Öykü yazarı. 24 Mart 1970, İstanbul doğumlu. Asıl adı Ömer Şahin
Yalçın’dır. İlk ve ortaöğrenimini İstanbul’da tamamladı; İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümünü bitirdi (2000). Sombahar
dergisinde yayın sekreteri (1991-93), Yapı Kredi Yayınlarında düzeltmen (1993),
Akşam ve Yeni Şafak gazetelerinde sayfa editörü (1994-95), Tömer
Edebiyat (1996) ve Yaşasın Edebiyat (1997-98) dergilerinde yayın
kurulu üyesi, YKY Ansiklopedi biriminde madde yazarı-redaktör (1997-2000)
olarak çalıştı. Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi’nin
(YKY, 2000) editörlüğünü yürüttü, Türkiye’de Deneysel Edebiyat Antolojisi’ni
(YKY, 2003) hazırladı. 2000 yılından itibaren Kitap-lık dergisinin
editörlüğünü yaptı.
İlk öyküsü “Hiçşey”, İkindi Yazıları
dergisinde (1989) çıkmıştı. Sonraki yıllarda öykü, söyleşi ve yazıları çeşitli
dergi ve gazetelerde yayımlandı. Son dönemde “anlatı” çalışmalarıyla Geceyazısı
dergisinde göründü. Kaptan Gemide Kaçak Yolcu Var (2002), Belki
Varmış, Belki Yokmuş (2003) adlı ortak kitaplarda öyküleriyle yer aldı.
Kitapları YKY tarafından yayımlandı.
“Öykü ve öyküleme zamanlarını iç içe kullanan, adeta bilinçaltının
filmini çekercesine katmanlı anlatımlarla öykü metnini zenginleştiren Murat
Yalçın, öyküsel dil açısından da aşina olunan yapıları zorlayan hatta kıran bir
eğilime sahiptir.” (Ömer Lekesiz)
ESERLERİ:
ÖYKÜ: Aşkımumya (1995), İma Kılavuzu (2003).
ANLATI: Hafif Metro Günleri (1998).
DERLEME: Türkiye’de Deneysel Edebiyat Antolojisi (2003).
KAYNAK: Ömer Lekesiz / Öykü İzleri (2000), TBE Ansiklopedisi
(2001), Zaman gazetesi (16.9.2003), Gösteri Dergisi (Kasım 2003), Cumhuriyet
Kitap (27.11.2003), Düz Yazılar Dergisi (Aralık 2003), E Dergisi (Ocak 2004),
Mehmet Erte / Söyleşi (Varlık Kitap, Mart 2004), Adnan Binyazar / İma
Kılavuzu’ndan İmalar (Cumhuriyet Kitap, 13.1.2005), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Yaşlı bir adam. Dili tüylü.
Gün görmüş kara bir kumaştı ortalık. Tahinî bir aydınlıkta
çalındı gözüme. Nice sonra şaştım, kurudum, kaldım. Diyeceğim, nereden
bilirdim, günün bir saatinde -bu saatinde albümüme yeni bir resmin ekleneceğini,
gözlerimde bir flaş patlayacağını.
Durun, anlatıyorum işte. Anlattıkça kulağınız kirişte, ağzınız
açıkta kalacak.
Sol kasımın üstünden başımın arkasına doğru bir 'ağrı hattı'
kurulalı üç beş saat geçmişti. Üstelik, "Sigma Olomouc:7, Fenerbahçe:1"
skoru da yüreğime oturmuştu. Gecenin ilk yansında bir ağız dolusu sabuklanmayı
nereye saçacağımı bilemiyor, evin içinde, deli danalar gibi, odadan odaya dört
dönüyordum. Uykuya yatmak, 'ölmeye yatmak' gibi bir şeydi; uyanmak da,
hortlamak olacaktı besbelli.
Hortlak mıydım, hayalet mi7
Gündüz benden ayrılıp, bir köşede gizlenen gölgem gece gezmesine
mi çıkıyordu?
Yoksa ne? Büsbütün söz yitimine uğramıştım. 'Yılan' ile 'Adam' bir sormuk gibi,
ağzımı kapamıştı.
Öküz balığı görmüşe dönmüştüm.
Yine de anlatacağım; 'lala paşa eğlendirmek'ten öte bir anlamı
olacaksa.
Asma Kandil Sokağı'na sapmadan yürüdüm. Uydurmayayım, Su-cu Baki
Sokağı'na da gelmemiştim. Arada, bir çıkmaz vardır. Ne Çıkmazıdır o? Zaten
baktın mı, hemen ucunda; eski bir ahşap evin merdivenlerini, çardağını
görürsün.
Tam oraya yaklaşıyordum işte; önümde ıslak, yılankavi bir yol uzanıyordu.
