyorum. Aksi halde insan kafayı yer.
İktidarın basınında ve sosyal medyada değerli olan her şeyi değersizleştirme
üzerine çalışan bir grup insan var! Aslında tam olarak ne yaptıklarının
farkında değiller. Her şeye rağmen onlar da çocukları bu değerleri kitapları
okuyacak, filmleri izleyecek, müzikleri dinleyecek, sergileri gezecek. Meşhur
klişeyle söyleyeyim, “sanat kalıcıdır” arayan onları bulur!
Küçük Günahlar
filmine imza attın 2010 yılında… Bir sürü kısa film yaptın ama uzun deneyimi
nasıldı, sonrası niye gelmedi?
Küçük
Günahlar güzel bir deneyimdi. Sonrasında yaşadığımız sorunlara rağmen,
Türkiye’de film yapmanın her şeye rağmen hâlâ mümkün olduğunu düşünüyorum.
Yazdığım iki senaryo var ama bunların finansman sorunlarını çözemedim. Bu
yüzden film çekmek mümkün olmadı. Yapım koşulları gerçek anlamda yan yana
gelmediği sürece bunlar üzerinde bir şey yapmak mümkün değil. Ama bu baltaları
gömdüğümüz anlamına gelmiyor.
Günümüz sinema
ortamını değerlendirmeni istesem, bir yandan daha fazla film çekiliyor, daha
fazla yurt dışındaki festivallerle iletişim kuruluyor ama ülkede ezber bozan
bir durum da yaşanıyor. Bakanlık fonları, ödenekler belli konulardaki filmleri
destekliyor, her zaman alabilen yapımcılar biraz dışında kalıyor. Bu durumda
sinema yapmanın yolu nedir sence? Bu
zıtlık günümüz bakış açısıyla ne kadar uyuşuyor.
Türkiye’deki
sinemacılar şu anda potansiyellerinin %20’sini bile gösteremiyor. Çok yetenekli
yönetmenlerimiz ve senaristlerimiz var. Ancak birçok yapım prodüksiyon
aşamasında ciddi yaralar alıyor. Sansür mekanizması beynimize işlemiş durumda
bu da yaratıcılığı etkiliyor. Öyle bir politik saldırı altındayız ki yarın öbür
gün toplumsal eleştiri konusunda Yeşilçam’ın gerisine düşebiliriz. Devlet
politikası her alanda olduğu gibi kültür ve sanat alanında da bizi sağcı, solcu
olarak bölüp yaftaladı. Amaç biat kültürünün sinemaya sirayet etmesi. Ödenek
verdikleri kişilerin filmlerini kendileri bile izlemiyor. Kendi
propagandalarını yapmak için çektirdikleri filmlere kendileri bile inanmıyor.
Ömer Kavur
belgeseli çektin, başka belgeselini çekmeyi düşündüğün isim var mı? Ona nasıl
karar veriyorsun mesela, o isme… Bu nehir söyleşilerin için de geçerli bir
soru.
Aslında
çektiğim bir belgesel var, kurgu aşamasında ekonomik sorunlardan dolayı
tıkandık. Bence iyi de oldu. Bu deneyimler biraz daha güçlendiriyor beni,
öldürmüyor yani! Belgesellerde ve nehir söyleşilerde kendi gündemimde olan
sanatçılarla ilgili çalıştım hep. O insanlarla bir derdim vardı, onları
dinlemek, konuşmak, anlamak istiyordum, bu anlamda sadece benim için değil o
sanatçıları bilen, seven insanlar için de çok faydalı oldu. Bu filmler ve
kitaplarla ilgili çok güzel geri dönüşler oldu. Bu geri dönüşler olmasa da
yaptığım işlerden mutluyum. Sadece Giovanni Scognamilo’yu elimden kaçırdığım
için üzüldüm. Dört beş yıl önce bir gün onu aradım ve onunla ilgili söyleşi
kitabı yapmak istediğimi söyledim ama o zaten biriyle böyle bir çalışma yapmaya
başlamıştı. Bu yüzden Sinemanın Temelleri kitabını ona ithaf ettim, daha
fazlasını hak ediyordu ama elimden bu kadarı geldi. Çok özel bir insandı.
Uzun metraj
çekmeyi düşünüyor musun bundan sonraki süreçte peki?
