Eğitimci, yazar. 23 Eylül 1923, Eynesil /
Trabzon doğumlu. İlkokulu Eynesil’de (1940), ortaokulu Trabzon’da (1943) okudu.
İstanbul Erkek Öğretmen Okulu (1946), İstanbul Eğitim Enstitüsü (1948) mezunu.
1948’den itibaren Görele, Alucra, Tirebolu ve Giresun’da Türkçe-edebiyat
öğretmenliği (1948-61), Giresun Halk Eğitim başkanlığı (1961-63) yaptı. Bir
süre Almanya’da halk eğitimi konusunda incelemelerde bulundu (1963-64).
Dönüşünde MEB ve Köy İşleri Bakanlığı merkez örgütlerinde, 1968-75 yılları
arasında Köy İşleri Bakanlığı eğitim hizmetlerinde ve Özel Kalem müdürlüğü
görevinde bulundu. 1975 yılında Ankara Yenimahalle Yunusemre Ortakuluna tayin
edildi. 1978 yılında hizmetini tamamlayarak emekli oldu. ADD ve BM Türk Derneği
üyesidir.
Yazı ve araştırma hayatına dönemin Milli
Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in verdiği bir kararla girdi. Yazıları Giresun
Çağdaş Eğitim Dergisi, Damar dergilerinde yer aldı. Köy Kızlarının
Eğitimi adlı senaryosu filme çekilerek 1968 yılında TRT’de yayımlandı.
Atatürk’le ilgili bir konuda Leyla Çarpan adlı bir yazara hakaret ettiği
gerekçesiyle hakkında verilen mahkûmiyet kararını Yargıtay bozdu (1983). Çeşitli
konulardaki incelemeleri Birleşmiş Milletler Türk Derneği yıllıklarında
ayrı basım olarak yayımlandı.
“M. Coşturoğlu, Türk devriminin sorunlarını, toplumsal psikoloji
çerçevesinde ele almaya çalışmakta, Türk toplumunun devrimden ancak kısmen etkilenmesi yüzünden
bir ‘sosyal şizofreni’ yaşadığını düşünmekledir. (…) Coşturoğlu kitaplarında toplumsal
şizofreniyle ilgili pek çok örnek vermektedir.” (Prof. Dr. Sina Akşin,
Prof.Dr. Bülent Tanör, Prof. Dr. Korkut Boratav)
ESERLERİ:
Sosyal Şizofreni ve Atatürkçülük Üzerindeki
Baskısı (1974; Sosyal Şizofreni
ve Atatürk adıyla: 1981; Sosyal Şizofreni ve Yaratıcı Düşünce adıyla: 1999), Toplumsal
Patoloji: Toplumsal Çözülme (1992, gen. 2. bas.2005).
HAKKINDA: Sami N.Özerdim / Bir Kitabın
Getirdikleri (Varlık, sayı: 814, Temmuz 1975), Osman Nuri Koçtürk / İlginç Bir
Yapıt “Sosyal Şizofreni” (Yeni Ulus gazetesi, 10.2.1981), Hikmet A.Mapolar /
İlginç Bir Yapıt: Sosyal Şizofreni ve Atatürk (Kıbrıs Postası gazetesi,
14.9.1984), Ali Rıza Önder / Coşturoğlu’nun Kaleminden Atatürkçülük (Kemalist
Ülkü Dergisi, sayı: 225, 29.1.1990), Prof. Dr. Sina Akşin - Prof. Dr. Bülent
Tanör - Prof. Dr. Korkut Boratav / Türkiye Tarihi (c. 5, 1995), Attila Aşut /
Araştırmacı Mustafa Coşturoğlu ile “Toplumsal Şizofreni” Üzerine (Damar
dergisi, sayı: 70, Ocak 1997).
"Bilimsel bilgideki
nesnellik, bilen öznenin konumuna ve amaçlarına göre değişmektedir. "
Hasan-Âli Yücel'in
ayırdına vardığı gibi, insanlığın yaratıcı değerlerini genlerinde taşıyan
milyonlarca çocuğu siz karabilinin (cehaletin) kalın çemberiyle kuşatma altına
alırsanız, bu körpecik çocuklar, Einstein'i de, Newton fiziğini de herkesten belki de daha
çabuk öğrenecekler. Ama, onlar ortaya
konan nesnel değerleri kendi inançlarının kalıplarına sokacaklardır. Örneğin İmam Hatip Okullarının pırıl pırıl zekâ taşıyan çocukları, bilimsel devrimle gelen
değerleri ve kuramları herkesten daha iyi kavrama ve ezberleme olanağını
bulabilirler. Nitekim de bunun
örneklerini görüyoruz. Gel gör ki zekâsı
ışıl ışıl olan bu çocuklar en çağdaş bilimsel değerlere kendi algı modelleri
ve amaçları doğrultusunda biçim veriyorlar.
