Öykü ve roman yazarı (D.
1892, Antalya - Ö. 11 Haziran 1942, İstanbul). Soyadı Atabeyoğlu’nu eserlerinde
kullanmadı. İlköğrenimine, babasının görevli olarak bulunduğu Konya’da başladı.
Babası emekli olduktan sonra ailesi İstanbul’a yerleşti. Maçka Rüştiyesi’ni
(ortaokul), Tophane İdadisi’ni (lise, 1911) bitirdi. İstanbul Hukuk
Fakültesi’ndeki öğrenimini Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla yarıda
bırakarak orduya katıldı. Savaş süresince İstanbul’da ihtiyat zabitliği (yedek
subay) yaptı. Mütarekeden sonra Âyân (senato) katipliği, Deniz Yollarında
müfettişlik, aynı yerde yazı işleri ve yayın şefliği yaptı. 1912 yılında Tanin
gazetesinde gazeteciliğe başladı. Başında “Sert
ve serbest sözlü edebi-içtimai mücadele risalesidir” ibaresi yer alan on
beş günlük Kaplan adlı bir edebiyat dergisi çıkardı (1919). Bir süre
çalıştığı Diken’in kapanması üzerine İkdam’da
düzeltmenlik, Şebab dergisinde de yazı işleri müdürlüğü yaptı (1920-21).
Yakalandığı zatürree hastalığı sebebiyle genç yaşta vefat etti. Feriköy
Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Salahaddin Enis, dedesi
Yahya Paşa’nın Sultanahmet’te şair ve musikişinasları ağırlayan konağında
edebiyat ile tanıştı. Konya’da on iki yaşındayken Hüsn-i Malûl adıyla Anadolu
(1904) gazetesinde yayımlanan yazı denemeleri dışında ilk yazısı, on
yedi yaşında kaleme aldığı Gurup ve Guruptan Sonra’dır. Yazı ve
hikâyeleri Piyano, Resimli Kitap, Kehkeşan, Rübab, Safahat-ı Şiir ve Fikir,
Resimli İstanbul gibi Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıç yıllarında
yayımlanan ve kısa bir süre sonra kapanan dergilerde ve ayrıca Fağfur (1918),
Şair (1918-19), Nedim (1919) dergilerinde yayımlandı. Döneminin
yozlaşmış, taklitçi toplumunu ve toplumdaki sosyal sorunları görmezden gelen
eserleri eleştirdi. Mizahî yazıları, Diken dergisinde yer aldı. Fecr-i
Ati’ye karşı kurulan Nesl-i Ati topluluğuna katıldı. Bekir Fahri’nin
natüralizmle ilgili makalelerinin etkisiyle olay hikâyeciliği denilen
Maupassant tarzı hikâyeden ve Emile Zola’dan etkilendi. Savaş sonrası İttihad
ve Terakki üyelerine karşı Payitaht, Kaplan, Son Telgraf, Şebab ve Diken’de
sert yazılar yazdı. Konusunu Birinci Dünya Savaşı yılları İstanbul
zenginlerinin ortamından alan hikâye ve romanlarıyla tanındı. Eserlerinde genel
olarak, subaylık yaptığı savaş döneminin İstanbul’una ait izlenimlerini işledi.
“Salâhaddin Enis, Ömer
Seyfeddin’le beraber ilk sayılı hikâyecilerimizden biriydi. Tenkit yoksulluğu,
onun teslim edilmemiş birçok hatâlarını başkalarına kaptırmıştır. Piyasa
romanlarının liyâkatsiz câzibeleri arasında Salâhaddin Enis’e hakkını veren bir
tenkitten mahrum oluşumuz, onun bu dünyadan ve edebiyatımızdan küskün
ayrilmasıle sona erdi. Bu, onun eserlerinin derinliğine doğru bir dalgıç
sabrile inilmedikçe meçhul kalacak sessiz ve kibar bir iç dramıdır.
“Romancı Salâhaddin
Enis’i anlamayan ve onun yerine musahhih Salâddin Enis’i koyan edebiyat ve
meslek muhiti, onu, sekiz on gün evvel yakalandığı zatürreeden çok evvel
öldürmüştü.” (Peyami Safa)
“Türk romanının
gelişiminde Fransız edebiyatının, özellikle o dönem popüler olan Zola
natüralizminin büyük bir etkisi vardı. Daha Tanzimat döneminde, ilk
Osmanlı-Türk yazarları bu akımın etkisinde kalarak, Batı’daki çürümeyi
-toplumsal nedenlerini pek de bilmeden- romanlarına taşımışlar, böylelikle
yapay bir Doğu-Batı sorunsalı çevresinde dönen metinler üretmişlerdi.
Salahaddin Enis, bu eğilimin bir mirasçısı olarak görülebilir. O, aynı zamanda,
toplumsal gerçekliği ele alışıyla, Cumhuriyet dönemi öykü ve romancılığının bir
koluna da öncülük etmiştir.” (A. Ömer Türkeş)
ESERLERİ:
HİKÂYE: Bataklık
Çiçeği (1924).
