Bahri Yağmur

Yazar, Şair

Doğum
04 Ağustos, 1972
Eğitim
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Burç

Şair ve yazar. 4 Ağustos 1972, Kayseri doğumlu. Elbistan Esentepe İlkokulu (1983), Mustafa Kemal Paşa Ortaokulu (1986), Kayseri Sümer Lisesi (1989), Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (1994) mezunu. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsünde “Hilali Divanı (İnceleme-Metin)” tez konusuyla yüksek lisansını tamamladı (1998). 2010 yılında Eskişehir OSGÜ’de Eğitim Yönetimi Denetimi ve Planlaması Bölümünden yüksek lisans dersleri aldı.

Askerliğini 1999–2000 yılları arasında İzmir Narlıdere Yedek Subay İstihkâm Okulu ve Ankara Hava Kuvvetleri Komutanlığı Merkez Daire Başkanlığı’nda gazeteci-redaktör olarak yaptı.

2006 yılında Türkiye genelindeki uzman öğretmenler arasında branşında 9. oldu. 2000 yılından itibaren üstün yetenekli/zekâlı öğrencilerle ilgili çalışmalar yapmakta.

Bir dönem dış ticaret danışmanı olarak da çalışan Yağmur, kültürel ve ticari amaçlı Almanya, Hollanda, Belçika, Azerbaycan, Kosova, Suudi Arabistan’da bulunmuştur. Mesleğindeki ve sosyal alandaki başarılardan dolayı çok sayıda ödülü bulunmaktadır. Kayseri Bölgesi yönetim kurulu üyesi ve Aydınlar Ocağı üyesidir.

Yaratıcı yazarlık ve hızlı okuma dersleri de verdi. Ayrıca Sakarya Serdivan Fikir Sanat Merkezinde ve Halk Eğitim Merkezlerinde dersler vermektedir.

Halen Sakarya Bilim ve Sanat Merkezi’nde Dil Sanatları Öğretmeni olarak görev yapan Yağmur, görev yaptığı okullarda, akademilerde, merkezlerde ve dersanelerde branşının yanı sıra ÖABT, KPSS, Türkçe, Bilgisayar, Etkin Liderlik, Deha Eğitimi, Hızlı Okuma, Diksiyon, Yaratıcı Yazarlık ve İngilizce dersleri okuttu. MEB’de AR-GE biriminde, ayrıca Gençlik ve Spor Bakanlığı bünyesinde kurulan “Muallimhaneler” Projesinde eğitici olarak görev aldı.

İngilizce ve (Kitabi) Farsça bilmektedir.

Hicret Hanımla evlidir ve Zehra Gülfem’in babasıdır.

 

Yazı Çalışmaları:

 

1990 yılından itibaren ulusal ve yerel basında şiir, hikâye, makale, gezi yazısı, röportaj ve diğer edebi türlerde eserleri yayınlandı. Bazı dergi ve internet sitelerinin genel yayın yönetmenliği ve redaktörlüğünün yanı sıra yerel gazetelerde köşe yazarlığı yaptı.

Yazıları Kardelen, Lifos, Sema Yazar Anadolu Lisesi Dergisi, Bilecik Bilim ve Sanat Merkezi dergilerinde yayımlandı. Bilecik Bilim ve Sanat Merkezi Ar-Ge Birim Başkanlığı ve TDE Danışmanlığı, haberkusagı.com adlı haber sitesinin sanat editörlüğü yaptı. Ulusal ve yerel basında pek çok şiir, hikâye, makale, gezi yazısı ve denemesi yayınlandı. Dergilerde redaktörlük yaptı. Bazı dergilerde genel yayın yönetmenliğini sürdürdü. Hitabet-sunuş-hızlı okuma teknikleri, hüsn-ü hat, kişisel gelişim, karakter bilim, zihinsel gelişim, insan mühendisliği, kâinat-uzay bilimi, bilgisayar autherware-internet, Bahri Yağmur’un ilgi ve uzmanlık alanları arasında yer aldı.

