İsmail Sarıkaya

Eğitimci, Yazar

Doğum
06 Nisan, 1954
Eğitim
Diyarbakır Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü
Burç

Eğitimci yazar. 6 Nisan 1954, Elâzığ doğumlu. Atatürk İlkokulu, Atatürk Ortaokulu ve Elâzığ Lisesi’nden (1973) mezun oldu. Yüksek tahsilini Diyarbakır Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünde (1979) tamamladıktan sonra İzmir Konak Ortaokulu (1978–1981), Niğde Fertek Ortaokulu (1983–1989) ve Fatih Lisesi’nde (1990–2003) Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yaptı. 1991 yılında lisans tamamlama sınavlarını vererek Türk Dili ve Edebiyatı branşına geçti. Aynı zamanda Fertek Ortaokulu ve Fatih Lisesi’nde müdürlük görevlerinde bulundu. 2003’te emekli oldu. Songül Sarıkaya ile evli olup, Nihan ve Sinan adlarında iki çocuk babasıdır. Yaşamını ve çalışmalarını Niğde’de sürdürmektedir.

Edebiyata olan ilgisi lise dönemlerinde şiirle başladı. Elazığ’ın mahalli Uluova ve Turan gazetelerinde şiirleri yayımlandı. Daha sonraları bestekâr İlkan San ve Ümit Yaşar Oğuzcan’ın teşvikleriyle Hürriyet - Kelebek gazetesinde şiirleri yayımlandı. Doksanlı yıllarda şiirden uzaklaşarak, düzyazıya yönelse de Millî Eğitim, Türk Dili, Çınar ve Kemâlîst Atılım dergilerinde zaman zaman şiirleri de çıkmaya devam etti. 2000–2003 yılları arasında Niğde Haber gazetesinde “Edebiyat Penceresi” adlı köşede edebiyat ağırlıklı olmakla birlikte çeşitli konularda yazıları yayınlandı. Halen Niğde’de ikamet eden İsmail Sarıkaya’nın yayımlanmış yedi adet kitabı bulunmakta, aynı zamanda yayın kurulunda bulunduğu Akpınar dergisinde de yazı hayatına devam etmektedir.

ESERLERİ:

Kültür Ufkumuzu Aydınlatanlar (2006), Sosyal Yönleriyle Peygamber Efendimiz (2007),

Peygamber Efendimizin Hayatı ve Örnek Ahlâkı (2007), Divan Edebiyatımız ve Ünlü Simaları (2009), Yunus Emre (2011), Osmanlının Rüzgârıyla ((2013), Kaybolmayan Medeniyet Osmanlı (2014), Edebiyat, Tarih, Tefekkür (2015).

KAYNAK: İsmail Özmel / Dünden Bugüne Niğdeli Şair ve Yazarlar (3 cilt, 2009), Bilgi Formu (2015), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2015).

 

MİLLET ŞAİRİ

 

  “Safahat” kadar okunan, yorumlanan, dinlenilen, dinletilen ve takdir edilen başka bir kültür, medeniyet kitabı var mıdır, bilemiyorum. Çünkü  Safahat  şairimiz Mehmed  Âkif, Türk halkının yaşadığı bütün güçlüklere, yakından şahit olmuş ve yaşamış bir millî mücadele kahramanı olmakla birlikte, kuvvetli hafızasıyla, bu zor günleri mısralara dökmüş ve en canlı anlatımla Safahat’ ı meydana  getirmiştir. İşte Safahat bunun için çok okunuyor ve de ilelebet okunacaktır.

  Prof. Dr. Mehmed Kaplan’a göre ise “Safahat o dönem İstanbul’unun, dolayısıyla imparatorluk coğrafyasının gerçekçi ve manzum romanıdır. Âkif’e şair değildir diyenler, ondaki o muazzam hüznü ve lirizmi, düşünceyle eylem arasındaki bütünlüğü, samimiyeti ve sadeliğin değerini hakkıyla göremeyenlerdir.

