Şair ve yazar; oyun, deneme, öykü ve roman yazarı; tiyatro eğitmeni,
yönetmen. 2 Ekim 1953, Gaziantep doğumlu. İlkokulu doğduğu ilde, orta ve lise
öğrenimini İzmir Atatürk Lisesi)’nde tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi DTCF
Edebiyat Fakültesi (1979) mezunu. Çeşitli radyo ve TV kanallarında edebiyatla
ilgili programlar yaptı. Ege Üniversitesindeki görevinden kendi isteğiyle
emekli oldu.
Çevre Koruma Dünyası gazetesine makale yazıp gazetenin
Kültür-Sanat sayfasını yönetti (1997-2002). 1998/2000 dönemlerinde ADD Balçova
Şubesinde Diksiyon ve Fonetik (Güzel Konuşma ve Duyum) konularında kurs
verdi.
13 yaşında şiirle başlayan edebi yaşamı boyunca şiir ve öykü çalışmaları
çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. 17 yaşından itibaren de çeşitli dergi
ve gazetelerde yazıları yayımlanmıştır...
“Bir
Yudum”, “Usulüne Göre Beste” ve “Kaldırım Efesi” adlı oyunları da sahnelendi.
“Hangi Dünya” ile Müzikâl-Dikili Sanat Festivali Ödülü, “Seni Duyamıyorum” ile
EÜ İletişim Fakültesi Özel Ödülü aldı. Kendi adına kurduğu MGT tiyatro
grubuyla, bu alandaki çalışmalarını sürdürdü. Adına; Seferihisar Ürkmez Gençlik
Merkezi’nde Anı ve Çalışma Odası, ayrıca eşi ve kendi adına da Kütüphane
açılmıştır.
Türkiye’de
basılan kitaplarının yanı sıra yazarın, bazı şiir ve kitapları Azerbaycan,
Bulgaristan’da, bir öyküsü de Fransa’da
yayımlandı. Çalışma hayatını İzmir’de
sürdürdü.
Mustafa
Gökçek, TYS (Türkiye Yazarlar Sendikası), PEN (Uluslararası Yazarlar Birliği),
TÜRKGEB (Türkiye Genç Edebiyatçılar Birliği Kurucusu), İZMES (İzmir Edebiyat Sanat
Grubu Kurucusu Başkanı) TÜRKYES (Türkiye Yayın, Edebiyat, Sanat – Kurucusu,
Onursal Başkanı), İZSES (İzmir Sanat, Edebiyat Sohbetleri kurucusu) ve
Uluslararası Aktivist Sanatçılar Birliği üyesi olup, şu anda da Haber Hürriyeti
gazete ve haberhürriyeti.com adlı
internet sitesinde ve Antalya’da bulunan, ulusal Bekir Abi isimli dergide de
yazılarına devam etmektedir…
Ödülleri:
Yazdığı ve kendi yönettiği Hangi Dünya adlı müzikal oyunu ile
1994 yılında Dikili Sanat Festivali’nde oyun ödülünü,
Gölgem Suya Düştü adlı kitabı ile Sedat Simavi Ödüllerinde öykü dalı
üçüncülük ödülünü, 1996’da Evrensel Kültür
Merkezi Ödülünü,
İyi
Niyet öyküsüyle 2002 Haldun Taner Öykü
İkincilik Ödülünü aldı.
Bazı Makaleleri:
Tiyatro Eğitimi (1994), Diksiyon -
Fonetik (1996 / Ders kitabı), Telaffuz Eğitimleri (1997), Kahve Üzerine (200), Aydın
Olabilmek ( 2003, Evrensel Dergi – Ortak), Çağdaş Toplumda Tiyatronun Yeri ve
Önemi (Evrensel Dergisi).
ESERLERİ:
Deneme: Denemeler 1 (2 baskı, 1973,
1985), Denemeler – 2 Yaşamın Sancısından… (1991)
Roman: Kuduran Dünya (1980),
Kamburun Katığı (1989), Dışarda Mevsim
Baharmış (1989), Çırak (1995), Murtaza (1999), Kazancı (1999), Otobüs (2000), Son Çırpınışlar (Gençlik romanı, 2001),
Özgür Bir Çağrı (1.Cilt, 2002), Özgür Bir Çağrı (2.Cilt, 2003), Büyük Hüzün
(2016), Palto Denizi (2018).
Öykü: Gerçekler (11 Öykü, 1979), Ufuktaki Güneş (10 Öykü), Gölgem
Suya Düştü (1996, Hürriyet Gazetesi
Sedat Simavi Vakfınca 3. cülük öykü ödülüne değer görüldü), İyi Niyet
(Haldun Taner Öykü Ödülü, 2000), Pusula (Fransa’da yayımlandı, 2001).
Tiyatro Oyunu: Mektephane (2 Perde, Deneysel tiyatro, sahnelendi ve
yayımlandı, 2000), Hangi Dünya (Müzikal,
7 Perde / 2 Sahne. Bodrum Belediyesi Özel Ödülü, Basım 1996; DT. ve Bodrum
Belediyesi sahnelediler), Kaldırım Mühendisi (5 Sahne ve tek perde. Basım 1996,
/Üniv. Sahneledi. Dizi olarak çekildi 2004), Seni Duyamıyorum (2 perde / 5 sahne. (E.Ü. İletişim Fak. Özel
Ödülü. Basım, Üniversite 1997), Yüreğim
Kanıyor (2 Perde / 1 Sahne. 1997, Sahnelendi), Aydınlık Eylem (2 Perde / 1 Sahne. 2000, Üniversite yayımladı ve
sahneledi), Kurban / 1 Perde (Basım
2001 / DT. Tarafından sahnelendi), Özürlü
Özgür / 1 Perde (2002), Bir Yudum /
1 Perde (2003).
Sinopsis: Gıcık mı, Gıdık mı (Komedi, 1998), Aydının Omleti (1999).