Sarı Ferit adlı eserinin ve Yavaş Arslan (Selçuklu Dönemi Ordular Komutanlarından aynı zamanda Dört Başlı Kartal adlı eserde geçtiği üzere Yağmur Ailesinin dip dedesi) adlı tarihi sinema filmlerinin senaryo sinopsislerini yazdı.

 

ESERLERİ: 

 

Şiir:

 

Beyhûde Visâl (2002).

 

Monografi:

 

Sarı Ferit –Bir Mafya Babasının Özüne Dönüş Hikâyesi (2004).

 

Deneme-Araştırma-İnceleme:

 

Dört Başlı Kartal (2003), Yenilikçi Öğretmenler (Komisyon, 2009), Bilim Sanat Merkezleri Etkinlikler Kitabı (Komisyon,  2015), Mantık Süzgecinden (Murat Azak ile, 2017)

 

Derleme:

 

Yunus’tan Âkif’e Bin Bir Altın Beyit (2004, 2005), Divan Edebiyatı Seçmeler (100 Temel Eser, 2011).

   

Editörlüğünü Yaptığı Kitaplar:

 

Şövale (2016), Segâh (2018), Delice Oyunlar (2019).

  

 

Yayına Hazır Eserleri:

 

Hilâli Divanı (Sanat-Edebiyat), Küllerimden Dirildim (Roman).

 

Bahri Yağmur İçin Ne Dediler:

“Söz ve anlam dolgunluğuyla atasözü gibi dillerde dolaşan mısra ve beyitler, eski edebiyatımızda berceste terimiyle nitelenirler. Bunlar, büyük bir kültürel birikimin bir olgu karşısındaki tavrını imbikten süzülmüşçesine ifade eden söz incileridir.

Bu söz incileri, şiir yükünün yanında, insanımızın hayata karşı bakışındaki insanî, hikemî  derinliği göstermesi bakımından da dikkati çekerler. Bahri Yağmur da, bu eserinde berceste kavramını biraz daha geniş tutarak, Yunus’tan Akif’e, hikmet yüklü, “kulağa küpe” olacak sözleri bir araya getirmiş.  Bu şiir ve hikmet yüklü beyitler arasında dolaşırken, okuyucuların bugün bir kısmı unutulmuş olan,  birçok tatlar keşfedeceği düşüncesindeyim.” (Prof. Dr. Osman Horata)


***

 

“Moda çarpıklıklarına kapılmadan, “Yakarış”, “Efendime”,  gibi inanç ve duygu yüklü şiirlerle “Feryadım” ve “Bu Gidiş Nereye?” başlıklı mensûr nazımlarınızı yazmanızdan dolayı sizi gönülden kutluyorum.” (Abdullah Satoğlu)

 

 

KAYNAK: İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, 2007), Kendisinden alınan bilgiler (26 Aralık 2019), Bahri Yağmur (sakaryabilimvesanat.meb.k12.tr, 26 Aralık 2019).

İBRET ALINA…

Hikâye meşhurdur. Komşulardan biri aslan, diğeri köpek beslermiş. Köpek, etiyle kemiğiyle semiredursun aslan, hastalıklarla pençeleşir olmuş. “Asıl akmaz, bal kokmaz.” fehvasını henüz derk edememiş köpek sahibinin aklına -kendisinin kalendersizliğinden, köpeğinin yalancı yiğitliğinden, aslanın da o anki zafiyetinden olsa gerek- bu iki hayvanı dövüştürme fikri gelmiş. Bu niyetini komşusuna her dile getirişinde aslan sahibi “La havle…” der buruk bir tebessümle karşılık verirmiş.

Ama bir gün kötü niyetli komşu, amacına muvaffak olmuş; aslan, evin bahçesinde gezinirken salıvermiş köpeğini üzerine ve kendince zevkli bu seyre koyulmuş…

Köpek önce sağından saldırmış ancak aslan istifini bozmadan o meşhur kükremesini fırlatmış rakibinin yüzüne. Köpek korkuyla uzaklaşmış. Bir süre sonra cesaretini toplayan köpek bu defa soldan… Aslan biraz daha arttırmış kükremesinin tonunu. Bu defa köpek öncekinden daha çok uzakta…

Dakikalar sonra cesaretini toparlayabilen köpek, tüm güç ve kuvvetiyle olduğu yerden gerinip zavallı hasta aslanın üstüne doğru koşarken sahibi “Komşunun aslanının işi şimdi bitti.” diye hınzırca kendi kendine gülüyormuş.

