Edebiyat
tarihçisi, yazar, siyaset adamı, Sinop eski milletvekili (D. 1892, Edremit / Balıkesir - Ö. 17 Ocak
1954, İstanbul). Edremit Rüştiyesi
(ortaokul), Bursa İdadisi (lise), İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu. 1914’te
Kastamonu Lisesi edebiyat öğretmenliğine atandı. Daha sonra Balıkesir ve Ankara
liselerinde edebiyat öğretmenliği, Edirne, Antalya ve Adana’da Milli Eğitim
Müdürlüğü (1928-31) ardından Galatasaray Lisesinde edebiyat öğretmenliği yaptı.
Aynı
zamanda Ankara’da çıkan Yenigün gazetesine yazılar yazdı. Atatürk ile
birlikte Adana’ya gitti ve bu yolculuğu anlatan on beş makaleyi Hakimiyet-i
Milliye gazetesinde yayımladı. 1943 yılında Sinop’tan milletvekili seçildi.
Millî
Mücadele yıllarında İzmir’e Doğru,
Kastamonu’da Açıksöz gazetelerinde başyazarlık yaptı, Cumhuriyet
gazetesinde uzun yıllar edebiyat sohbetleri ve çeşitli yazıları yayımlandı (bu
yazılar kitaplaşmadı). İsmail Habib Sevük’ün en önemli eseri, Tanzimat
döneminden (1839) itibaren kitabının yazıldığı yıllara kadar Türk edebiyatını
incelediği Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi (1925) adlı eseridir.
İsmail Habib Sevük İçin Ne Dediler?
“Teceddüd
Edebiyatı, o devir için bugün zannedildiğinden çok mühimdir. Bu kitapla o
zamana kadar ancak dar çevrelerin tanıdığı bir yığın fikir, temayül ve insan
birdenbire cemiyet hayatında tam yerini alıyordu. Ayrıca kitap yakın maziye ait
bir yığın kıymet hükmünü değiştiriyordu.” (Ahmet
Hamdi Tanpınar)
ESERLERİ:
Araştırma-İnceleme: Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi (1925,
Edebî Yeniliğimiz adıyla, 2 cilt, 1931-32; Tanzimat’tan Beri adıyla, 2 cilt
1940), Neler Dediler: Türk Teceddüt
Edebiyatı Tarihi Hakkında Tenkitler ve Cevaplarım.(1928), Avrupa Edebiyatı ve Biz (2 cilt,
1940-41), Edebiyat Bilgileri (1942).
Anı-Gezi: Tuna’dan Batıya (1935), O Zamanlar 1920-1923 (Millî
Mücadele yılları anıları, 1936; yeni bas. 2003), Atatürk İçin (1939), Yurttan
Yazılar (1943).
Diğer: Türk Güreşi ve Elli Yıl Önce Garp Alemindeki
On Yıllık Türk Kasırgası (1948),
Dil Davası (1949), Mevlâna (1954), İmtihan Veren Millete (yay. haz. M.
Eski, 1989), Kurtuluş Savaşı’nda
Yunanlılar ve Anadolu Rumları Üzerine Makaleler (yay. haz. M. Eski,
1999).
KAYNAKÇA: İsmail Habib Sevük / "İzmir'deki Vaka - Tanrı
Misafiri" (Balıkesir Postası gazetesi,
1-2-3 Haziran 1943), A.H. Tanpınar / Dostum İsmail Habib (Cumhuriyet,
26.1.1954), M.S. Koz / II. Karacaoğlan-Çukurova Halk Kültürü
Sempozyumu-Bildiriler (1993), Doğan Ruşenay / Tezkereci Habib Efendi (Küllük,
yıl: 1, sayı: 1), Taha Toros / Mâzi Cenneti (1998), Mehmet Behçet Yazar /
Edebiyatçılar Alemi - Edebiyatımızın Unutulan Simaları (yay. haz. Mustafa
Everdi, 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas.
1999), Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), Mustafa Duman /
Trabzon’u Anlatan Birkaç Kitap (Cumhuriyet Kitap, 11.7.2002), TDE Ansiklopedisi
(c.7, s. 548-549), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009), İbrahim
Oluklu (Bilgi teyidi, 08.09.2020).