Film Senaryosu: Kal Burada, Gitme (2000), Uzak Diyarlar… (2001),
Buradayım (2003), Kaldırım Mühendisi
(dizi olarak çekildi, 2004).
Şiir: İlk (2002), Dağlarımdan Akar Kızıl Şafaklar (1985), Yaşamın
Sancısı (1990), Yalnız Ağaçlar
(1980), Çağım Kuşatmada – Madımak Yanıyor (2000), Amber, Efkâr, Hasret (2004), Kadim Dostlarım (2006), Üç Fidan, Üç Zindan (2012).
İnceleme – Eleştiri (Dergi ve
Gazete Yazıları): Yorumlama Saatleri 1 (2015), Yorumlama Saatleri 2 (2016),
Yorumlama Saatleri 3 (2017), Yorumlama Saatleri 4 (2018), Yorumlama Saatleri 5
(2019) ve Yorumlama Saatleri 6 (2020)… (Seri olarak her yıl yaptığım
yorumlamalar, o yıl aynı adla yayımlanmaktadır...
Makale - (Gazete köşe
makalesi ve dergi yazıları) : Tiyatro Eğitimi (1994, Üniversite basım),
Diksiyon-Fonetik (1996 – ders kitabı, Üniversite Basım), Teleaffuz Eğitimleri
(1997 - Üniversite Yayımı), Kahve Üzerine (2001 - Dünya, Tüm Ülkelere Yapılan
Genel Yayım), Aydın Olabilmek (2003 - Üniversite / Evrensel Dergi (ortak
çalışma), Çağdaş Toplumda Tiyatronun Yeri ve Önemi ( Evrensel dergi Yayım ve
Basımı), ayrıca 2012 yılından itibaren de Haber Hürriyeti Gazetesinde köşe
yazılarım ve yorumlamalarım yayımlanmaktadır... Toplamda 100’ün üzerinde
çalışmalarım ve bilimsel makalelerim bulunmaktadır...
KAYNAKÇA: TBE Ansiklopedisi I (2001), İhsan Işık / Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, 2007), Mustafa Gökçek
(Bilgi teyidi, 23.12.2019).
‘Kuğulu Park’taki Kuşlardan Biri’, düşündüklerini
ve yaşadıklarını, yaşamın inişlerinde çıkışlarında koşturan ve onları
dillendiren, birilerine anlatıp aktarmaya çalışan şair, ‘İhsan Işık’ın,
yıllarca düşündürdükleriyle çoğalttığı şiirlerini bir araya getirdiği kitabının
adı!
“… İfritler arasında yangınlar ortasında bile / Cennetin ortası gözlerin nerde / Resminden utanan bir sıkılgan olmaktan / Kurtulabilseydi ah kanlı bıçaklı aşkım / Bağışında yalnız ölümüm varken / Diyorum ki yine de / Bir çakmağım olacak / Şanlı ateşler yakacaktım / Büyük aynalar kuracaktım her yere / Adını haykıran davullar çalacaktım / Zaten adınla başlayan bir cümlenin / Peşinde değil miyim başından beri / Yere düşen küllerdi gidişlerinse…” (sy.31)(*).
“… Bir gün bırakıp gitsem seni / Gecenin en kuytu yerine / Görünmez olsa dünya / Ta uzaklara ta uzaklara // İnan bana sevgilim / Hangi günü yazsa da takvim / Oda aynı oda / Gece aynı gece / Hayalin camda / Sen benle // Bundan işte bundan / Seni bırakır mıyım / Gider miyim hiç / Olmadığın bir yeri / Bulamam ki ben…” (sy.25)(**).
