Romancı (D. 1910, Leskovik / Makedonya - Ö. 2 Şubat 1971,
İstanbul). İlkokulu İstanbul’da (1924), ortaokulu Mersin’de (1927), liseyi
Antalya’da bitirdi (1930). Mersin’de Memalik-i Şarkıyye adlı Fransız bankasında
çalışırken yerel gazetelere yazılar yazdı. Çalıştığı bankanın kapanması üzerine
İstanbul’a giderek gazeteciliğe başladı (1932). Cumhuriyet (1932),
Son Posta (1933), Yeni Sabah (1940-45), Yarın (1946),
Memleket (1947-48) gazetelerinde muhabir, sekreter ve yazı işleri müdürü
olarak çalıştı. 1965 yılında Yeşim Yayınevini kurdu. Son yıllarında Son
Havadis gazetesinde tarihî romanlar yayımladı.
ESERLERİ:
HİKÂYE: Beni Yakan Bir Ateş Var (1935).
ROMAN: İçimizde Biri (1936), Dişi Örümcek (1937),
Efeler (1938), Zümrüt Gözlü Sultan (tarihi roman, Hürrem Sultan’ın
hayatı, 1965), Ovaya İnen Şahin (1971), Dünyayı Güldüren Adam (2004),
Beyaz Atlı Sipahi (tsz).
DERLEME: Seçme Türküler (1957), Nasreddin Hoca (1966).
DİĞER: Yeryüzüne İnen En Büyük Nur Allah’ın Kitabı Kur’an-ı
Kerimin Nazil Oluşu ve Dünyaya Yayılışı (3 cilt, 1965-66), Allah’ın
Gazapları (4 cilt, 1967), Allah’ın Peygamberleri (2 cilt, 1968),
Allah’ın Son Peygamberi (2 cilt, 1970).
KAYNAK: TDE Ansiklopedisi (c. 8, 1976-98), Behçet Necatigil /
Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve
Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
1525
yılının bir ilkbahar sabahında Skuza kalesi önünde, doludizgin gelen bir atlı
göründü. Mazgallardan sarkan nöbetçiler oklarını gererek beklediler. Atlı
kale hendekleri önünde durunca elini bütün hızile havaya kaldırdı. Sonra
helecandan boğulan bir sesle :
— Hey, heyyy!. Türkler geliyor, Türkler
geliyor!, diye haykırdı.
Nöbetçilerden
biri mazgaldan aşağıya dolu bir balgam savurarak bağırdı :
— Budala, Dalmaçya’da Türklerin işi ne?..
Atlı,
köpük saçan ve ter içinde tepinip duran hayvanını zaptetmeğe çalışırken elile
ufku gösteriyordu :
— Oraya bakın, oraya!.. İşte, nah, Türk
akıncıları!. Nöbetçilerden biri boğuk bir sesle:
— Vay canına, sahi be!.
Türkler, Türkler.! diye kekeledi. Kalenin nöbetçi askerleri korkuyla. Gözler,
ufukta gittikçe büyüyen, dalga gibi kabaran, sel gibi akan Türk süvarilerine, saplanmış, kalmıştı. Büyük bir toz bulutu, güneşe doğru
alabildiğine yükseliyordu.
İçlerinden biri, sapsarı yüzünü beş parmağile
birden oğuşturarak tekrar ufka baktı. :
— Meryem Anaya yemin ederim ki Türkler!,
diye mırıldandı.
Bir başkası burnuna toplanan sümüklerini büyük
bir gürültü ile birdenbire çekti. Sonra sağına, soluna bön bön bakındı :
— Ne yapacağız?. Bizi kılıçtan geçirecekler!,
dedi.
Çok uzaklardan gelen nal sesleri, kale
dıvarlarını bile sarsıyordu.
Bu sırada aşağıda, kale hendekleri önünde
hırçın atını zaptetmeğe çalışan atlı boğuk boğuk bağırdı :
— Heyyyy, ne duruyorsunuz be!. Kont Karloviç’i
göreceğim. Köprüyü indirin!.