 Yanına gelinceye kadar her hangi bir tepki vermeden bekleyen, durumu yelelerinin ardından izleyen ‘aslan, oturuşunu’ bozmadan yavaşça pençesini kaldırmış ve tırnaklarını hızla indirmiş köpeğin tepesine… Köpeğin başı darmadağın, gövdesi sere serpe toprağın üstünde…

Bu olaydan sonra iki komşu artık çok az konuşur olmuş. Ancak köpek sahibinin cevap bulmakta zorlandığı ve bir türlü içinden çıkamadığı soru “aslan pençesi” gibi tırmalar olmuş gece ve gündüzünü. ‘Sahi ya! Madem aslan hastaymış da o semiz köpeği nasıl olmuş da tek pençeyle yere serivermiş?’

Bir gün açılmış komşusuna köpek sahibi, meramını dile getirmiş. “Benim etle butla beslediğim köpeğim nasıl oldu da senin yatalak aslanına yenik düştü?” “Ve la kuvvete…” diye söze başlayan aslan sahibinin son sözü ikinci bir pençe darbesi olmuş ve inmiş köpek sahibinin akılsız başına: “Evet, senin köpeğin kanlı canlıydı; benim aslanımsa hasta. Her şeyin hesabını yaptın ama bir şeyi unuttun: “Hasta da olsa her daim aslan aslanlığını yapar, köpekse köpekliğini…

Evet, ibret alına… Şimdilerde şartlar daha zor, badirelerse çetin… Gerek içtimai gerek ferdi sıkıntılarımız, kederlerimiz, çıkmazlarımız, açmazlarımız da olsa; şu günlerde hal, durum, vaziyet neyi gösterirse göstersin aslımıza bakmalıyız, nihayetinde ‘galibiyet aslan yüreklilerin alçaklıksa köpeklerindir.’   

AZERİ ŞAİR BAHTİYAR VAHAPZADE İLE....

AZERİ ŞAİR BAHTİYAR VAHAPZADE İLE....

 

BAHRİ YAĞMUR

 

 

“Biz, Azerbaycan’da yaşıyoruz ancak ay gardaş bilesiniz ki Türkiye’de nefes alıyoruz.”

“Yazıçılar Birliği”, bizdeki adıyla “Yazarlar Birliği” Başkanı Anar Bey’i makamında ziyaret ediyoruz. Anar Bey, ünlü bir yazar ve milletvekili. Türkiye dahil dünyanın pek çok ülkesinde oyunları sergileniyor, kitapları basılıyor. Türkiye’den geldiğimizi, kendisiyle randevumuz olmasa da görüşmek istediğimizi sekreterine ilettikten kısa bir süre sonra Anar Bey’in duvarı boydan boya Nizami-i Gencevi resimli halısıyla kaplı odasına alınıyoruz. Eserlerimizi takdim ettikten sonra tatlı bir sohbet başlıyor ve söz dönüp dolaşıp Bahtiyar Vahapzade’ye geliyor.

Anar Bey, Vahapzade’nin Bakü’de olduğunu sanmıyorum, Şeki’deki yazlığındadır, diyor. Ama ben ısrarlıyım, buraya kadar gelmişken Vahapzade’yi görmeden gitmem, diyorum kendi kendime ve Anar Bey’den Vahapzade’nin Şeki’deki adresini istiyorum. Anar Bey, ısrarım karşısında bir saniye deyip birkaç yeri arıyor ve telefonu bana uzatıyor, buyrun Vahapzade telefonda, görüşün. Vahapzade’ye Türkiye’den geldiğimizi, elini öpmek istediğimizi söylüyorum. Bunun üzerine İstiklal Caddesi’nde, Haydar Aliyev’in evinin hemen üst kısmında bulunan emekliler lojmanındaki evine davet ediyor bizi.