Saatime bakmayı akıl edemedim. Aklı kim kaybetmiş ki ben bulayım, sabahın
köründe. Neyse, aceleden, ağzıma bir lokma koymadan çıkmıştım sokağa; midemde
bir kıyma, başımda 'ağrı hattı'..
O, adını çıkaramadığım 'çıkmaz'ı göz ucuyla kolaçan edeyim dedim, geçip
giderken. Gözbebeğim gözkuyruğuma değer değmez olan oldu.
"Yaşlı bir adam. Dili tüylü." dediğim...
Hani, kör kötürüm değildi; beli bükülmüş, adımları büsbütün
kısalmıştı. Geniş, yeşil cübbesinin üstüne ak sarığını sarkıtmış, uzun patiska
sakalı göğsüne düşmüştü.
Birden, nah yumruğum büyüklüğünde, camgöbeği renginde bir baş
çıktı, sakalıyla sarığının arasından. Misket gibi iki göz parladı. Başını
uzattı, adamın ensesinden dolanırken; ta iki küreğinin ortasına dek salındı,
bir yay gibi kaskatı kesildi.
Siyah, baklava baklavaydı gövdesi. Yaslı adam döndü, arkasına
şöyle bir baktı, göz göze geldik, gözpınarlarında bir ışıltı yandı söndü.
Dudaklarını gerdi, gülümser bir edayla. Donup kaldım tabiî; yılan, omuzumdan
başını kaldırdıkça kara çatallı dilini uzun uzun çıkardıkça.
Adam öyle bu kahkaha patlattı ki, kulaklarım delinmişti de cereyan
yapıyordu sanki; başımda kavak yelleri esiyor hâlâ.
Yılan, birden, adamın boynundan salındı, yere indi. Ayakları
yer-den kesilesiye gülüyordu adam. -Kesinkes donuna kaçırmış 'kü-çük su' ile
aptesti bozulmuştur. -Yılan bir iki büküldü yerde, gidemedi, gitmedi mi yoksa,
bilmiyorum; öylece kaldı.
Artık, kafam az buçuk işlemeye koyuldu, bunca şeyden sonra; hayalet
mi, hortlak mı, gündüz artığı bir gölge mi olduğumu kestiremiyordum; diyorum
ya, omuzlarımın üstünde bir dolap döndüğünü farkettim yeniden.
Uzun sözün kısası, adamın gülmesi geçip boğulasıya öksürmeye başlayınca,
yılan, gerdan kırıp baş oynattı. Sandığımdan da kalındı gövdesi: S gibi!
Toraman kafalı bir ejder. Ha, unutmadan, kurt dişi gibi iki de boynuzu vardı.
Tahinî aydınlıkta epeyi belirdi gözümde her biri.
Dudaklarım uçukladı. (Dudaklarımı kemiriyorum hâlâ!) Kalbim
göğüs kafesinde çırpındı, soluğum kesildi kesilecekti
Sabah ezanları, uzaktan yakından, dört bir yandan yankılanmaya
başladı. Adam, o saat, şahadet parmağını bana doğru uzattı, "Allah bir,
Allah yek!" diye haykırdı. Zoraki güldüm, gamzelerim beliresiye, havayı
yumuşatırım diye. Ödüm kopmuştu bir kez. Ne sol kaşımın üstündeki ağrı, ne
midemdeki kıyıntı! Hepsini unuttum. Müezzinler hançerelerini zorladıkça yılan
şaha kalkıyordu. Adam yılanın üstüne eğildi, "Mel'un hayvan.." diye başladı
konuşmaya, fısıltıyla; Bir an, adam mı konuşuyor, yılan mı adama fısıldıyor,
karıştırdım. Sarığının ucuyla yılanın başını tuttu, ayağa kalktı. Kuyruğunu
oynattı yılan, sekiz on göz kırpımı direndi, boşlukta kıvrıldı büküldü. Sonra,
yine "Allah bir, Allah!" diye nara attı adam, yılanı üç el silkeledi:
İ gibi oldu; inceldi, uzadı.
Bir büyü bozuluyor, bir kaosun sonu geliyordu. Güçlükle yutkundum,
kuruyan boğazımı ıslatmak için. Ellerim, yüzüm buz kesilmişti. Kanım uyuşmuş,
damarlarım büzülüyordu adeta. Neyse iş-te,
Sonunda, adam sarığını çözdü; cansız, ince, uzun yılanı sardı, kefenledi.
Bana döndü, ak sakallarında kaybolan gözyaşlarını silerek gülümsedi; kanlı,
ıslak gözlerle. Şahadet parmağım doğrulttu, "seni gidi seni" dercesine,
kafasını iki yana salladı.
Yaşlı bir adam. Ve dili tüylüydü.
(Aşkımumya,
1995)