Ancak bu sesten sonra, nöbetçiler bağrışarak
kalenin içine doğru koşmağa başladılar. Koridorlar, karanlık dehlizler, kalenin
avlusu altüst olmuştu. Tâ geriden, Kontun yattığı kalenin içinden boğuk boğuk,
gonk sesleri geliyordu.
Köprü bir anda indirilmiş, atlı kaleyi geçer
geçmez yeniden kaldırılmıştı.
Avluda beyaz atından atlıyan atlı, yukarı kale
merdivenlerine doğru çıkarken Kont Karloviç ile burun buruna geldi.
— Ne var, ne oluyor?... Nereden geliyorsun?.
— Asil ve kahraman Kont Zuan Karloviç’i hürmetle
selâmlarım. Ben haşmetlû Macar Kralı Lui’nin hassa zabitlerinden Sari Söbek...
Haşmetlû Kralım der kî...
Kont Karloviç ayağını hiddetle yere vurdu :
— Yeter be adam?. Kısa kes. Niçin geldin?
—Şey... Türkler geliyor Kont hazretleri...
— Biliyorum, başka?
—Kral, Dalmaçya ve Hırvatistan hâmisi Franjiban’ı
yakında Skuza’nın yardımına gönderecektir!.
Kont Karloviç elile Macar hassa zabitini bir
kenara iterek; merdivenlerden hızla; herkes silâh başına!. Mazgalları iyi tutun…
Hendek suyunu boşaltın!. Antonyo nerede? Bana
Antonyo’yu gönderin!.
Bir Avusturyalı asker koşarak geldi :
— Kontum, Türkler kaleyi çeviriyor!..
Kont belindeki kılıcı kınından çekerek çıkardı
ve karşı taş merdivenlere doğru koştu. Koridorlarda, kılıç ve zırh seslerinden,
ayak gürültülerinden başka bir ses işitilmiyordu.
Kont dışarı mazgalların önüne gelince, ovaya korkuyla
baktı.
Türk akıncıları artık tamamen görünüyordu.
Doludizgin geliyorlar ve yavaş yavaş iki koldan yayılarak kaleyi çevirmeğe
başlıyorlardı. Kılıçları ellerinde gökyüzüne doğru uzanmıştı. Mızrakları,
dalları kesilmiş ağaçlarla dolu bir orman halinde sallanıyordu. Nal sesleri
arasında gök gürültüsünü andıran bir uğultu, karışık ve korkunç bir haykırış
duyuluyordu :
— Ur ha!. Ur bre ha!.
Kont Karloviç şaşkınlıktan bir anda kendisini
kurtardı.. Kılıcını kaldırarak :
— Heyyyy, askerler!. Herkes yerine!. Mazgalları
tutun!. Mazgalları tutun!.
Kalenin arkasından koşarak gelen bir asker :
— Kontum, Türkler kasabayı bastılar!, diye
bağırdı.
Bir zabit :
— Kasabayı kurtaralım, kasabayı kurtaralım!,
diye mırıldandı.
Kont Karloviç hiddetle ayağını yere vurdu :
— Sersem, burada hâkim olan benim!. Kasabadan
evvel kaleyi kurtaracağız!. Herkes yerine!. Emirlerimden bir tekini yerine
getirmeyenin boynunu vurduracağım. Haydi, kızgın yağ kazanlarını getirin!.
Taşlar, oklar, kılıçlar, çengeller hazır olsun!. Antonyo nerede?
— Kontum!.
— Antonyo, sen karımı ve kızımı koruyacaksın!.
.Haydi, İsa için dövüşeceğiz!-
Skuza kalesi, askerleri hep bir ağızdan:
—İsa için dövüşeceğiz!. Diye haykırdılar.
(Beyaz Atlı Sipahi, tsz)