  Mehmed Âkif yaşadığı bütün olaylara, inanç perspektifiyle bakmış, iffet, vakar ve iman hakikatlerinden asla taviz vermemiştir. Maddiyatı hiçbir zaman önemsememiştir. Öyle ki İstiklâl Marşı kabul edildiğinde, cebinde yalnızca Zonguldak milletvekili Hayri Bey’den borç aldığı iki lira vardı. Hayatı boyunca çevresine ümit, cesaret ve inanç telkin eden Âkif, bu özelliklerini Safahat’ının yanı sıra, kuvvetlice ve gür sedasıyla verdiği vaazlarda da hissettirmiştir. Mehmed Âkif’e göre Türk milleti istiklâlsiz yaşayamaz. Buna en güzel karşılığı yine kendisi vermiş, ölümünden birkaç gün önce ziyaretine gelen dostlarına o meşhur cümlesini ifade etmiştir. “Allâh bir daha bu millete bir İstiklâl Marşı yazdırmasın.” Bu cümlenin ne mânâya geldiğini anlayabilmek için İstiklâl Marşı’nın hangi şartlarda ve nasıl yazıldığını bilmek gerekir.

  Birinci Dünya Savaşı, ardında büyük acılar ve yıkıntılar bırakarak sona ermiş ve biz Yahya Kemal’in deyişiyle “İnsan oğluna bir şeyn olan mütareke” yi imzalamak zorunda kalmışızdır. Fakat hiçbir vatansever Türk’ün bu zilleti kabullenmesi düşünülemezdi. Mehmed Âkif, “Sebil’ür-Reşad” mecmuasında Türklerin yirmi beş asırdan beri İstiklâlini korumuş bir millet olarak yaşadığını ve esarete asla tahammül edemeyeceğini haykırıyor, mandacılığı şiddetle eleştiriyordu. Asırlar boyunca muhteşem zaferlerin zevkini yaşamış bir milletin çocukları, şimdi işgal acısını yaşamakta, hakarete uğramaktaydı. Daha dün Çanakkale’de destanlar yazarak gücünü ve imanını dünyaya ispat eden Mehmetçik, şimdi silahsız, cephanesiz, aç ve bitkindi. Âkif’in şair yüreği buna dayanamazdı.

  Fakat asla ümitsiz değildi; biliyordu ki, Asım’ın nesli bu milletin namusunu şimdiye kadar çiğnetmedi ve çiğnetmeyecek. Ye’se düşmemek gerekirdi. Atiyi karanlık görerek, azmi bırakmak korkaklıktan başka bir şey değildi. Nitekim işte Asım’ın nesli düşman çizmeleri altında ezilmeye, zelil olmaya rıza göstermemiş, Yunan işgaline yiğitçe direnmeye başlamıştı. İşte bu vatanın kıyamıydı. O günlerde Yahya Kemal ve arkadaşları da, kısa bir süre sonra çıkaracakları “Dergah” mecmuasının çekirdek kadrosu halinde, çevrelerine ümit ve iman aşılamaya çalışıyor, asır başlarında ülkemizde kuvvetle hüküm sürmeye başlayan pozitivizm, mekanizm  ve materyalizm cereyanlarına karşı dinamik bir fikir ve sanat cephesi kuruyorlardı. Dergahçı aydınlar, Anadolu’da başlayan hareketi Bergson’un anladığı mânâda bir hayat hamlesi olarak görmekteydiler. Onlara göre, Anadolu’da başlayan istiklâl mücadelesi ideolojisinin teorisyeni Ziya Gökalp’ın da, aşağı yukarı aynı düşüncede olduğu söylenebilir. “..iki ordu ve iki millet birbiriyle savaşırken, his birisinin galip, diğerinin mağlup olması neticesini veren başlıca âmiller, iki tarafın felsefeleridir. Ferdî hayatı vatanın istiklâlinden, şahsi menfaati namus ve vazifeden daha kıymetli gören ordu, mutlaka mağlup olur. Bunun aksi felsefeye mâlik olan ordu ise mutlaka galebe çalar. O halde, halk felsefesi itibariyle Yunanlılarla İngilizler mi daha yüksektir; yoksa Türkler mi? Bu sualin cevabını verecek Çanakkale Muharebeleri ile Anadolu Muharebeleri’dir. Türkleri bu iki muharebede galip kılan, maddi kuvvetleri değildi. Ruhlarına hükümrân bulunan millî felsefeleri idi.