“Vahapzade Müellim”, bizi kapıda karşıladı. Bir an Necip Fazıl ile yüz yüze gelmiş gibi olduk. Bu kadar benzemeyemez iki insan birbirine. Simalarının benzerliği bir yana bakışları, sigarayı tutuşları, jest ve mimikleri öylesine benzer ki...

1993 yılında Ankara’daki konferansını hatırlattım, kendisine. "Hani bir Ramazan günüydü. Salon hınca hınç dolmuştu. Konuşmanız sırasında önünüzdeki bardaktan bir yudum su içmiştiniz de salonda bir uğuldama olmuştu. Bunun üzerine salondakilerden özür dileyip mazeretinizi beyan etmiştiniz. Rus zulmünden, milletçe dinden uzaklaştırılmanızdan bahsetmiştiniz" diyorum. Gülüyor Vahapzade...”Ay Sağol” diyor, “O hala yadımdadır.” Derken Vogue marka sigarasından derin bir nefes çekiyor ve “Sizden çeken yoktur?” diye bize de ikram ediyor. Adaba aykırıdır, düşüncesiyle daveti nezaketle geri çeviriyor, boşalan bardaklarımıza çay alabileceğimizi söylüyoruz.

Vahapzade, Müslüman Türk dünyasının dertleriyle dertlenen bir ruh. Azerbaycan’da şairliğinden çok milliyetçiliği, filozofluğu, derin düşünce adamlığı, maneviyatçılığıyla tanınıyor. İslam ve Türk’e dair her şey onu alakadar ediyor. Bu konulardan bahsederken  başkalaşıyor ve bir arslan kesiliyor, sesi daha gürleşiyor, kullandığı kelimeleri daha tonlu vurguluyor. Derken beş dakika olarak belirlenen görüşme saatlerce sürüyor, nelerden bahsetmiyor ki Koca Vahapzade...
1959’lar Vahapzade için sıkıntılı yıllardır. Azerbaycan ikiye bölünmüştür, bunun üzerine “Gülistan” adındaki eserini kaleme alır. Ancak rahat bırakılmaz. Takipler, zulümler, mahkemeler. Onlarca yıla mahkum olur. Ancak cezaevine girmeden, dönemin KGB Azerbaycan sorumlusu  Haydar ALİYEV’in araya girmesi ve beyanatı üzerine cezası affedilir.

Bir ara gözlerinde beliren garip bir ışıltıyla bize gıpta eder gibi bakarak “Siz Türkler bahtiyarsınız. Başka milletlerin boyunduruğunu görmediniz siz ve Allah daha size göstermesin. Biz, bir yönüyle bahtsızdık, bir yönüyle bahtiyar. Bahtımız yoktu çünkü Rus bizi ezdi. Topraklarımızı böldü. Maneviyatımızı aldı. Bahtiyarız Çünkü Rus bizi yumruğuyla ayılttı, bize millet nasıl olunurmuş, bunu öğretti.”

Vahapzade 1960’lı yıllarda Nazım HİKMET’le görüşür. O zaman genç bir şair olan  Nazım’dan kendisi için kitap imzalamasını ister. Bunun üzerine Nazım, kitaplarının üzerine Azeri “mahnıları” yazıp Vahapzade’ye hediye eder.

Söz, şiir ve şairlerden açılılıyor. “Benim en çok sevdiğim iki Türk şairi vardır.” diyor Vahapzade. "Necip Fazıl ve Mehmed Akif. Necip Fazıl’la simaen benzerliğimizden bahsettiniz. Biz Necip Fazıl’la sadece simaen değil ruh yapısı ve inanç sistemimizle de benzeşiriz. O da dindar bir şairdir" diyor ve ekliyor "Mehmed Akif’in Safahat’ı benim masa üstü kitaplarımdandır. Bunun yanı sıra Akif, sadece Türk edebiyatının değil, ben iddia ediyorum ki dünya edebiyatının büyük şairlerinden bir tanesidir. Yıllar önce işitmiştim Ukraynalı bir general, dünya milletlerinin milli marşları üzerine araştırma yapar ve sonuç dikkat çekicidir. İncelediği 95 milli marş arasında söz ve anlamca birbiriyle kaynaşmış milli ruhu barındıran sadece iki milli marşla karşı karşıya kalır. Bunlardan birisi Türk Milli Marşı diğeri  ise İspanyollarınkidir."