Hayat denen sahnede, tensel/tinsel sağlığı, esenliği elinin tersiyle itmiş kentlinin, aldığı, alabileceği uyuşturuşlarla, zamanı uyutması şaşırtıcı bulunamaz. Bulunmamalı. Malum, duyu-düşün güzellikleri paylaşıldıkça çoğalır, direnç de… İçini kanatıp hayıflanmak neye yarar? Hiç. Üretip paylaşmanın erdemini anlatması beklenen çağdaş birey, feci bir göçüşün, çöküntünün içindeki karakter olarak kaosa ayak basarsa, sonuç bu olur: Umudu benimseyemez. Ne günlük hayatta ne günlük yarınlarda iyi ve güzelin gerçekleşebileceğine dair öngörü barınmaz aklında. Güveni yitirmiştir bir kez. Toplumun, bilinçli bireyler eliyle onarılabileceğine, yaşanır kılınabileceğine inancı kalmamıştır. Kent kâbus ortamını doğuran, dayatan ve tükettiren mahşerdir, konumuzun kahramanına göre…
‘Kuğulu Park’taki Kuşlardan Biri’, düşündüklerini ve yaşadıklarını, yaşamın inişlerinde çıkışlarında koşturan ve onları dillendiren, birilerine anlatıp aktarmaya çalışan şair, ‘İhsan Işık’ın, yıllarca düşündürdükleriyle çoğalttığı şiirlerini bir araya getirdiği kitabının adı! Aslında sevgili şairimizi salt, şair kişi olarak betimlemek sanırım biraz haksızlık olur! Çünkü yazdığı 20’den fazla eser ayrı bir külliyattır edebiyat dünyamızda. Ve birçok cilt olarak tekabül eden şair ve yazarları bir araya getirdiği ansiklopedileriyle, bizleri onara eden onursal bir kişiliktir ‘İhsan Işık’… Elbette ‘Işık’ hakkında birçok konuya vakıf bireyin düşüncelerinden ziyade, anlatımım hakkında belki sayfalar olur. Ancak elimde varsıllığını yüklediğim şiir kitabının alıntılarını okura aktarmaya çalışacağım:
“… Kurtulabilseydi ah kanlı bıçaklı aşkım / Bağışında yalnız ölümüm varken…” (*). İnsani duyarlık yerine, hayvani oburluk empoze edilen kentli, usunu devre dışı bırakmıştır, şairin saptamasına göre. Kendi oburluğunun kölesidir ki o durumda türdeşlerini veya doğayı görmesi, düşünmesi olanaksızdır. Hegemonya, yarattığı “gri” canavarı, yani ağırlaşan havanın ortasında yükselen, hâlâ yükselmekte olan binaları beslemektedir. Zira gökdelen ve gecekondu kuşatması, ruhları da kıstırmış, kendi radyasyon çöplüğünde yaşamı kavurmuş oluyor. “… Büyük aynalar kuracaktım her yere / Adını haykıran davullar çalacaktım…” (*) diyerek inisiyatifini ve orijinalitesini anlatmaya, aktarmaya çalışan şair! Zorba semirme sürecinde… Birey orada, sistemin ‘nazire’ yarışına kapılıp kara bahtını sineye çekmiştir gibi görünmektedir bir bakıma. Çünkü tıkılıp kaldığı yoksunluk durumu nedeniyle oradan oraya savrularak, aynı dar kafeste savunmaktadır kendini; “… Zaten adınla başlayan bir cümlenin / Peşinde değil miyim başından beri / Yere düşen küllerdi gidişlerinse…” (*). O nedenle kent bulmakta, yer bulmakta kararsızlığa yazgılıdır sanki… Doğaldır. ‘Kuğulu Park’taki Kuşlardan Biri’yle uğraşması veya düşününde savaşması kadar doğal!
“… Gecenin en kuytu yerine / Görünmez olsa dünya…”(**). Kentli birey diye tanımladığımız şiir kişisi entelektüel özgüvenini yeniden kazanabilecek midir peki? Politik bir varlık olgunluğuyla anlayışını donatabilecek mi? Tüm bu sorulara yanıt bulabilir okur, ‘İhsan Işık’ın şiirinde… Edinilen ilk izlenimin aksine, karamsarlığa, karmaşaya karşın direnişin kararlı sesi de belirgin dizelerde. “… İnan bana sevgilim / Hangi günü yazsa da takvim / Oda aynı oda / Gece aynı gece // Gider miyim hiç / Olmadığın bir yeri / Bulamam ki ben…” (**) dediği “okuntu” şiirine, savunulan tepkiye küçük bir örnek diye bakılabilir. Bağımlılığı yenilmişliği silip atmıştır defterinden. Bilinçle, bireysel yeteneğinin gücüyle, zamana zafer damgasını vurup esenliğe adım atacak, tüm başa gelenleri silecektir. Hem hayatı, acı serüveni, hem de şiiri, salt ‘musibet’ kapsamında görmeyip yaşanan olarak benimseyecektir.
‘İhsan Işık’, söyleminde çile çeken, göçle gelen kentlinin, hayatla ve hüzünle kurduğu bağı, şiire aksetmiş biçimiyle paylaşıyor. Yaşanmışlığı kanıtlayan insan halleri değil sadece, şiirde derinliğini bulan söz…
Meraklısına; ‘İhsan Işık’, 1952 Diyarbakır (Merkez) doğumlu. Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Birçok dergi ve yayınlarda makaleleri, şiirleri yayımlanan şair, ‘şiir, deneme, inceleme, araştırma ve biyografi’ alanlarında eserler vermiştir…
www.haberhurriyeti.com / MUSTAFA GÖKÇEK, 26.11.2016
Kişinin öz diline önem vermesi, ona özen
göstermesi, eski dil – yeni dil kavgasının çok ötesinde bir sorundur.
Düşüncenin tek olanağı dildir. Dili; düşünceyi aktarmak için gerekli, hem de
çok gerekli bir araç olarak görmek yetersizdir. Dilin olmadığı yerde, düşünce
de söz konusu değildir. Dil, bilincimizin gerçeklik kazanmasının, bütün bilinç
olgularımızın biçime kavuşarak, dışımızdaki başka bir özneye aktarılmasının tek
güvencesidir. Kısacası, dil, bütün iç olgularımızın iletilmesine yarayan bir
araç değil, bu olguların iletilmesidir. Dil olmadan, bilinç de yoktur. Varsa
bile, bu varlık, tek bir öznenin içinde tutsak kalan, soyut bir psikolojik
olgudan öteye gitmeyen dağınıklıktır. Dil, bütün bir insanlık kültürünün
depolandığı bir araç değil, kültürün kendisidir, çünkü hiçbir düşünce, hiçbir
duyarlık, dile dönüşmeden, var olamaz. Dil, insanlığın kendini
gerçekleştirdiği, en önemli işaret sistemidir. Dil, insanlığın kendisidir.