  Mehmed Âkif’in de söylediği pek farklı değildi, yalnız o Dergahçıların “vitalite”, Ziya Gökalp’in “millî irade” dediği güce “iman” diyordu. Nitekim kısa bir süre sonra Ankara’da “Taceddin Dergâhı” nda kaleme alacağı İstiklâl Marşı’ında bu imanı en yüksek perdeden haykıracaktır. (1) Zira Yahya Kemal’de onu “İslâmın ahlâk ve akâidinin şairidir. İslâmın şiirinin şairi değildir. İslâmın şiirinin şairi olsaydı, vaiz gibi değil, şair gibi şiirler yazardı.” diye değerlendirir.

  Mehmed Âkif başta gelen meziyetlerinden birisi de çalışkan olmasıdır. Çünkü “Âsım Nesli”, istiklâli, vatanı, hürriyeti dolayısıyla hayat hakkı elinden alınmak üzere olan bir milleti, bu durumdan kurtarma görevini üzerine almıştır. Bu da ancak çalışmakla olacaktır.

 

Yaşamak hakk-ı sarihim? Evet. Bir mantık

Bunu inkâr edemez, çünkü bedîhi artık

 

  İnsanın hak ve hürriyetlerini koruyabildiği sürece insan  olduğuna inanan Mehmed Âkif, bunun çalışmakla mümkün olduğu kanaatindedir. Çalışmak hayata hâkim olan bir kuraldır. Bütün kâinat için geçerli olan bu kuraldan insanların muaf olması düşünülemez. Toplumların devamlı olması ancak çalışmakla mümkündür. Çalışkan insanlardan meydana gelen bir toplum bekayı hak eder. Bunun tersi yokluk ve zillettir.

Bekâyı hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir

Çalış, çalış ki, bekâ sa’y olursa hak edilir

 

  Fert  açısından çalışmanın ayrı bir önemi vardır. Fert hem maddi varlığını devam ettirmek, hem de kişiliğini korumak, başkalarına muhtaç olmamak için çalışmak mecburiyetindedir. Dilencilik ve gücü olduğu halde başkalarının yardımını isteme, insanın şahsiyetinde telafisi imkansız yaralar açar. Kendine gereken değeri veren herkes çalışarak ihtiyaçlarını karşılamak ve başkalarına muhtaç olmamak mecburiyetindedir.  (2)

  Yukarıdan beri sözünü ettiğimiz “Âsım Nesli” Mehmed Âkif’in ulaşmak istediği gençlik idealidir. Bu sebeple, millî şairin en dolgun, kendisininde çok beğendiği abide eseridir. Süleyman Nazif, Âsım’dan  “mucize şiir” diye bahseder. Eser sohbet türünde uzun bir manzumedir. Hocazâde Âkif ve Köse İmam’ın karşılıklı konuşmaları üzerine kurulmuştur. Sohbette Köse İmam’ın oğlu Âsım’ın katıldığı, Emin’in de ortada görüldüğü olur. Âsım’da Mehmed Âkif’in hürriyetin ilanından itibaren memleketin sürüklendiği felaketleri ve bunlara sebep olanları ortaya koyar. Her kesimin durumlarını sergiler; fakirlik, hastalık, tembellik, yanlış anlayış, gerilik, şımarıklık gibi kötülükleri ve çaresizlikleri dile getirir. Kurtuluş ve çıkış yollarını gösterir. Kader ve tevekkül doğru anlaşılmalıdır. Avrupa’nın ilmine koşmaktan, durmadan çalışmaktan, kısaca marifet ve fazilete sarılmaktan başka çare bulunmamaktadır. Bu arada anarşiye bulaşılmamalı, taklitçiliğe asla düşülmemelidir. Hak kanunlarla birlik, düzen ve adalet sağlanmalıdır. Bütün bunları “Âsım’ın Nesli” yapacak ve geleceği kuracaktır.