Ancak Vahapzade, bu büyük marşın yazarının kıymetinin “öz” ülkesinde yeterince tanınmadığından, onun fikri boyutundan hareketle yine ona çeşitli yaftaların vurulmasından şikayetçi. Bundan bir yıl kadar önce eline MEB’nin yayınladığı Eğitim Dergisi geçer. Dergideki bir makalede Metin BOSTANCIOĞLU “Akif çok tanınan bir şair olmasına rağmen şiirleri incelendiğinde edebi anlamda fazla bir öneminin olmadığı görülür.” anlamında çeşitli sözler sarf etmiştir. Bunun üzerine Vahapzade, Bostancıoğlu’na hitaben bir mektup yazar. Mektupta Akif’in sanat yönünü anlattıktan sonra “Soyadından anladığım kadarıyla sen bostancıymışsın, herkes kendi işiyle uğraşsın, sen git bostancılığını yap, şiir ve sanatı da ehline bırak.” demeyi  ihmal etmez.

Sohbetimiz boyunca bize Akif’ten şiir parçaları okudu Vahapzade.

Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber
Sana a
ğuşunu açmış duruyor Peygamber

Beytini okuduğunda, iki elini başına götürüp “Olamaz böyle bir şey, bu kelam bir mucizedir, bunu bir insan diyemez. Düşünün, şehidin mezarı Peygamberin kucağı olmuş. Bu nasıl bir mazmundur, bu nasıl bir hayaldir. Allah, Allah. Ben bu beyti yadıma getirdiğim zaman delirirem, bu beyit beni deli ediyor, deli.” diyerek Akif’in şiirdeki kudretini bize uzun uzun anlattı. Sonra

 

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın

Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın

 

derken yine aynı heyecanla “Derk et, anla ki o şehitler o derece büyükler ki tarihe gömülseler sığmazlar. Bu manalardan sonra kalkıp da Akif’i şiir yönünden tenkit edersen adama neler demezler.” dedi.

Dil birliği, Vahapzade’yi en çok düşündüren konulardan biri. Konuyla ilgili birkaç hatırasını anlattı bize. "Bir defasında Türk kardaşlarımızla -Özbek, Kazak, Kırgız, Tatar dil alimleri-  bir dil toplantısında birlikteydik. Ancak masadakilerin hepsi Türk olmasına rağmen Rusça konuşuyorduk. Bu benim garibime gitti ve dedim ki ne ola dilimizde vahdete -birliğe- gideydik de birbirimizle şimdi Türkçe danışsaydık -konuşsaydık-. Ben, bu ortak dil Türkiye Türkçesi olsun derim, dediğimde Özbek alimlerden biri “Neden Özbekçe olmuyor, biz 18 milyonuz.” deyince Kazak alim bizimki olsun, biz daha kalabalığız dedi. Ben de behey kardaş ben de Azeriyim. Azerbaycan’da 8.5 milyon, İran’da ise 30 milyon Azeri var, önemli olan milletlerimizin nüfusları değil. Ancak isterim ki bu ortak dil kardaşımız Türkiye’nin konuştuğu dil olsun.” dedim. Cidden Vahapzade İslam’ı ve Türklüğü iliklerinde yaşayan bir şair ve filozof...

Yayınlanan kitaplarımı takdim ettim. Aklıma Vahapzade’nin Nazım ile olan diyaloğu geldi ve Vahapzade’ye  “Siz nasıl Nazım’dan imzalı kitabını istediyseniz ben de sizden istiyorum, yüzsüzlüğümü mazur görün.” deyince “Buraya kadar gelmişsin, aklımdadır, seni kitapsız gönderir miyim hiç.” dedi ve “Soru İşareti” adlı şiir kitabının  üzerine “Kan, Can Din Kardaşım Bahri Yağmur İçin...” yazıp imzaladı.

