Yeni Devir
ve Millî Gazete‘de
kadın sayfaları (1983-85) hazırladı. Öyküleri Aylık Dergi, Bu Meydan, Hüner,
Dergâh, Kafdağı, Avrupa Günlüğü dergilerinde yayımlandı. Bu Meydan
dergisinde kadın ve çocuk bölümünün sorumluluğunu üstlendi. Öykülerinin bir
bölümünü 2003‘te Ter ve Tempo adlı ilk kitabında topladı.
“Köy ile kent arasında, kentin
bunalmışlığında, köyün sadeliğinde ve sıradanlığında bir yaşamın panoramasını
sunuyor Hülya Aktaş”. (A. Haydar Haksal)
“Ürünlerde hep izlenimcilik egemen. Olay
öykülemesine rastlamıyoruz. Anlatılanlarda, öykülenenlerde bizi içine çeken,
bizi kuşatan bir gerilim yok. Yakınmanın getirdiği yoğunluk, eleştirel yahut
ileriye dönük bir bakış açısının, bir iç görünün filizlenmesine izin vermiyor.
Bu durum küçük ölçekli de olsa bir ‘trajedi havası’ da doğurmuyor elbette.
Yazar, hikâyelerde yer alan karşılaştırmalar, ruh tahlilleri ve mekân
betimlemeleri ile aşk, merhamet, nefret, acı, özlem, şaşkınlık gibi kimi
duyguları içtenliği ve kabullenmişliği sürekli gözeten bir yaklaşımla yaşatmak
istiyor okuyucusuna.” (Mukadder Değirmenci)
HAKKINDA: Ali Haydar Haksal / Öykü
Sadeliğinde: Ter ve Tempo (Yedi İklim, Şubat-Mart 2004), Mukadder Değirmenci /
Ter ve Tempo (Heceöykü, Ekim-Kasım 2004).
Tatilimi köyde geçiriyorum bu sene
de. Her zaman yaptığım gibi geceleri ikinci katın balkonunda oturuyorum
titreyerek, İstanbul sıcağına inat. Evde hırka kazak cinsinden ne bulmuşsam üst
üste sırtıma geçirdiğim halde soğuk içime işliyor ama bundan rahatsız
olmuyorum. Aksine garip bir haz duyuyorum. Şu anda batı ve güney bölgelerdeki
insanların sıcaktan bunalıyor olması inanılmaz gözüküyor. Evlerin sokağa benzer
aralarında in cin top oynuyor bu saatlerde. Köy konağında tv seyreden gençler
dışında sosyal hayat içinde yer alan kimse yok gecede. Yaşı daha küçük olanlar
evde tv seyrediyorlar. En küçükler ve yaşlılarsa çoktan ikinci uykularına
geçmişler bile. Havada akşamın serininde çekilen patostan kalma küçük saman
tozlarının kokusu var. (...)
Bilincim eskilerdeyken gökyüzünün koyu
mavi derinliğinde yıldızların göz kırpışına dalıp gidiyorum. Bana kalanın daha
çok uykusuzluk olacağını bilsem de özellikle bu gece yoğun bir şekilde yaşanan
meteor yağmurunun cazibesinden çekip alamıyorum kendimi. Kainat taş yağmuruna
tutuluyor adeta. Hızla kayan ışık topları karşımdaki evin çatısında kayboluyor.