Bir ulusun kendi toplumsal yaşantısına,
bu yaşantının gereklerine, yine bu yaşantıdan doğan somut koşulların oluşturduğu
duyarlığa göre bir dil geliştirmesi; o ulusun kültürel kişiliğini elde etme,
sağlamlaştırma, geleceğe iletme yolunda yaptığı kaçınılmaz bir eylemdir. Bu çaba, dillerin birbirlerine karşı üstünlükleri
veya aşağılığı biçiminde değil, her dilin, kendi yapısına özgü olanaklarını işleterek
geliştirmesi anlamında alınmalıdır. Yabancı biçimlerle, yabancı sözcüklerle
düşünülen hiçbir şey bizim olamaz. Bizim olan ve bizim ettiğimiz her şeyi,
kendi dilimizle düşünebiliriz, düşünmemiz gerekir, düşünmek zorundayız. Yoksa aktarmalar aktarma olarak kalacaktır.
Sunulan düşünceleri, ancak o yabancı sunuş biçimlerine yakınlığı olan kimseler
anlayabilecektir. Oysa Türk okuru, başka bir dile gereksinme duymadan, kendi
düşünürlerinin gücüyle, kendi dilinin olanaklarıyla düşünülebilir hale
gelmelidir, gelebilir, bu mümkündür. Yeter ki bilimle, düşünceyle uğraşan
kişiler, eski – yeni çıkmazını bırakıp, bir düşüncenin, kendi insanlarımıza
ancak kendi dilimizle bütün açıklığı, bütün inceliği bütün yoğunluğuyla
anlatabileceği gerçeğini kavrasınlar. Daha açık bir deyişle, çağdaş dilbilim ve
anlambilimin sesine kulak versinler. Hem, kendi diliyle aklını ve yüreğini
yoğurmasını bilmeyen bir düşünür, aşılama bir düşünürdür, toplumuna yabancı bir
kimsedir. İnsan, kendi dilinin dışında büyük olamaz, bilgin olamaz. Başka
dillerde önemli yapıtlar vermiş kimseler hem bir istisna, hem de aldatıcı bir
görüntüdür. Her büyük bilgin, ilkin
kendi dilinde büyüktür. Kendi dilinin bütün olanaklarını, zihinsel ve duygusal
etkinliğe girmeyen kimse, başka dilde de başarılı olamaz.
Bir dili, dillerin en incesi, en soylusu
görmek nasıl bir yanılgıysa, bir dili kimi kavramları ifade etmeden yetersiz
görmek de aynı derecede bir yanılgıdır. Her dil, kendi yapısının, kendi
biçiminin özelliklerine göre davranır. Fakat bütün bu kendine özgü
özelliklerden önce, her dile ortak, her dili belirleyen genel özelliklerin
varlığı, diller arasında nitel bir ayırıma gitmemizi kesinlikle engelleyecek niteliktedir.
Bir dil, ifade ihtiyaçlarını işlene işlene karşılar. İşlenmeyi zorunlu kılan
etken ise, bu ifade ihtiyaçlarıdır. Başka bir deyişle, kimi kavramları, kimi
düşünceleri kendi dilimizde ifade edebilmek için, bu kavram ve düşüncelerin
gerçek bir ihtiyaç haline gelmesi gereklidir. Yani, özümlenmeleri gereklidir.
Özümlenebilmek için de o düşünceyi, o kavramı, kişinin kendi kültür
yaşantısında etkin kılması şarttır. Yalnızca belirli kişilerin tekelinde kalan
zihinsel etkinlikler, topluma mal edilmedikleri ya da mal edilmek istenilmediği
veya bu kişilerin bu etkinlikleri topluma mal edecek güçten yoksun oldukları
içindir ki, başka gezegenlerden yansıyan yaşam dışı şeylermiş gibi gözükürler.
Düşüncelerini, duygularını kendi dilinde söyleyemeyen kişi, bilimin ve sanatın
dışında kalmaya tutsaktır. Bu söylediklerimiz, elbette, ifade edilmek,
anlatılmak için sözlü dili gerektiren etkinlikler için geçerlidir. Sözlü dili
de içine alan, işaret birimi, dolayısıyla, başka ifade araçları olan başka
işaret sistemlerini unutmuyoruz. Ne var ki, işaret sistemlerinin içinde, sözlü
dil, şu konuştuğumuz, yazdığımız dil, en önemli, en belli başlı olanıdır.
Bu açıklamalardan sonra, niçin kendi
Türkçemizi savunuyoruz, niçin yabancı sözcüklere hayır diyoruz, açıkça
beliriyor. Türkçemiz sorunu, her şeyden önce kültürel varlığımız, düşünsel
kişiliğimiz sorunudur. Bir düşünce, ancak kendi dilimizde düşünülüp ifade
edildiği oranda bizim için düşünce olacağından, kendi Türkçemiz sorunu, eski –
yeni didişmesinin çok ötesinde bir önem taşıyor. Amaç, bir sözcüğe karşı, salt
yeni olduğu, salt taze bir yaratı olduğu için, başka bir sözcüğü seçmek
değildir. Amaç, düşünceyi, kendi dilimizle yoğurmak, ona kendi dilimizle biçim,
kalırlık sağlamaktır. Bunun da tek ölçüsü, dilimizin kendine özgü
olanaklarıdır. B olanakların tek somutlaşma, tek gözlemleniş alanı ise, dilin
kullanımıdır. Dil, kullanımdan başka bir gerçek tanımaz. Dışardan yapılan bütün
zorlamalar boşunadır. Dışardan uygulanacak her değiştirici eylem, bu kullanıma
uymadığı sürece, sonuçsuz kalmaya tutsaktır. Yeni gereksinimlere cevap verecek
yetenek, dilin kendi yapısında vardır zaten. Önemli olan, bu yapının
özelliklerini, kullanımı gözden kaçırmadan yakalayabilmektir. Yanılmıyorsam,
çağdaş dilbilimin gereklerini ve gerçeklerini yansıtan tek akılsal yol da
budur…
‘Edward Said’in sorduğu, “Kim yazar?