Sohbetimiz boyunca tevafuken ziyarete beraber gittiğimiz Azeri şair Vidadi’nin, Vahapzade’nin şiirlerini ezberden okuması hem sohbete başka bir renk kattı, hem de Vahapzade’yi keyiflendirdi. Koca şair, yaşlı haliyle bizi kapıya kadar yolcu etmeyi de ihmal etmedi. "Türkiye’deki tüm kardaşlarımıza selamlarımızı iletirsiniz, Ay ayağınıza sağlık, sağ olun.” dedi.
Merdivenlerden inerken Vahapzade’nin sohbet esnasında söylediği, beynime kazınan ve iliklerime kadar işleyen şu cümlesini sanırım hayatım boyunca hiç unutmayacağım:

“Biz, Azerbaycan’da yaşıyoruz ancak ay gardaş bilesiniz ki Türkiye’de nefes alıyoruz.”

Vahapzade, bu sözü şahsı adına değil tüm Müslümanlar ve Türkler adına bütün zerreleriyle, insanın yüreğine kor gibi düşen  bir ses tonuyla,  gözleri dolarak söylemişti.
 

 

 

 

MUSA VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ...

MUSA VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ...

 

BAHRİ YAĞMUR

 

Şu son hadise bir kez daha ispat etti ve bizlere “nazarı her daim her şeyin kışrında gezinen medyamızdan elbette daha fazlası da beklenmezdi” dedirtti… 

O elim olay sonrası günlerce hep tali meseleler kıskacında gidip geldik: Musa öldürülmüş müydü, intihar mı etmişti? Ölümü bir yakını eliyle mi olmuştu?... Ve Musa’nın ölümü sonrası bu feci olaydan çıkarılması gereken, sözüm ona hayati dersler: Çocuklarımız internette ne kadar zaman geçirmeli, bilgisayarların genç dimağlar üzerindeki etkisi vs vs… Konunun uzmanları, eğitimciler ve akademisyenlerin yorumları… Millet olarak hemen her büyük hadise karşısında ortaya koyduğumuz sığ ve çiğ tavrımızı bu konuda da sergilemekten geri durmadık; alışılagelmiş konular dışına çıkamadık, olayın özüne, aslına odaklanamadık…

Oysa daha önce bu köşede üzerinde defeatla durduğumuz ancak yetkililerimizin görmezden geldiği noktaları, gözlere sokarcasına defalarca yazıp çizmiş ve konuyla ilgili genel kabul gören çözüm önerilerini okurlarımızla paylaşmıştık.

O yazılarımızın birinde “Bir ülke nüfusunun yüze ikisini üstün yetenekli ve üstün zekâlıların binde birini ise dâhilerin oluşturduğunu; bu tür insanlara fırsatlar verilmediğinde bireysel olarak: psikolojik ve sosyal travmaların kaçınılmaz olduğunu; asosyal kişilik özelliklerinin ortaya çıkabileceğini; olaya sosyal açıdan baktığımızdaysa ülkemizin lokomotif unsurlarından olan beyinlerin sürekli göç etmek zorunda kaldıklarını ve buna benzer pek çok olumsuzluklarla karşı karşıya gelinebileceğini dile getirmiştik.

Ülkemiz üniversitelerince yapılan akademik çalışmaların sayıca azlığı ve yetersizliği bir yana konunun “öz”üne inip son hadisenin gösterdiği “bir musibet bin nasihat” kabilinden Musa’nın başına gelen hadisenin tekrarlarını görmemek adına; ilgi ve uzmanlık alanımıza giren; şahsi olarak yıllardır üzerinde çalıştığımız, hemen her fırsatta problemlerini dile getirmeye çalıştığımız üstün yetenekliler/zekâlılar ve dehalar hakkında tüm ülkemiz kamuoyunun merakla cevaplarını beklediği şu soruları mesaisini bu mühim konuya hasreden yetkililere soruyor ve cevaplarını merakla bekliyoruz:

1.Özel hizmetlere muhtaç engelli/özürlü bireylere hemen her alanda fırsatlar sunan SOSYAL DEVLET’imiz, nüfusunun en az yüzde ikisini teşkil eden ve bir özür grubu olarak da nitelendirilen üstün yetenekli/zekâlı-dâhilerine eğitim öğrenim hayatları boyunca ne gibi maddi imkânlar sunuyor? Kemiyet-keyfiyet konusu da göz önünde tutularak bu insanlar adına yapılan AR-GE çalışmalarına, üstünlerin yetiştirilmelerine, kaynak teminine, ekipman ve diğer harcamalarına milli eğitim veya diğer devlet kurumlarımızın bütçesinden ayrılan pay ne kadardır?