Evde yalnız başına yaşayan ve artık orta yaşı bir hayli gerilerde bırakmış olan
kadının saatler önce başlayan uykusunda bir nur topuna dönüşüyor. Yıllardır
gerçekle rüya iç içe geçmiş onun yaşamında. Gündüz sonuçlandıramadığı ne varsa
rüyasına taşımaya başlamış. Orada dertlerine çözüm bulamasa da kendisini
rahatlatacak simgeler, bir takım uhrevi imalar bulmuş. Bunları yorumlayarak
yaşamış. Bu arada bazen görüntünün değil, onun arkasında saklı duran gerçeğin
önemli olabileceğini sezmiş. Rüyaların dilini kaşfetmeye ve yaşamını buna göre
yönlendirmeye başlamış. Her ne kadar sıkıntılı ve zor günler geçirse de gözü
bunları değil, arka planda yer alması gereken ikincil anlamları görmüş. Bu
nedenle gerçekte zor bir hayat olsa da yaşadığı, herkes bunu böyle bellese de,
aslında o kendi çapında huzurlu sayılabilecek bir yaşamı sürüklemiş peşinde
bugünlere dek. (...)
Genç kadın gündüz bağda bahçede, derede tepede
erkek gibi çalışırken onu da yanında var saymış. Köy yerinde eksik olmayan kötü
niyetli erkeklerin tacizlerini sineye çekerken arkasında O varmış, tarlada
tırpan sallarken yorgunluktan ayakta duramaz hale gelince de O. Belki kimse
inanmazdı anlatsa ama bazen tırpanın elinden alındığını, bir süre belini
dinlendirirken tarlaların biçildiğini bile görmüş. Yazın sıcağında, gençliğini
ve güzelliğini kamufle edebilmek için üst üste giydiği çula benzer giysilerin
içinde pişerken eline buz gibi ayranları veren de O’ymuş! Bu şekilde birliktelikleri
sürüp gitmiş yıllar boyunca. Ta ki çocuklar büyüyünceye, baba ocağını terkedip
gurbet ellere gidinceye kadar. Onların peşine düşüp gitmemiş, ocağını, bağını
bahçesini bırakamamış, hepsinden önemlisi genç yaşta toprağa verdiği ama manevi
dünyasında hala yaşayan eşini. (...)
Yün yorganın sıcaklığını özlerken ve
sırtımın bütünleşmek için kıvrandığı yatağımı, belki de bir yanılsama içinde
olabileceğimin ayırdına varıyorum ansızın. Tepeden tırnağa…
Metropolün orta sınıfı barındıran bir semtinde yer alan evinde, derin uykusunda
şimdi o; yatmadan önce cep telefonun alarmını kurmuş olmanın rahatlığı içinde.
Sabah hatırlayamayacağı rüyalar görüyor. Akşamları hem yorgun olup hem de geç
bir saatte yattığı için olsa gerek deliksiz bir uykuya dalıyor, telefonun alarmı
çalıncaya dek süren. Alarm çaldığında fırlamasa, cazibesine dayanamayıp başını
iyice yastığa gömse, yeniden uykuya dalıp kuşluk vaktine kadar kalkamayacağını
biliyor. Doğrulduğunda bir süre yatağın kenarında oturuyor, kendini
toparlayacak kadar. (...)
Başkalarının acılarıyla dertlense de,
zaman zaman, duygusal açıdan zayıf düştüğü dönemlerde kendi içine döndüğü de
oluyor. Bunca yıldır çalışmasına, yaptığı işle birlikte sosyal aktivitelerini
de sürdürmesine rağmen bir türlü kurtulamadığı bu tatminsizlik neden? Yıllar
geçtiği halde hala sorguluyor; hayatına başka bir şekilde yön vermiş olsaydı
daha mı mutlu olacaktı bugüne göre? Bunu bilebilir miydi denemeden? Çocuk
yapmayı ertelese miydi, hiç evlenmemiş mi olsaydı; hangisi daha doğru olurdu,
bir türlü karar veremiyordu, sanki onca yıldan sonra mutlaka bir karara varması
gerekiyormuş gibi. Derinlemesine düşündüğünde bu kuşku ve sorgulamalarının
kendi beyninden değil, etrafındaki insanların konuşmalarından,yargılarından
kaynaklandığını farkediyor. Ne kadar kararlı ve kendinden emin gözükse de
“kınayıcıların kınamalarından” soyutlayamıyor kendisini. (...)