Yazma işi kimin için yapılır? Hangi koşullarda?” sorularının şimdi yaşadığımız
tüketim çağı içindeki anlamları, belki de herkesin daha kolay anlaşılır bulduğu
1960’lardakinden daha yerinde. Şu farkla ki, geçmişte hep toplumsal ya da
örgütsel düğümler atmak için sorulan bu sorular, şimdi bireysel kimliklerin
yerlerini bulmalarını sağlayacak anlamlar kazandı.
Bunların sıkıntı verici sorular olduğu
da yadsınamaz. Sonunda soru sormak, karşıdakini bulunduğu zemine yerleşip
kendini güvenli hissettiği bir konum almaya zorlar ki, neden olsun? Bu yüzden
bir edebiyat aynı zamanda yanıtlanmayan sorularla da yaşar ve bitmeyen bu
arayış o soruların her seferinde başka bir düzeyde önümüze gelmesine yol açar. Bir
tek eleştiri, kendini yaratıcı yazının içinde var ediyor olsa bile, soru
sormayı ve boşluğa asılı soruları yanıtlamayı iş edinir. Hem yatkınlığı vardır
sormaya ve yanıtlamaya, hem de kendi varoluş kaynakları ona bu yükümlülüğü
hiçbir zaman unutmamasını öğütler.
Üniversitenin edebiyatla ilişkisindeki
soğuk duruşun, akademik formasyonların önce teknik biçimler içinde kazanılması
koşullanan didaktik öğretim anlayışından gelişi, sorgulamaya değil, zorunluklara
gönderiyor. Orada öğrenmek anlamanın, ezberlemek yorumlamanın yerine geçiyor.
Dolayısıyla genç edebiyat öğrencileri –yaratıcı yazarlık bir yana- edebiyatla
akademik ilişkilerini verilmiş teknik biçimler, geçilmesi zorunlu akımlar ve
yöntemler içinde kurulabiliyor ki, bu yoldan da kalıcı bağlar atılamıyor.
Böylece üniversite hayatı, büyük çoğunluk için lise sıralarındaki ıstırapların
yerini tutuyor. Belki gene tümden gelerek önce edebiyatı yaratıcı yazının
örnekleri içinde okuyup sonra yol ve yordam aramayı öğretim biçimi olarak
seçmek gerekiyor. Sonunda asıl olan anlama ve yorumlama yetilerinin
geliştirilmesiyle, bunu da kuram değil, bunu da kuram değil, yazınsal metnin
sürekli okunmasını sağlar.
Çoğun sanılanın tersine, bu tür
zorunlulukları değil, her şeyden önce özgür düşünebilme olanaklarını arayan
eleştiri, bu yüzden üniversitede bulamadığı ortamı dışarda aramıştır. Verilmiş,
bilimsel kuram ve yöntemlerle toplumbilimleri yapılabilir, ama bunlar
eleştirinin suyunu edebiyatın can damarından alanların işine yaramaz. Çünkü
yaratıcılık doğada kendiliğinden bulunmaz. Bir de belki, düzayak edebiyat
öğretimi karşısında önündeki basamakları çıkmayı sürdüren edebiyatçı
üniversiteyi de ürkütmektedir: yeniklik duygusunun açığa çıkardığı endişe.
Böylece eleştirinin bir kanadı kırılır, dosdoğru yol almak yerine, kendi
çevresinde dönmeye başlar.
Öte yandan, eleştirinin bir yargıda
bulunma ödeviyle kendini yükümlendiği yıllar Batı’da da, bizde de geçmişte
kaldı. Şimdi ne Lukas’ın kuşkuları yüzünden modernizmi klasizm ve gerçekçilik
karşısında önemsizleştirdiği zor zamanlar içindeyiz, ne bizim edebiyatımızda
çokça yaşadığımız, iyiyle kötüyü kesin kalıplara döküp ayıran dogmaların kolay
karşılık bulabildiği yıllar içinde. Yargıyı
zaman verecekse, eleştirinin ödevi, “yargılarda bulunmayı sağlayacak değerleri
yaratmaya başlamaktır”…
‘Edward
Said’, bu değer önermesine bağlayarak şu ilginç saptamayı da yapıyor:
‘Wilde’
bunu şaşaalı bir biçimde söylemişti: Eleştiri “sanat yapıtını yeni bir yeni bir
yaratımın kalkış noktası olarak ele alır’. ‘Lukas’ daha ihtiyatlıdır: ‘Denemeci katıksız bir muştucu
örneğidir.’
“Ben şahsen ikinci tarifi tercih ediyorum.”
Doğrusu, bende’ Wilde’ınkine yakın dururum.
Eleştiri, günümüzde hepten böyledir:
Yaratıcı yapıtları yansıtmak, parçalarına ayırmakla yetinmez, kendini de
yaratıcı yazı içinde bir dünya olarak kurgular ki, bu düzeyde yazınsal yapıt
sonunda eleştiri için kalkış noktasına dönüşür. Özsuyunu aldığı yerden güçlü
kollar çıkararak ilerler.