Türk
Teceddüt Edebiyatı Tarihi müellifinin adını ilk olarak duyduğum zaman, henüz bir
ortaokul talebesiydim. O zamanlar, yani Cumhuriyeti takip eden yıllarda,
meşrutiyeti takip eden yıllarda olduğu gibi, neşriyat ve fikir hayatımızda
verimli ve büyük bir canlılık belirmişti. Bu canlılığın sağlanmasında,
dergilerimizin de mühim rolleri olmuştur. Bunlar arasında, intişarı memleket
aydınları ve gençlik tarafından her hafta sabırsızlıkla beklenen Hayat
dergisini bilhassa kaydetmek yerinde olur. İhtiva ettiği yazıların değeri
bakımından onun kadar olmasa da, bu canlanmaya katılanlardan biri de Orhan
Seyfi'nin 1927 yılı başında çıkarmaya başladığı Güneş dergisidir. İşte bu
derginin ilk sayısında, Cenab'ın, “Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi Müellifi
İsmail Habip Beye” isimli uzun bir yazısı çıktı. İnce zekâsının ve kuvvetli
edebî kültürünün geniş aksi olan bu yazı, hakkındaki bazı hükümlerden dolayı,
Cenab'ın eser sahibine gücendiğini, yer yer şimşekleşen ve fakat büyük bir
nezaket cehdinin iyiden iyiye örttüğü infialler halinde anlatıyordu. Birkaç
sayı sonra, eser sahibi de ayni sahifelerde Cenab'a cevap verdi. Bu cevabın
arasına müellifin bir de resmi konulmuştu. Kırk yaşlarında, zeki ve yakışıklı
bir adam olarak görünüyordu. Kısa fasılalarla her ikisi de, yine aynı dergide
birbirlerine birer cevap daha yazdılar ve münakaşa bitti. Bundan sonra, gayet
tabiidir ki, eseri görmek arzusu günden güne içimde büyüdü. Fakat nedense,
ancak bir iki yıl sonra elime geçebildi. Bu, ne nefis şeydi! Her sahifesi birbirinden
güzel, renk renkti. Ne çok şey söylüyor ve ne güzel söylüyordu! Seneler
geçtikçe kitabın ismindeki “tarih” kelimesi gözlerimin önünde adeta sırıtmağa
başladı: Bunda tarihin cansızlığı ve kuruluğu değil, edebiyatın cazibesi ve tadı
vardı. Bütün lise tahsili boyunca İsmail Habib hepimizin sevgilisi oldu.
Üniversiteye
başladıktan, yani kültür muhitimiz genişledikten sonra, yavaş yavaş, Habib'e
karşı duyduğumuz hayranlıkla tezat teşkil eden şeyler işitmeğe başladık. İlmî
eserlerin mahiyeti hakkında öğrendiklerimiz de, bir yandan, bu tezadı
besliyordu. Fakat duyduğumuz hayranlık o kadar büyüktü ki, kolay kolay sarsılmadı.
O sıralarda, bir gün, İstanbul Halkevinde verdiği bir konferansa gittim ve
kendisini şahsen ilk defa gördüm. Hakikaten sevimli, canlı ve güzel konuşan bir
adamdı. Yalnız bir şey dikkatimi çekti: Halk Edebiyatı ile Divan Edebiyatını
mukayese ettiği bu konferansında, vaktiyle kitabının ilk faslında
söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmamıştı.
Fakat
çıkışından beri yıllar geçtiği halde, kitabı, bilhassa liselerin bir ders kitabı
olarak ehemmiyetini devam ettiriyordu. Derken, yavaş yavaş, rakipleri çıkmaya
başlayınca, Habib'in aleyhinde söylenenler de arttı ve bunlar kötü propagandayı
alttan alta o kadar ileri götürdüler ki, nihayet Habib'in veya eserinin adı
söylenince dudaklarda da hafif tebessümler gezer oldu. Bu arada, eserine
alınmamış olanların çok çirkin tecavüzlerine de uğradı! Bu kadar insafsızlığa
hedef olan Habib'le, gerek İstanbul'da ve gerekse Ankara'da, muhtelif tarihlerde
karşılaştık. Konuşmalarındaki canlılık ve sıcaklık daima dikkati çekiyordu,
dinlenilmeyi ve bilhassa gençler tarafından sayılmayı çok seven bir hali
olmasına mukabil, yaradılışının çocukça masum bir tarafı da bulunduğu açıkça
görülüyordu. Şahsiyetinin bütün sevimliliği de bu tarafın yarattığı
samimiyetten doğuyordu.
Bu sevimli
ve fakat fâni tarafı ile artık aramızdan ayrıldığı şu sıralarda, onun
yaşayacak tarafının çok kısa bir muhasebesine girerken her şeyden evvel şunu
belirtmek yerinde olur: Aleyhinde bütün yazılıp söylenenlere rağmen İsmail
Habib, edebiyat tarihimizin tarihindeki güzel yerini muhafaza edecektir.
Bugünkü ölçülerimizle, eseri hakkında birçok kusurlar söylenebilir. Esasen, intişarı
sıralarında da “hükümlerinde objektif olamadığı, birçok eseri görmediği, ölüm,
doğum ve eser tarihlerinde hatalar yaptığı” söylenmişti. Ancak, bu eserin
yenilik edebiyatımız hakkında ilk esaslı deneme olduğu da unutulmamalıdır.