ROMAN: Neriman (1910),
Sârâ (1922), Zaniyeler (1924), Cehennem Yolcuları (1926).
Ayrıca Orta Malı,
Ayarı Bozuklar, Endam Aynası, Mahalle adlı romanları tefrika edildikleri
gazete ve dergilerde kalmış, kitaplaşmamıştır.
KAYNAKÇA: Mehmet Behçet
Yasar / Edebiyatçılarımızı Tanıyalım- Selahaddin Enis (Yedigün, sayı: 344,
10.10.1939), İbrahim Alaeddin Gövsa / Türk Meşhurları (1946), Peyami Safa /
Selahaddin Enis (Tasvir-i Efkâr,
13.6.1942), Yusuf Ziya Ortaç / Portreler: Bir Varmış Bir Yokmuş (1960), Halit
Fahri Ozansoy / Edebiyatçılar Çevremde (1970), Peyami Safa / Objektif:
6-Yazarlar Sanatçılar Meşhurları (1976), Arslan Tekin / Edebiyatımızda İsimler
ve Terimler (1995), Ömer Lekesiz / Yeni Türk Edebiyatında Öykü - 1 (1997), İhsan
Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001,
2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas.
2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) -
Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).
Kendisi Karamanlı idi. Memleketinden buraya bakkallık etmek için
gelmişti. Kesesinde şöyle yüz altın kadar bir parası vardı ki, bu para ile
İstanbul'un herhangi bir mahallesinde mükemmel bir dükkân açıp işletebilirdi.
Esasen onun bütün hemşerileri, memleketlerinde evini, öküzünü satıp paralarını
kemerlerine doldurduktan sonra günün birinde köyün şehre giden yollarında bir
gölge halinde silinip kayboluyorlardı. Bu yol, onları ta İstanbul'a, paranın
pek bol olduğu İstanbul'a çekip götürüyordu. İstanbul onun için her karış
toprağında avuçlarla altın bulunan bir servet menbaı idi.
Lambo usta İstanbul'a gelmeği fikrine koyduğu zaman ilk düşüncesi
karısını yanına alıp almamak meselesi olmuştu. Şimdilik buna lüzum görmemişti.
Çünkü karısı, esasen her gün bir parça daha fazla ekmek yiyen ve buna rağmen
akşama kadar evin köşesinde pinekleyip ağzında sakızı, öküz gibi geviş getiren
bir mahlûktan başka bir şey miydi? Hususiyle İstanbul, yalnız paranın değil,
karının da bol olduğu bir memleketti. O halde terlediği zaman, yağlı pastırma
gini kokan karısını bir heybe gibi taşımaya ne lüzum vardı?
Lambo usta işte bu düşünce ile köyünden çıkmıştı. Tam dört senedir
İstanbul'un içerlek mahallelerinden birinde icraî ticaret ediyordu.
O mahallenin yegâne bakkalıydı. İçeri giren her müşteri, tezgâhı
başında kirli yapraklı veresiye defterinin buruşuk sayfaları karşısında iri
şişkin karnı, iki geniş kıvrım teşkil eden yuvarlak ensesi, pos bıyıklarla
mestur yağız esmer çehresiyle Lambo ustayı her zaman meşgul bulurlardı. O,
acaba böyle bitmez tükenmez neler yazıyordu? Bunu hiç kimse bilemezdi.
Mahalleli içinde en cimrisi olan mümeyyiz mütekaidi Hacı İbrahim efendiden
kahveci İsmail'e kadar herkes ona borçlu idiler.
Esasen Lambo usta kısa bir zaman içinde mahallelinin taşıdığı zihniyeti
pek kolaylıkla anlamıştı: İstanbullular malın iyiliğinden çok ucuzluğuna
bakıyorlardı. O, bu itibarla müşterilerini tıpkı gübre ile tayyüş eden
ördeklere benzetiyordu.
Onun esrar-ı ticaretine kimse akıl erdirememişti. İki sokak aşırı
bakkal Mihal'in on ikiye sattığını o, mutlaka on bire veriyor ve müşterilerine
hiçbir şey kazanmadığını, ancak sermayesine verdiğini söylüyordu. Onun bu
ucuzculuktaki maksadı öteki mahallenin müşterilerini kendine celbedip bakkal
Mihal'i iflâs ettirmek ve ondan sonra istediği gibi mahalleyi haraca kesmekti.
Filhakika bu pek kolay bir iş değildi. Zaten bakkal Mihal gibi senelerden beri
o mahallede kütlenmiş, ev bark sahibi olmuş, birçok seneler pastırma ve peynir
kokuları içinde ciğerleri kaşarlanmış küplü bir bakkalı devirmenin öyle pek
kolay bir iş olmadığını kendisi de biliyordu.