  Asım’la simgelenen bu gençliğin vasıfları manzumede çizgi çizgi, nakış nakış işlenir. Geçmişin parlak sahneleri, göğüs kabartan yaşayış manzaraları örnek gösterilir. Âkif bu uzun manzumeyi hikmetli sözlerle zenginleştirir, din ve şehitlik duygularıyla besler, kahramanlık destanlarıyla kanatlandırır. İbret alınacak küçük hikaye ve fıkralarla süsler, bunlarla açıklığı ve akıcılığı sağlar. Özetle Âsım, içtimaî teşhis ve tedaviyi muhteva etmektedir. Âkif tıpkı tıp doktoru gibi önce hastalıkları, kötülükleri teşhis eder, sonra tedavi yollarını gösterir.

  Yakın dostlarından Eşref Edip’in anlattığına göre Âkif, İstiklâl Savaşı’nı, büyük zaferi, Âsım’ın neslinin kahramanlıklarını ve millete yararlı hizmetlerini dile getirmek üzere bu eserin devamı olacak “İkinci Âsım” ı yazmayı düşünmekteydi. Hatta bu ikinci kısmın planını bile yapmıştı. Ne yazık ki isteyip de yazamadığı çocuk şiirleri, Selahaddin Eyyubi piyesi ve Veda Haccı gibi, İkinci Âsım’ı ortaya koymaya şartları elvermemiştir. (3)

  Halide Nusret Zorlutuna, Mehmed Âkif’i anlatırken, onu çok asude bir çerçeveye oturtur. “İslâm şairi Mehmed Âkif bu unvanı ömrü boyunca başında bir şeref gibi taşıdı. Bu unvan kendisine pek yaraşıyordu ama tam olarak ifade etmiyordu. İslâm şairi; ayni zamanda Türk şairi, bu halkın bu memleketin şairi idi. Bu halkın duyan ve sızlayan kalbi; bu halkın gören gözü,  söyleyen dili idi. Hiçbir şair, bu memleketin davasını, derdini, ızdırabını ve sefaletini onun kadar duymamış, duymuşsa bile onun kadar haykıramamıştır. Bu milletin cevherine, istiklâl aşkını; bu asil ve cesur milletin, istiklâlini ne pahasına olursa olsun, mutlaka ve tez elden kurtaracağına da Mehmed Âkif kadar inanmış az insan vardır. Sanatı, işini gayeye hizmetkâr eden şairin muvaffak olması pek güç iştir. Mehmed Âkif bu pek güç işte muvaffak olduğu için bir kere daha, bin kere daha büyüktür.

   “Safahat” ı ve Mehmed Âkif’i bu müstesna gençliğin ve bu necip milletin, mukaddesatına uygun olarak, bir kez daha okuyup anlamak bizlere ve gelecek adına çok şeyler kazandıracaktır.

 

 

Dipnotlar:

1-                      Beşir Ayvazoğlu, İstiklâl Marşı Tarihi ve Mânâsı, Tercüman Gazetesi Kitaplığı, s.11, İstanbul 1986

2-                      Ali Özer, Mehmed Âkif ve Eğitim, İzmir İlâhiyat Vakfı Yayınları, s.87, İzmir 1981

3-                      Ali Kaytancı, İstiklâl Marşımız ve Millî Ruh, Kültür Kitabevi, s.35, Niğde 2002

GURBET

Çal çobanım, gel hele

Çal sızlasın yüreklerimiz

Çal ki; tütsün burunlarımızda,

Kekik kokan mor dağlarımız.

 

Ak bir düş sıla aklımızda

Gayrı toprak ana, aşımız ekmeğimiz

Bu çöken hasretlik yürek yürek,

Anamıza, bacımıza, hızmalı nazlımıza…

 

Nasıldık be hey badem bıyıklı babam

Nasıldık?

Ölümüne topuklardık kır küheylanları

Bir uçtan kalkardı toz bulutları, bir uca

 

Kaynaşıp giderdi delikanlı kanımızda

Hiç çağrılmamış ılık nefesli türküler.

Çal çobanım çal

 

Yaylamızın rengi yatar gözlerinde.

Yurda selâm, köye selâm, sevdalıya selâm

Bir yel olup uçar gider gurbet ötesine…

                                        

(Türk Dili Dergisi, 1986 Haziran sayısı)

 

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör