Şair ve yazar. 15 Mart
1956, Sarayköy / Denizli doğumlu. Tam adı Zehra Nesrin İnankul. Eserlerinin bir
bölümünde Nesrin Göçmen imzasını da kullandı. Sarayköy Gazi İlkokulu (1967) ve
Sarayköy Ortaokulunu (1970) bitirdikten sonra, öğretmenlik mesleğine duyduğu
ilgi nedeniyle 1971-72 yıllarında Denizli Öğretmen Okulunda okudu. 1973 yılında
Ankara Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesinden mezun oldu. Öğretmenlik
mesleğini ancak iki ay yapabildi. Ailesinin ve öğretmenlerinin teşviki ile
girdiği üniversite sınavlarında Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesinde okumaya
hak kazandı. Eczacılık Fakültesinde okurken bir yandan da Ege Üniversitesi
Sosyal Bilimler Fakültesine devam ederek öğretmenlik sertifikası aldı (1977).
SSK Soma Hastanesinde 1977-1984 yılları arasında Baş Eczacı olarak görev yaptı.
1985 yılında devlet memurluğundan ayrılarak Yeni Umut Eczanesini işletmeye
başladı. 1997 yılında AÜ İktisat Fakültesinden mezun oldu. Umut Mustafa ve
İsmail Uğur adlı erkek çocuk annesi; PEN üyesidir.
İlk şiiri 2000 yılında İzmir-İzmir
dergisinde yayımlandı. Şiir, öykü ve düzyazıları ayrıca Cep Sanat, Bizim
Ece, Mortaka, Maki, Meskatder, Afrodisyas Sanat, Kadıköy Sanat Yaprağı dergileri
ile Zaman, Soma Kara Elmas, Yeni Asır, Özgür Kocaeli, Taka gazetelerinde
yer aldı.
“İnsan yoğun
duygular ve hece ölçüsüyle yazdığı
şiirlerde şaşırtıcı bir başarı gösterdi. Elinizde tuttuğunuz bu kitap söz
konusu şiirlerin örneklerini içeriyor. Belki de yarın türkü olarak dinleyip
söyleyeceğiniz şiirler bunlar. Müzik açısından da fark edilmeyi bekliyor her
biri. Geleneksel olanın içinde, yalın insanın şiirleri bunlar. Çağdaş bir
Emrah, bir Karacaoğlan... (Veysel Çolak)
ESERLERİ:
ANLATI: Sen Söyleme -
Bir Çingene Efsanesi (2005).
ŞİİR: Asi Duygularım
(2005), Zamansız Zamanlar (2007), Söz Yıkar Kendini (2009).
HAKKINDA: Ali Rıza
Navruz (Maki dergisi, 2005), Mehmet
Nacar (Gaziantep 27 Gazetesi - Bizim Ece, 2005), Faruk Erdem (Takvim, 17 Ekim
2006), Tuncay Filiz (Yeni Asır, 2 Mart 2007), Ruşen Hakkı (Özgür Kocaeli, 30
Aralık 2007, Nail Güreli (Milliyet, 2 Ocak 2008), Mehmet Kuvvet (Taka, 4 Ocak
2008), Nusret Karaca (Kadıköy Sanat Yaprağı, Mart 2008), Zeki Büyüktanır (Türk
Dili Dergisi, Eylül 2007).
Antik çağlarda Ege
kıyılarında, birçok uygarlık vardı.
Bunlardan biri de
İzmir yakınlarındaki adına Yabangülü Uygarlığı denilen uygarlıktı. Adını bir Ege
efsanesinden almıştı.