Bundan maada Lambo usta mahalleliye abus bir çehreden ziyade güler
yüzle nüfuz etmekteydi. Bunun böyle olması herhalde muvafıktı. Nitekim kasap
Halil efendi bu inceliğe vakıf olmadığı için işte birer birer müşterilerini
kaybediyordu.
Son zamanlarda o, mahalleliden bazı ileri gelenlerin muvafakat ve
yardımıyla dükkânında bir tezgâh açmıştı. Her ne kadar hükûmetten izin
almamışsa da gizliden gizliye iş görüyordu. Yalnız bu mesele kulağına çalınan
mektep hocası Hacı Kerim efendi her ne kadar bundan birkaç gün mukaddem mahalle
kahvesinde itiraz için ağzını açmışsa da Bekir reis muhik ve mantıkî delâil ile
Kerim Hocanın fikirlerini pek güzel red ve cerh etmişti: Madem ki mahallede
akşamcılar vardı. O halde bunların ötede beride meyhane meyhane dolaşıp gece
yarılarına kadar çoluk çocuklarını sofra başında bekletmelerinden ise buracıkta
işlerini görmeleri herhalde daha muvafık değil miydi? Hattâ ak sakalıyla Hacı
Nuri bile bu fikrin doğruluğunu tasdik etmişti. Esasen bu iş de gizli oluyordu.
Lambo usta, dükkânının iç tarafa kıvrılan mahzenini buna hasretmişti. Akşam
olur olmaz komiser Mehmet efendiden tutunuz da Hacı Nuri beye kadar akşamcılar
birer ikişer iç tarafta isli bir lâmba altında içtima ediyorlar ve orada birkaç
kadehle işlerini pek güzel görüyorlardı. (…)
Her ne kadar Anika da diğer hizmetçi kızlar gibi Lambo ustaya pek o
kadar yüz vermemekte ise de bunu yola getirmek o kadar zor bir şey değildi.
İlk önceleri ılık bir hava gibi Lambo ustanın damarlarına nüfuz eden bu
kızın aşkı pek kısa bir zamanda bir ateş dehşet ve hararetiyle bütün vücudunu
sardı... Şimdi Lambo usta ayakları ucunda biraz daha derinleşen bu uçurumun
açıldığını ve kendisinin göz döndürücü bir süratle bu uçuruma inmeğe
başladığını görüyordu; fakat tutunmak kabil olmuyor, ayakları mütemadiyen
kayıyordu.
Bu aşk Lambo ustanın sakin ve neşeli hayatı üzerinde birden büyük bir
değişiklik husule getirmişti. Pek kısa bir zaman içinde camekânı arkasında her
gün şen, alaycı bir papağan gibi şaklayan Lambo usta kalkmış, onun yerine sanki
gagasını göğsüne sokarak mütemadiyen düşünen ıslak ve miskin bir hasta karga
oturmuştu. Lambo usta hasta idi. Tezgâhı başında akşama kadar Anika'sını
bekliyordu. Şimdi onu görmek kendisi için her gün biraz daha mübremleşen bir
ihtiyaç şeklini almıştı. Anika'nın başı, dükkânın kapısında görünür görünmez
tezgâh başındaki hasta ve ıslak karga sanki bir an için uçuyordu.
Lambo usta hiçten bimâna vesilelerle onu dükkanında işgal ediyordu. Anika
geldiği zaman Lambo usta bir kıskançlık altında Yuvan'ı âdî ve hiçten
bahanelerle dükkândan uzaklaştırıyordu.
Anika, Lambo ustanın kendisine tutkun olduğunu biliyordu. Onu tam
burnundan yakalamıştı. Bazan tezgâhın yanındaki camekânda duran bir şeyi tetkik
için Lambo ustanın yanına sokularak bililtizam eliyle, yahut koluyla ona temas
ediyor, onu çıldırtıyordu. O vakit Lambo usta, bütün iradelerinin kaybolduğunu,
kendisinin bir dakika içinde on beş sene gençleştiğini hisseder gibi oluyordu.
Anika kendini dirhem dirhem satıyor ve bu musahabeleri en lezzetli yerinde
bırakarak eve geç kaldığını söyleyip dükkânı terkediyordu. O zaman Lambo usta
ağır bir uykudan uyanmış gibi silkinerek salgın gözleri, Anika'nın sıkı
etekliği altında hudutu vuzuh ile fark edilen butlarının müştehi hareketlerine
mekûz öylece sersem ve perişan kalıyor ve düşünüyordu. Ah, Anika kendisi için
ne iyi bir karı olabilirdi.
Gece olup dükkânını kapayarak odasına çekildikten sonra Lambo usta
bunları düşünüyordu. Evet muhabbet hakikaten çok fena bir şeydi. Bu tıpkı bir
sıçan kapanına benziyordu. Ve hissediliyordu ki kendisi oraya tam burnundan
yakalanmıştı.
(Selâhattin Enis-Bataklık Çiçeği, 1925)