Eğer imam Hatip
Okullarını, Kuran Kurslarını laik okullarla
birlikte ortak bir paradigma değişimi ve bölüşümü içinde bulunduramazsanız, en
nesnel bilimsel değerlerin çarpıtılıp bambaşka bir biçim kazanmasının önünü
kimse alamaz. Nitekim de bu okullardaki
algı çarpıklığı başka tedbirlerle önlenemiyor.
Bu güç sorunun
çözümünü birlikte denemeye çalışalım:
Türkiye 1930'lu yıllar ortasında
Almanya'dan sürülüp Avrupa'da bile barınamayan Almanya'nın yaratıcı 143 bilim adamını baştacı
yaptı. Einstein de bunlar arasında
idi. Yalnız bu bilgin Amerika'ya sığındı. Einstein, Newton fiziği ile birlikte determinizmin
kalelerini yıkan bilim adamıdır. Bu
zamana değin evreni algılayış modeli determinizme dayanıyordu. Maddenin en küçük birimi olan atom bile. Atom, maddenin en küçük değişmez ve
parçalanamaz birimiydi. Medrese de bunu
böyle biliyordu; bu nedenle atomu, bölünmez parça (cüz'ü lâ-yetecezza) diye tanımlıyordu. Determinizmin bu değişmezlik ilkesine göre
her oluşum bir değişmez nedenselliğe bağlı bulunuyordu. Bir olayın sonucu bir yenisinin nedeni
oluyordu. Fârabî gibi büyük düşünürler
bu nedensellik zincirini "Elest Bezmi"ne dek götürürler.
Geleneksel kültürün bu inanç dizgisine göre, Tanrı evrendeki tüm varlıkların
yazgılarını Elest Bezmi'nde (yaratılışın başlangıcında) kararlaştırmıştır. Her kişinin yazgı kütüğünün adına da
"Levh'i mahfuz" denmektedir.
Einstein'e değin, dünyadaki tüm bilimsel devrimler determinizmin
kalesine gelip dayanmış ve bu kaleyi aşamamışlardı.
Einstein öncesindeki tüm bilimsel
devrimler, böylece Fârabîlerden beri hep determinizm kalesini sağlamlaştırmışlardır. Determinizm ise, dinsel inançla bilime
değişmez bir ortak paradigma oluşturuyordu.
Çünkü, determinizm ile yazgıcılık bir anlamda özdeşlik değilse bile bir
koşutluk içinde bulunuyorlardı. Tanrı'nın takdiri ile dinsel inanç dizgesi, determinizm ile en kolay anlatım
biçimine kavuşuyordu. Böylece, ilk
çağlardan beri sürüp gelen din-bilim çatışması (niza -ü-ilmü din) uzun bir
bağdaşıklık ve bağlaşıklık süreci yaşamışlardır. Tüm karşıtlıklar, Kitabı Mukaddesle Kuran'ın yanlış aktarılmasından ve yorumlanmasından kaynaklanıyor
sanılmıştı. Bilimle zıtlaşmaktan
değil. Luther bile bu görüşle dinde reform
çığırı açmıştı.
Ama gel gör ki
determinizmin çöküşüyle sadece bilimsel devrimlerin oluşturdukları
paradigmalarda değil, dinsel inanç temellerinde de ortak bir iflas baş
göstermiştir. Bilimde başlayan bunalım
süreci, dinsel alanı da kapsıyordu böylece.
Din, kendi doğası gereği
uğradığı inançsal bunalım karşısında bilim gibi yeni bir paradigma aramak
gereksinimi içinde olamazdı.
Başgösteren inançsal bunalım karşısında din, bir korunma içgüdüsü
içinde sert bir tepkiyle savunmaya geçmiştir.
En güvenilir savunma da tepkisel bir saldırı biçiminde olacaktır. Çoğu bilim adamları, dindeki bu tepkisel
savunmayı, büyük bir ussal yanılgı içinde dinsel değerlerde bir şahlanış ve
yükselme sandılar. Bu ussal yanılgıda,
bizdeki bazı ünlü bilim adamları başı çekiyor ve işe bilimsellik vermekte (!)
önderlik ediyorlardı. (*) Bunlardaki "sanrısallığı" (sanrılamak) büyük bir güç
olarak algılayan açıkgöz politikacılar ise, büyük bir umut içinde dinin
korunma tepkisi üzerine büyük yatırımlar yaptılar. Böyle bir siyasal yatırımın hep kazandırıcı
olacağı konusunda en başta, örneğin Ord.
Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, siyasal iktidarlara güvence
veriyordu. Bu yapıtın önceki bölümlerinde
Ali Fuat Başgil'le ilgili değerlendirmelerimizi ve saptamalarımızı bu yönde
anımsatmada yarar görürüz. Bu anımsatmayı
da Thomas Kuhn'un paradigmaların iflas sürecinde yol açtıkları bunalımları
anlatan görüşlerini açıklamak için yapıyoruz.
(Mustafa Coşturoğlu,
Sosyal Şizofreni, Pelikan Yayınevi, 5.
Baskı, s. 418, Ocak, 2005. )