Rivayete göre Ege
kıyılarında dünya çingenelerinin başı olan, bir büyük çeri yaşardı. Bu çerinin
aşiretinde adı dillere destan olan bir kız vardı. Bütün çingene kızları gibi
sıradan bir güzelliği olmasına rağmen, çok güzel sesiyle öyle danslar ederdi
ki, ünü bütün dünyaya yayılmıştı. Aşiretin başındaki yaşlı çeribaşı bu kızın
cilve, işve ve danslarına kapıldığından her akşam Ege sahillerinde yaz
eğlenceleri düzenlerdi. Bu eğlencelerde tahta fıçılarla, at arabaları dolusu
şaraplar gelir, dünya çerileri arasından seçilmiş, en iyi kemancılar,
zurnacılar ve darbukacılar sahilde toplanırdı. Çok geniş dev halkalar
oluşturulur, ortada çam odunlarından bir büyük ateş yakılır, kuzular çevrilir, toprak
testilerle şaraplar fıçılardan alınır, dağıtılırdı. Herkes bir büyük merak
içinde çingene kızının çıkmasını, ünlü büyülü danslarını yapmasını beklerdi.
Sonunda güzel
çingene kızı, saçlarına taktığı yabangülü, parmaklarında zilleri, uzun eteği ve
şuh edasıyla ortaya çıkardı. Bir anda bütün sesler kesilir, saz ekipleri en
oynak parçaları çalmaya başlar, çingene kızı da kıvrak bedeniyle dans ederdi.
Hızla döndükçe
etekleri bir gül gibi açılır, güzel bacakları ay ışığında, Venüs heykelleri
gibi parlardı.
İri kahve gözleri,
can yakan endamı, şen şakrak neşeli sesi, parmaklarındaki zillerin şıngırtısı
bütün sahilde yankılanırken, toprak şarap testileri dolar dolar boşalırdı. Çingene kızının nereden geldiğini, kim
olduğunu, hatta adını bile bilen yoktu. Ancak,
ipek saçlarına taktığı yabangülü her zaman yerinde dururdu. Onu ne yatarken, ne dans ederken, ne de bir başka zamanda gülsüz
gören olmuştu. Bu nedenle Çingene kızının adı da “Yabanagülüm” olmuştu. Bu da
yetmemiş, çerinin adı da “Yabangülüm Çerisi” olarak ünlenmişti.
Zaman içerisinde, Anadolu’nun içlerinde,
Ege’nin karşı sahillerinde, hatta Arap
Kıyılarında
Yabangülüm’ün methini duymayan kalmadı. Öyle ki, uzak iklimlerden onu izlemeye gelenler
çoğunluktaydı. Yaşlı çeribaşı sonunda sevdalandığı bu kıvrak çingene kızıyla, hiçbir
şeye aldırmadan, kırk gün kırk gece sürecek bir düğünle evlenmeye karar verdi.
Düğünün her gecesi Ege sahillerinde şölen
düzenlendi.
Düğünün son
gecesiydi. Eğlencede su gibi şarap aktı. Aşirette Yabangülüm’e aşık olanlar, çeribaşını
kıskanmaktaydılar. Herkesin sarhoş olduğu bir anda; kir, pasak ve yama içindeki bir
çingene genci, çeribaşına saldırarak bıçakladı, öldürdü.
Akan kanlara
dayanamayan çingene kızı denize doğru yürümeye başladı,
herkesin gözü önünde.
Hayret!
Çingene kızı suya
batmıyor, su yüzeyinde yürüyüp gidiyordu.
Yürüdü, yürüdü,
uzaklaştı, bir nokta gibi kaldı mavilerde, kaybolup gitti.
Efsaneye göre çingene
kızı kendisini çok seven çeribaşının üzüntüsünden çirkinleşti o gece.
Sadece her dolunayda eski güzelliği, eski endamı, eski yakıcılığıyla Ege
sahillerine çıkar, görünmez sazların eşliğinde çingene danslarını yapar, sonra
da geldiği denize yürür, suların üzerinde, mavilerde kaybolur, gider.
O aşk içre, ayıkken sarhoş gezer
Kendine çoğalır, sığmaz kendine
Ölüm dedikleri nedir ki
Düğündür O’nun için
Esrir O’na ney ile güdüm ile
Arınır tüm dünya nimetlerinden
Vahiy bilir, kendini sınar O’nda
Sağ eliyle O’ndan alır
Sol eliyle kula verir
Öylesi kutsal bir ibadettir ki
Döner kendi mihrabında, yüz sürer O’na
“Şeb-i Arûs” dur her saniye, O’nu görür
Bir doğal günün sonudur, bir kapı
Ufuktaki o kırmızı gül