Eleştirinin özelliklede yazınsal
metinlerin karanlıkta kalan, kapatılan, suskuya mahkûm edilen yerlerinden
doğduğu söylenebilir. Çünkü öncelikle ve en yoğun çözümleme ve açıklamalar
oralardan çıkar. Eleştiri o belirsizlikleri anlamak ve aydınlatmak için bir
süre karınca gibi çalışır. Tekilliğini korurken önce tikel anlamların içine
işler. Bu nedenle kendini genel, toplumsal sorunlardan bağımsız tutmaya özen
gösterir. Ne ki ve ne iyi ki,
eleştirinin ortaya koyduğu tikel anlamlar, kendiliğindenliğe bile bırakılsa,
içinde bulunduğu edebiyatın niteliği ve okuma kültürü için tümel kazanımlara
yol açar.
Zaman içinde oluşan bu birikim bir kanon
oluşumuna da neden olur elbette.
Denebilir ki, içinde bulunduğu edebiyatı başından sonuna kuşatıcı
biçimde incelemiş her eleştirmen kendine özgü bir kanon da yaratmıştır.
Dışarıdaki okur, giderek dışarıdaki yazar, yukarıda geniş bir tanımını
çıkarabileceğiniz eleştirmenin bulunduğu basamağa hep aşağıdan baktığı için,
ufku daralır. Orada dalgın dururken artık eleştirmenin baktığı gibi bakmaya
koşullar kendini, söylenenleri onaylar. Eleştirmen düşünmektedir işte. Kendi
adına konuşan bir eleştirmenin varlığı tembel zihinleri mutlu eder.
Eleştirmenler arasındaki anlayış
farklılıkları 1960’larda, 1970’lerde yazınsal tartışmaların konusu olur,
sözgelimi bazı yazar veya edebiyatta yer alan şairler, başkaca sanatçılar
eleştirmen tarafından uygun kelimelerle bu potaya dâhil edilir. Düşünülmelidir
ki, her eleştirmen kendi eleştirel anlayışını ilkesel düzeyde açıklarken, bugün
var olan farklılıkları hem edebiyat okuru kavrayamıyor, hem de düpedüz
önyargılı bir kesim özellikle belirsizleştiriyor. Oysa yaratıcı eleştirinin
söylemiyle didaktik eleştirinin ya da güncel kitap yazılarının söylemi
birbirinden temelli ayrımlar içerir. Bu ikisi arasındaki uzaklığı ölçmeyen bir
okuma kültürünün edebiyatın değerlerini kavraması da güçleşir. Eleştiri, doğrudan işlevli görmese bile
kendini, yürüdüğü yolun iki kıyısındaki toprağın verimini artırıp
güzelleştirir.
Beğeni, ne yalnız doğuştan getirilen, ne
de doğuştan geldiği gibi kalan bir yetenektir. Sığ izlenimcilerin başlıca
yanılgısı da, beğeniyi salt bir doğa vergisi saymaları olmuştur. Araştırmayla
beğeninin gelişimi arasındaki ilişki ve doğru orantıyı göremedikleri için,
anladıklarını da, anlamadıklarını da aynı kefede tartmaya kalkmışlar,
anlamadıkları yapıttan, değerli olsalar bile, niteliksiz olarak damgalamaktan
çekinmemişlerdir. Bu nedenle, bizde öznel eleştiriye karşı sürdürülen savaşın
en çok üzerinde durduğu nokta, yargıları gerekçelendirme ilkesi olmuştur. Çoğu
nesnelcilerimiz, gerekçeli yargı adına, kişiliksiz yargılara düşmüşler, öznel’
den ve kişisel’ den kaçarak, yargılarını kuru sıralamalara indirgemişlerse de,
gerekçenin, dolayısıyla araştırmanın gerekliliği üzerinde bunca kararlılıkla
direnmiş olmaları, yadsınmaması gereken bir eylemdir.
Bir yapıtı anlamak için, tek başına
araştırma yeter mi acaba? Öyle olsaydı, iyi eleştirmen olmak için akademik
olmak yeterdi. Eleştirmenin, eleştirme
olmadan önce, iddiasız alçakgönüllü, sevgi ve coşku dolu bir okur olmasını
bilmesi gerekir. Eleştirmenin bir yapıt karşısındaki ilk davranışı, açık
yürekli bir sevgi, alçakgönüllü bir öğrenme ve anlama güdüsü olmalı. Büyüklük
duyguları, tek yargıçlık özentileri, yapıttan üstün görme rahatsızlıkları
eleştiriyi öldürür.
Yapıta sevgiyle yaklaşmak, onu
alçakgönüllülükle anlamaya çalışmak, yapıtı değerli olarak yargılamak anlamına
gelmez. Bu bir tür anlama çabası, güzel veya çirkin yargısına götüren ilk
basamaktır. Belki de en çok çirkin diyebilmek için anlamak zorunluluğu vardır.
Sevgisizlik, beğeninin tutsaklığıdır, öznel ve kişisel’ e kapalılığıdır;
araştırmanın tek çizgiye indirgenmesi, yapıtın doluluk ve çok yönlülüğün
sığlaştırılmasıdır.