2.Ülkemiz, “top”çusuna “pop”çusuna devlet eliyle milyonlarca dolarlık ödenekler ayrılırken, bahsi geçen “altın beyinler”e ve bu “altın çocuklarımız”ın yetişmelerine hayatlarını adayan eğitimcilere, çalıştıkları kurumlara, organizasyonlara ayrılan ödeneklerin toplamı nedir?

Ve en önemlisi dünyada “gifted children” -hediyelendirilmiş çocuklar- olarak da adlandırılan bu insanlarla ilgili veriler, kayıtlar, bilgiler ülkemizde nerelerde, hangi birimlerde, nasıl muhafaza edilmektedir -daha doğrusu böyle bir veri merkezimiz mevcut mu?- ve gelişmiş ülkelerdeki gibi “üstünler”in tüm hayatlarını kapsayan ne tür bir takip sistemi uygulanmaktadır?

En azından yurt dışında ülkemizi temsil etmek için gönderilen müzisyen ve sporcularımıza öngörülen ayrıcalık bu “doğuştan vergili”  ülke insanımıza ne ölçüde sağlanıyor?

Milletimizin lokomotif beyin gücünü teşkil eden bu takımı meydana getiren “altın çocuklar” için ne tür kurumsal yapılanmalara gidilmiştir ve ilerisi için neler ön görülmüştür? Toplum ve devlet olarak “avuçlarımız arasında özenle taşımamız gereken bu mücevher bireyler” adına MEB haricinde ne tür araştırma ve geliştirme kurumları teşkil edilmiştir?

3.Ve en önemlisi yurt dışında bu tür üstün yetilerinin olduğu tespit edilen bireyler ve bu bireylerin yetiştiricileri hemen her konuda el üstünde tutulup emniyette ve istihbaratta kayıtları tutulduğu –hatta daha önceleri pek çok sosyalist ülke rejimlerindeki uygulamalarda görüldüğü gibi sporcuların, bilim adamlarının hemen her konuda takibinin yapıldığı, korunduğu- halde bizde devletimizin üst kurumlarındaki yetkililer dahil olmak üzere sanattan bilime uzanan bu geniş yelpazedeki bireylerin varlığından kimler haberdardır? Ve haberdar olan kişi ve kurumlar bu çocuklarımıza ne tür destekler vermektedir?

 

SENDEN BANA GÜL (s.a.v.)

SENDEN BANA GÜL (s.a.v.)

 

BAHRİ YAĞMUR

 

Anlayamadılar

Kırmızı bir gülün

Kızgın kumlarda bitişini..

Yapraklarından dökülen şebnemi,

Yanaklarından süzülen kanı,

Taşıyamadılar.

Cihanı sararken kokun,

Habeş’i,

Kisra’yı,

Roma’yı,

Yanı başındaki zambaklar koklayamadı

Eteğindeki gül-ü reyhânı…

On dört asır ötelerden gelir oysa kokun,

Görene

Ayın on dördü

Hilâldeki parmak izin.

Okuyana 

En büyük mucizendir “Mushâf”.

Anlayana 

Suskunluğun 

En edibâne nasihat.

Gönül,

Ayrılığında 

Demir taraklarla dişlenen pamuk yumağı. 

Geçen her sâlise kanatır bakışların.

Gergef gergef hayalini işler

Rüyalar.

Ağıtlar sana

Şiirler sana

Var, yok hep sana.

Kızımın al yazmasında senin hayalin.

Ya benim 

Ya benim!

Canlar canı,

Kanımda

İliğimde 

Gözümün bebeğindedir hatıran

Gerisi hayâl…

Evet…Tence kardeşin Yusuf 

Senden daha beyaz, 

Ama sen en güzeli insanların,

Bal şerbetidir sözün,

Sözün bestelenmemiş şarkıdır 

Senden uzak, muzdarip her ruha.

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör