Şair,
öykücü, yazar. 1 Aralık 1974, İvrindi / Balıkesir doğumlu. İlk ve ortaokulu
Balıkesir’de, liseyi Kırklareli’nde bitirdi. Gazi Üniversitesi İşletme Bölümü
mezunu (2001). Bir süre radyo programcılığı yaptı. Daha sonra yerleştiği
İstanbul’da bir kamu kuruluşunda memur olarak çalıştı.
Yazı
hayatına 1993 yılında Yeni Asya gazetesinde başladı. İlk şiiri “Hüreyre”
(Eylül 1998) ve ilk öyküsü “Sidre ve Cam”, Yedi İklim dergisinde
yayımlandı. Daha çok öykü üzerinde yoğunlaştı. Deneme ve makaleleri; Zaman,
Milli Gazete, Yeni Asya, Akit gazetelerinde, öykü ve şiirleri ise Yedi
İklim, Dergâh, Kırklar, Okuntu, Polemik, Edebi Pankart, Şahdamar, Kelime ve
Aryaevi dergilerinde yayımlandı. Karakalem, KitapHaber ve
Kitap Postası dergilerinde kitap eleştirilerı yayımladı. Kelime ve Aryaevi
dergilerinin editörlüğünü yaptı. Öykülerini, Sana Aşktan Soruyorlar (2002)
adlı kitabında topladı.
“Mustafa
Oral, aşk’ın haber’in kaynağı olduğunu anlattığı kitabında, bizi bu ilahi
gerçeğin çevresinde, yüreğinde, kıyısız bucaksız ikliminde dolaştırmaktadır.
Şiirsel dili, zengin çağrışımlarla örülü anlatımı, Risale eksenli okumaları,
irfani edasıyla Oral, ‘sana ruhtan soruyorlar’ emrindeki ruh’u aşkla
özdeşleştirir.” (Sadık Yalsızuçanlar)
“Mustafa
Oral bir yandan ucu geleneğe çıkan bir öykü tarzının izleğini takip ederken,
bir yandan da klasik öykünün imkanlarından yararlanarak kıssa öykü tarzını
yokluyor. Öykü dünyasında karşılaştığımız öykülerden farklı olarak değişik
biçimleri, biçemleri ve tematik yapıları deniyor. Zaman zaman mısraa benzer tek
cümleli paragraflar, noktalama işaretleri kullanılmayan cümleler, sayfanın
genel görüntüsü içinde fotoğrafik disiplinler sunan biçimler kullanıyor.
Felsefeden tarihe, sinemadan fotoğrafa, mektuptan şiire kadar bilim ve sanatın
bazı dallarının tekniklerinden yararlanarak öyküsünü oluşturmaya çalışıyor.” (Yusuf Tosun)
KAYNAK: E. Eren Yılmaz / Millî Gazete (9.12.2002), Yusuf
Tosun (Yedi İklim, Ocak 2003), Cahit Külekçi (Hece, 2003), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Leyla
(Köroğlu) gözlerinin geçtiği yeri tutuşturup, bir ateş ordusu halinde cephelerimde toynağa kalktığı zaman, bir
önceki mağlubiyetin ardından terhis ettiğim ordularımı korkuyla cesaret
karışımı bir duygunun sevki ile silah altına alıyorum. Bütün bilgelik
metinlerindeki tembih derslerini, Leyla’ya
pusu kurabileceğim yerlere diziyorum. Sarhoşluğumu çözen bir rüzgar gibi
tesir yapan tembihler, beşibirlikler gibi dizi dizi her yanımı kaplıyor.
Tembihleri birbirine bağlıyorum. Uçlarına da dinamitler yerleştiriyorum. Mağlup
olma durumu söz konusu olursa onları patlatacağım. Yüreğimin cenk meydanına
hakim tepelerinden birine çadırımı kuruyorum. Aşk anıtını andıran bu kale Afyon
kalesi. Burası gelişmelere her an müdahale edebileceğim bir mevzi.
Omuzlarımı
bir çok öğreti dağlarına dayayarak ayakta durmaya çalışıyorum. Hiç kimseye kan
revan içinde kalarak ölmeyi emretmiyorum. Bekleyin, diyorum. Her ne kadar
Leyla’ya karşı yeterli derecede askerim ve cephanem varsa da, yine de hiçbirini
zayi etmek istemiyorum.