Mustafa Gökçek / 18.04.2018 (İzmir)
Ürperdi içim, bir gecenin şafağında
Üç kelepçe çıkartılırken duyulan ses
Gecenin masum ve hınzır sesini bozdu
Çıkartılınca ayak bileğine takılı pranga
Üç fidan, üç gün tıraş olmamıştı
Üç zindanda aynaları bile yoktu
Oysa tam bağımsız bir ülke özlemiyle
Yandılar yanmasına da darağaçları buz
oldu
Ürperdi içim gece sanki ayaza kesti
Avlunun bir kenarında bir duvar dibinde
Uçuşan kelebek gibi parıldıyordu yeni
güne
Özgürlüğünü anlatıyordu ve
aktarabildiğince gördüklerini
Güvercin havalandı kanatlarını çırparak
Pusuda bir asker su verdi çiçeğe
Ve gün gelecek anlatacak çiçek
Avluda ve darağacında gördüklerini
Uzun boylusu kâğıt kalem istedi
Anlatmak için duygularını
Sonrasında bir ses duydu, irkildi
Kanı donmuştu sanki gördüğüne
darağacının direklerini
Kanatlarını özgürce çırpan kuş artık
kımıldamıyordu
Gözlerinde en küçük bir korku yoktu üç
fidanın
Ve avludaki çiçek sulansa da
Solmuştu gardiyanın elinde
Gece kör… Kor olmuş kömür, yüreğimi
yakmıyor gibisinden…
Karanlık ve kara bir çığlıktı gecenin
ayazı
Pusatsız, umarsızca bekleyiş gömüldü
geceye
Ve ölüm, ölümden önce gelmişti üç fidan
13.03.1993, Mustafa GÖKÇEK
1953 yılında Gaziantep’in Akyol
Mahallesinde başlayan yaşamım, İlkokulu bitirene kadar burada sürdü. Daha sonra
babamın bazı işleri ve annem tarafının tüm ailesi, akrabalarımız İzmir’de
olduğundan bu yöreye göç ettik. Ve yaşamım artık burada devam etti.
Orta ve lise yıllarımı İzmir’de
tamamladım. Daha sonra ise üniversite yıllarım başladı. Ankara D.T.C.F. ‘de
başlayan fakülte yıllarım sonucunda (Türk Dili Edebiyatı Bölümü) bu okuldan
mezun oldum. Ve ardından da yıllar
süren, sürecek olan edebiyata gönül verdim. Gerçi çok önceleri çalışmalarım
olmuştu ama yayımlanması adına 20’li yaşlarımı örnek gösterebilirim.
Henüz İlkokul 3. Üncü sınıftayken (Dokuz
yaşında, yılsonu itibariyle), öğretmenim tarafından güzel bir romanla taltif
edildim. O yaz okuduğum bu roman sayesinde, edebiyata karşı isteğim oluştu.
Durmadan bir şeyler karaladım. Sonrasında da bu yazdıklarımı biriktirip, benim
gibi edebiyat sevdalısı olan öğretmenime gösterdim. Hoşuna gittiğini
belirttikten sonra, yazılarımı çoğaltmamı ve sıkça yazmamı öğütledi. Verilen bu
şevkle arttırdığım yazılarımı bir dosyaya koyarak, biriktirdim. Ve gün geldi,
yıllar birbiri ardına ulandı, İlkokulu bitirdim. Ancak birikimim olan dosya hep
başucumdaydı.
Yaşamımda, bu öğretmen hep başroldeydi… İzmir’e
gelme durumundaydık. O kul bitimindeki yaz hep bu durumla uğraşıldı. Ailece İzmir’e
geldiğimizde, babam hemen yakınımızda bulunan bir Ortaokula kaydımı yaptırdı.
Ve artık öğrenimime burada devam edecektim. Okul açıldığında ise ayrı bir
heyecan ve içimde yaşattığım coşku ile okulun ilk günü hazırlanıp, aile
büyüğümle gittim. Henüz hangi sınıfa dâhil edildiğim belli olmamıştı. Orada
bulunan öğretmenler tarafından karşılanıp, sırasıyla onlarla tanıştım. Sınıfım
belli olunca da arkadaşlarla… Sonra da aile büyüğüm yanımdan ayrılınca
arkadaşlarla okul bahçesinde tanışma faslı başladı. İlk günlerde benimle biraz
alay ediyor gibiydiler! Bunu ise sonraları şöyle algılayabildim. Gaziantep
gibi, güneyin bir kentinden İzmir gibi Büyük bir kente göç ediyorum. Elbette
kaydımın yapıldığı okul elit bir tabakadan oluşuyordu. Aileleri ve çocukları
kendilerini üstün gören bir gruptu. Ancak sonraki yıllarda…
13 yaşında, henüz Ortaokul öğrencisiyken
başlayan bu tür yaşantıda algıladığım o küçük aklımla, sanırım şivemdi. Eve
geldiğimde ve bunu anlattığımda, kardeşlerimin, sıkça hem eve davet edilen
arkadaşları, hem de o ortama zaman zaman beni katmaları sayesinde, çabalarımla
da şivemi çok gerilerde bıraktım.
Ve okulun ikinci yarısında aklıma, daha
önceki yıllarda İlkokul öğretmenimin yazdırdığı ve dosyada muhafaza ettirdiği
karalamalarım geldi! Ortaokulda Türkçe öğretmenimle samimiyetim oluştu.
Fikirlerimi, konuşmamı, düşüncemi ve en önemlisi de Türkçeye karşı ilgi duymamı
çok beğeniyordu. Bu nedenle de beni sınıf başkanı yapmıştı. Hatta babamla da
tanışıp, zaman içinde evimize de geliyordu. Bir ara, daha önceki yıllarda tuttuğum
ve dosya halinde bulunan karalamaları gördü. Aldı, incelemek üzere evine
götürdü. Saydığım ve sevdiğim için güvenle verdim. Hem benim için pek de önemli
değil gibiydi! Oysa ne kadar önemli ve güzel şeyler yazdığımı sonradan öğrenecektim.
Bir gün sınıfta “fen bilgisi” dersi
öğrenimindeydik. Sınıfa müdür yardımcısının, okul hizmetlisi gelip, idareye
gitmemi belirtti. Telaşla müdür yardımcısının odasına gittiğimde, birkaç
insanın orada oturduğunu gördüm. Yüzüme gülerek bakıp, “gel evladım” dediler.