Kitabın çıktığı 1924 tarihinde, Tanzimat’tan sonraki edebiyatımız hakkında ne
liselerimizdeki, ne de üniversitedeki talebenin istifade edebileceği bir tek
eserin bulunmadığı ve böyle bir tecrübeye kimsenin girişmek cesaretini
gösteremediği hatırlanacak olursa, eserin tarihî değeri daha iyi belirmiş
olur. Otuz yıl evvel, ortada hiç bir örnek yokken bu sahada ilk adımı atmak
cesaretini göstermiş bir esere, bütün kusurlarına rağmen, hak ettiği yeri
vermek zorundayız. En basit mânasında ahlâkî ve ilmî kadirşinaslık da bunu icap
ettirir. Kaldı ki, Türk Teceddüt Edebiyatı tarihi müellifinin birçok meziyetleri
de vardır. Eksik olmakla beraber, Tanzimat'tan sonraki edebiyatımız hakkındaki
bilgisi hiç de küçümsenecek gibi değildir. Birçok hükümlerinin sübjektifliğine
mukabil, pek çok hükümlerinde de büyük bir nüfuz-ı nazar hâkimdir. Bu da, onun
sadece kurt bir ilim adamı olmayışından, aynı zamanda bir sanatkâr ruhuna
sahip bulunuşundandır. Başka ilim sahalarında, sadece âlim kafası iş
görebilir, fakat edebiyat tarihi sahasında âlim kafasının bir sanatkâr seziş
ve anlayışı ile takviyesi zaruretini artık kabul etmek lâzımdır. Habib’in
eserinde itiraza uğramış bir nokta da, üslûbunun âdeta “şairane” oluşu idi. Gerçekten,
eserd, ilmî üslûptan ziyade, edebî üslûp hakimdir. Ancak, bunun, ilim yapmak
emeliyle edebiyat tarihinde üslûbu pek fazla kurutup bir kabuk haline
getirenlere karşı bir tepki olduğunu ve en iyi yolun bu iki çeşit üslûbun
ortasında bulunduğunu da unutmamak lâzımdır. Sonradan, daha mutedil bir
şekilde, Habib'in üslûbunu devam ettirenler oldu.
Fakat işin
asıl hazin ve dikkati çeken tarafı; Habib'i tenkit ve hatta istihfaf edenlerin
ve aynı sahada kendilerini birer otorite olarak ileriye sürmek isteyenlerin,
aradan geçen otuz yıla rağmen onu henüz lâyıkıyla aşamamış olmalarıdır. Tanzimat’tan
sonraki edebiyatımız hakkında, Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi'nden sonra,
gerek ders kitabı olarak ve gerekse ilmî eser iddiasıyla ve emeksizce ele
geçirilmiş akademik unvanların gölgesine sığınılarak yazılmış olanlar, Habib'in
eserini biraz daha derli toplu, biraz daha geniş ve biraz daha hatasız olarak
tekrarlamaktan ileriye geçememişlerdir. Onlarda da aynı sübjektif hükümler,
aynı tarih hataları ve “eserleri görmeden ileriye sürülen” mütalâalarla karşı
karşıyayız. O halde, ona yapılan hücumlardaki ağırlık noktası, dönüp dolaşıp
toplum hayatımızın bütün sahalarına şamil çok daha geniş bir hadiseye, içinden
bir türlü çıkamadığımız büyük bir “Ahlâk buhranı “na dayanmaktadır.
Her fert
gibi, münekkit ve âlim de mazbut bir ahlâk kadrosuna giremedikçe, hadiselere yalnız
hırsların ve egoizmin açısından bakmakta devam ettikçe; kendi hatalarına karşı
bol bol gösterdikleri müsamahayı başkalarının daha küçük hatalarından bile
esirgedikçe, hased ve çekememezliğin çamurları içinde yüzdükçe varacakları
neticeler ve verecekleri hükümler de, kendi iç dünyaları gibi karanlık,
bulanık ve şüpheli kalmaya mahkûmdur. Henüz objektif, aydınlık ve yapıcı bir
tenkide sahip olmayışımızın tek sebebi budur? Kadirşinas olmak hassasını, epeydir,
kaybettik, başkasının emeğini küçümseyerek, çiğneyerek, üstüne basarak
yükselmek istemekteki alçalmayı bir türlü fark edemez olduk. Habib'i
başkalarından ayıran mühim bir vasıf da budur: Ahlâklı, saygılı, hak ve had
bilir, mütevazı adamdı. Kitabının yalnız mukaddemesi bile, onun, iddiasızlığı
ve tevazuu içindeki büyük emeğini tam bir sarahatle anlatır. Eseri hakkında
Cenab'la yaptığı münakaşa ise, kendi fikirlerine olduğu kadar
başkalarınınkilere de saygı gösterebilmekteki büyüklük ve güzelliğin canlı
bir örneği olarak kalacaktır. O, emsali arasında çok az görülebilen bir
şekilde, küçük hırsların üstüne çıkabilen, “efendi ruhlu” bir adam olduğunu
isbat edebilmiştir.
Türk Teceddüt Edebiyatı'nın müellifine, bugün artık mazileşen
güzel hâtırası içinde, Tanrı'dan rahmet
diliyorum.
(Hisar, c. 3, sayı: 48, 1.4.1954)