Güneşin
ipil ipil ışıklarının ovanın içinde erimesine yakın bir zamanda bir saldırı
olacağını tahmin ediyorum. Çadırın riski en az olan yerine sığınıyorum. İçi
kumla dolu kitabı açıyorum. Kalbimi sağlamlaştırmak için bilgelerin hayat
hikayelerini okuyorum. Okuduklarımı cenk meydanının neresine koymam gerektiğini
tespit etmek için, ara sıra kitaptan başımı kaldırıp, meydana bakıyorum. Karesi
(Balıkesir) beyi Evranos ile karşılaşıyorum. Derviş selamı mı versem, asker
selamı mı versem diye düşünüyorum bir an için. Selam vermeden başımı önüme
eğiyorum. Okumaya devam ediyorum.
Yenilgi
kendimi en güçlü sandığım anlarda daha önce defalarca beni istila ettiği için
teyakkuz durumundayım. Gözüm kitapta, kulağım cenk meydanında. Bir kuş sesi duysam,
borazan sanıp hemen siper alıyorum. Bir kış sesi duysam, kılıç sanıp, elimi
belime atıyorum. Yine bir kuş sesi. Kitabı elimden atıp, Cevşen’i bir zırh gibi
giyip, sipere yatıyorum. Sanki bir kadırga batıyor da, bir forsa kendini denize
atıyor. Sanki deprem oluyor da, hayırsız bir baba evlad-ü iyali aklına bile
getirmeden, kendini pencereden aşağı bırakıyor. Sağ elimde Cevşen, sol elimde
Zülfikar adlı kılıcımla yavaş yavaş siperden çıkıyorum. Tehlikenin geçtiğine
emin olduğum zaman çadırı terk ediyorum. Kalbim kılıçlar gibi keskindir benim.
Kılıçların ışığıyla en uzak ufukları bile görebilirim. Buna inandırmak
istiyorum kendimi. Bunun için gözlerimi siperlerde gezdiriyorum. Güneşin
ışıtıp, üstlerine kendinden renkler bıraktığı ordularımı teftişe çıkıyorum.
Eksiklikleri, fazlalıkları Rica’lar suretinde not ediyorum. Recalardan
‘Rica’lara sığınıyorum.
Teftiş
sırasında gül bahçeleri diziliyor hayalime. Bir serap mı görüyorum ne? Yoksa
gerçek mi? Hayır gerçek değil. Bunu anlıyorum. Ama bir şeyi daha anlıyorum ki,
her nazar başka bir ufuk açıyor bana. Aman bu nazarıma nazar değmesin. Aman şu
kalbime bir felaket gelmesin. O an bu aşk cenginde gül kullanmak geliyor
aklıma. Savaşta ara bölgeler oluşturmak için sandık sandık gül sevk ediyorum
cepheye. Sandıkların üzerine de aşk ve savaş dilinde şunu yazıyorum: Siviller
kırılmaz.
Biliyorum
hiçbir silah gül kadar vurucu ve koruyucu olmuyor. ‘Gülün adını öğrenme /
Unutursan kırılırlar’ diyen şairin
ismini mırıldanıyorum. Gülü cenge
alet ettiğim için, kendime acıyorum. Acımak yaralıyor beni, sesim titriyor.
Istırabım sıva tutmuyor. Sevkıyatı durduruyorum. İki cengaveri yanıma
çağırıyorum. “Çok zor durumda kalırsak bu iki sandık gülü Leyla’ya verirsiniz”
diyorum.
Sevkiyatı
durdurunca korkunun büyüttüğü aşkın ağına düşmüş bir av misali kıvranıyorum.
Bir zamanlama hatası yaparak cengi kaybetme ihtimali aklıma geliyor,
ürperiyorum. Sevdiceğimin bir zamanlar Senine ismini verdiği bir atı vardı. Ben
de atıma bu ismi vermiştim. Hayli gerilen azalarımı gevşetmek için Senine’nin
sırtını sıvazlıyorum. Atım yokken, sıkıntı ve heyecandan saçlarımla oynadığım
zamanlar geliyor aklıma. Bu aşk yokken, ne at vardı, ne savaş. Neye
sevineceğimi, neye üzüleceğimi bilemiyorum. Atım olmasına mı sevineyim, savaşın
çıkmasına mı üzüleyim? Elimi Senine’nin sırtından alıp, geme uzanıyorum. Eğere
basıp, üzerine atlıyorum. Senine toynağa kalkıyor. Ordularımın moralini yüksek
tutmak için naralar atıyor, şiirler okuyor, menkıbeler anlatıyorum. Hepsinin
gözüne sinmiş endişeyi gördüğüm halde konuşmaya devam ediyorum. Onlar da sağ
olsunlar beni üzmemek için bağırıyorlar: ‘Korkmuyoruz, yenilmeyeceğiz...’ (…)