Konuyu, müdür yardımcısının masasında bulunan, karalamalarımı biriktirdiğim
dosyamdan anladım. Ve onlar sayesinde
ilk yazılarım okul dergilerinde, diğer okullarında bilgisine yayıldı.
Yıllar birbirini kovaladı ve 1973
yılında basımı yapılan bir kitapla edebiyat dünyasına kitap bazında adımımı
atmış bulundum. Ancak çok önceleri ve kaderimin getirdikleriyle daha önceki
yıllarda Türkçemizle ve Edebiyatımızla tanışmıştım…
1974 yılında, Ankara’da Dil Tarih ve
Coğrafya Fakültesinde öğrenciliğim başladı. Öğrenciliğimde öğrenci temsilciliği
de yaptım. Ve o günlerin siyasi çalkantılarına maruz kalarak, mezun olduktan
sonra 10 aya yakın bir süre özgürlüğümün kısıtlandı ve tutuklandım. Aylar sonra
yeniden özgürlüğüme kavuşunca azmettim ve o yıl açılan üniversite yüksek
lisans, araştırma görevlisi sınavlarına girerek, Türk Dili Bölümüne asistan
oldum ve akademisyen olarak, üniversite hocalığı yıllarım başladı…
1980 yılından itibaren bulunduğum üniversitemden,
bulunduğum bazı çalışmalarımın da yoğunluğu nedeniyle, kendi isteğimle emekliye
ayrıldım. Elbette henüz köşeme çekilip, emekliliğimi yaşamadım. Ancak sanatçı
düşüncesiyle üretkenliğe her zaman ve her daim varım. Bu nedenle çalışmalarıma,
kitaplarıma, yazılarıma, makalelerime devam ediyorum. Ömrüm olduğunca da devam
edeceğim. Hatta şu an bile 50. Sanat yılıma hazırlanıyorum…
Şair-yazar Mukadder Özakman 4 Ekim 2019 günü
sonsuzluğa uğurlandı
Mustafa GÖKÇEK
Dostluk…
Yapının duvar taşlarını döşeyip, binayı yükseltmeye çalışırsınız. Temeli sağlam
olmayan bir bina çöktüğünde, ne yazık ki sorunu binanın yan duvarlarına döşenen
taşlara bağlarız. Oysa kullandığımız malzemeye kadar eksikliğimizi yadsıyarak,
suçu maalesef başka konularda, başka umarlarda ararız!
Temeli
olmayan dostluklarda işte böyle çürük yapı taşlarından oluşan binalara benzer.
Kimi zaman sıcak bir ilgi, samimi duyguları perçinleyen sözlerle dostlar,
dünyanın en güvenilir insanı olarak belleğe yerleşir. Kimi zaman düş
kırıklıklarına uğrarız! Oysa dostluk… Binaların yan duvarlarına benzemez!
Benim söz
ettiğim dostlukla, ruhlar birbirine o kadar derin bir ahenkle karışmış ve
kaynaşmıştır ki onları birleştiren dikişi silip süpürmüş ve artık bulamaz
olmuşlardır. Onu niçin sevdiğimi bana söyletmek isterlerse bunu ancak şöyle bir
cevapla ifade edebileceğimi zannediyorum:
“… Çünkü o, o
idi, ben de bendim…”
‘Mukadder
Özakman’ ;
Yıllarını
edebiyat işçiliğinde yontmuş değerli bir büyüğüm. 1932’de dünyaya gelip, 2019
yılında bu dünyadan ayrılan ‘Özakman’, 1964 yılında o zamanın önemli mizah
dergisi ‘Akbaba’ da yazılarla edebi yolculuğuna başlamış. Daha sonra şiir ve
öykü yazılarıyla da dikkatleri çekmiş ve önemli bir yapıtı araştırma olarak
belleğimize sunmuş ‘Hacivat-Karagöz’ün yaşamını irdelediği mükemmel bir kitap.
Okumadıysanız, edinip, okumanızı tavsiye ederim…
Yaşı benden
büyük, olsun. Ne zaman nerede dostluğuna ihtiyacım olursa buluşup, konuşuruz.
Ve hemen hiçbir arkadaşına, dostuna hayır demez. Lügatinde böyle bir kelime
yok! O nedenle böyle bir dosta veda etmek pek kolay olmadı…
Yıllar önce
‘Attilâ İlhan’ın ölümünden birkaç gün sonra beni aradı. Güzel bir panel yapalım
dedi. Hemen her şey istediği gibi hazırlanmıştı. Hatırladığım kadarıyla;
‘Mazhar Alphan’, ‘Nesrin Z. İnankul’,
‘Dinçer Sezgin’, ‘Ümit Yaşar Işıkhan’, ‘Atila Er’, ‘Timuçin Özyürekli’ ben ve
‘Mukadder Özakman’… Güzel bir söyleşi ve dostların katılımıyla da yüzler güldü
katılımcıların ve ‘Özakman’ın!
Demem o ki,
her ricamızı kırmadan yerine getiren değerli büyüğüm, dün bu dünyadan ayrıldı…
Sanırım dostlarının yoğun uğraşları katılımlarını engelledi! Ama yazımı okuyan
dostlara selam söyledi… Ve yine, eminim yüzü gülüyordu…
KAYNAK: Mustafa
Gökçek / Bir Dosta Veda… Şair-yazar Mukadder Özakman 4 Ekim 2019 günü
sonsuzluğa uğurlandı (haberhurriyetim.com, 05 Ekim 2019).