Lütif
Akad’dan Metin Erksan, Yılmaz Güney, Ömer Kavur’a çok önemli birkaç kuşak bize
her koşulda film yapılabileceğini gösterdi. Onlar sansüre, baskılara, gösterim
olanaklarının ortadan kalkmasına rağmen film çektiler. Yazmayı biliyorsan her
koşulda yazarsın ve film çekmeyi biliyorsan her koşulda film çekersin. Bazen
doğru zamanı, doğru konjöktürü kaçırırsın ama yazdığın senaryo, çektiğin film
ardından gelir. Seni terk etmez. Mesela, Küçük Günahlar’ım beni terk etmez, hep
ardımdan gelir. Estetik değerlerini, değersizliğini bir kenara koyuyorum, orada
anlatmaya çalıştığımız hikâye çok doğruydu, bugün de bunun sancılarını
yaşıyoruz. Ne oldu? Görmezden gelinmeye çalışılan bir kuşak kendi seçimini
yaptı. Şarkıda söylendiği gibi, “Kardeşin duymaz, eloğlu duyar,” dönemindeyiz.
Eloğlunun duyması çoğu zaman ocağında duymayanlardan daha değerli olabiliyor.
Tolga Karaçelik’in Kelebekler filmine Kültür Bakanlığı Sinema Müdürlüğü destek
vermedi. Ama Tolga gidip filmini çekti, Sundance’te büyük ödülü aldı. Ama bu
gelip geçer, değer yok olmaz yani. Bence film çekmek, roman, öykü yazmak bu
kültürsüzleştirme ortamına karşı en önemli direniş biçimlerinden biridir.
Senaryo da
yazıyorsun, başka yönetmenler için… O konuda yapılan değişimler ve senaryonun
beyazperdedeki yorumu konusunda neler hissediyorsun?
Sen
de biliyorsun, iki senaryo yazdım filme çekildi ama benim yazdığım senaryoları
öyle bir hacamat ettiler ki benim senaryom olmaktan çıktılar. Erden Kıral’ın
çektiği Gece filminin senaryosunu Hasan Özkılıç’ın Zahit romanından
uyarlamıştım. Filmi izlediğimde senaryonun %40’ının değiştiğini gördüm. Oysa
üstüne çok çalışmıştım. Romana daha sadık bir senaryo yazmıştım. Sinema
eleştirmenlerinin filmle ilgili yazdıklarına tamamen katılıyorum. Kopuk kopuk
ve nereye gittiği belli olmayan, karakterlerin değişimini yeterince
göremediğimiz, bazı oyuncuların güme gittiği bir film ortaya çıktı. Marifetmiş
gibi jenerikte benim adım yazıyor! Bir senaristin bunlardan şikayetçi olmaması
gerekiyor, çünkü sözleşme böyle, sen yazarsın yapımcıya, yönetmene verirsin,
onlar da çeker. İzleyici, eleştirmen mazeret kabul etmez, işi görmek ister. Ben
de bir eleştirmen olarak mazeret kabul etmiyorum! Bu yüzden, her şeye rağmen o
senaryoların vebali benim boynuma.
Farklı alanlarda
üretmeyi seven birisisin… Şu aralar nelerle uğraşıyorsun ve bu kadar iş yapıp
maddi ve manevi tatmin sağlayabiliyor musun?
Londra’da
Hoş Cinayet’ten sonra yeni bir polisiye romana son noktayı koydum. Önümüzdeki
günlerde yayınlanacak. Galiba bir süre daha polisiye yazmaya devam edeceğim.
Bunun dışında yönetmenler ve sinemacılarla yaptığım röportajlar vardı,
bunlardan son altmış yılın sinemada bir Türkiye sineması panoramasını yapmaya
çalışıyorum, sanırım gelecek yıla hazır olur kitap. Yeşilçam ve sonrası
yönetmenlerle birçok dergi ve gazete için röportaj yapmıştım, hepsi yan yana
gelince çok ciddi bir dönemin izahı olduğunu gördüm. Ama bunların bir kısmı
özellikle kitap için yapılan özel röportajlar. O yüzden sinema hakkında beli
konular üzerinde yapılan bir tartışma özelliğini taşıyor kitap. Senaryo da var
ama çekildiğinde konuşuruz onları.
Son olarak neler
söylersin?
Yılgınlık
yok, üretmeye devam!
KAYNAK:
Rıza Kıraç: ‘Film çekmeyi biliyorsan her koşulda çekersin’ (Banu Bozdemir / Sinematik Sohbetler, otekisinema.com, 30 Ocak
2018).